31 Ocak 2015 Cumartesi

PK


Uzaydan dünyayı ziyaret eden bir tür olduğunuzu hayal edin. 8.7 milyon çeşit canlıdan sadece bir tanesi dünyaya hakim olmuş, uzaydan görülmeyen ama aralarına girdiğinizde hemen hissedeceğiniz bir çok sınır ve ayrımlar var. Yaklaşık iki yüz ülke, bir çok kültür ve belli başlı dinler...

Bu muhteşem Hint yapımı film, “Dininiz Var mı?” yazısına ilham olurken, dini ayrımların insan hayatındaki etkilerini bir uzaylının saf ve sevgi dolu gözünden verirken, o Hint filmlerinin müzikleri, dansları ve mizah anlayışını da bırakmıyor.

Film, Belçika’da yaşarken Pakistanlı bir çocuğa aşık olan Hintli bir kızın aşk hikayesi ile başlar. Sevgilisine karşı çıkan ailesi ile uğraşırken bir şekilde ilişkisi biter ve ülkesine döner. Bu arada kahramanız uzaylı P.K. bir yandan dostluklar kurarken bir yandan da geri dönmenin yollarını arar. Derken genç kızımız ile karşılaşır ve insanın sosyal yönlerini ve özellikle din ile ilgili konuları anlamaya çalışır.


Film senarist ve yönetmen Rajkumar Hirani’ye ait. İlk defa 2009 yapımı 3 Idiots isimli harika yapımda değerlendirme fırsatımız olmuştu. O filmde de eğitim sistemini komedi unsurları ve güzel bir hikaye ile yermişti Hirani.



3 Idiots’da başrol oyuncusu Aamir Khan’ı uzaylı kılığında tanımakta önce zorlanabilirsiniz. Onu da hem oynadığı hem yönettiği Like Stars on Earth adlı film ile hatırlayabilirsiniz. Genç kızımız ise 1988 doğumlu Anushka Sharma, onun da bu filmden sonra yıldızı parlayacak gibi gözüküyor.

29 Ocak 2015 Perşembe

Dininiz Var mı?


“Tanrının dini yoktur” [Gandhi]

Gandhi, bu cümle ile neyi kastetmektedir? Öncelikle din kelimesinin kökenine ve anlamına bakmak gerekir. Lakin kelimeler her zaman kısıtlayıcı ve sınırlıdır. Her kişi için kelimenin anlamı ve hissettirdikleri farklı olabilir. Ağaç kelimesi gerçekten tüm ağaçları anlatamaz, herkesin aklına gelen ağaç farklıdır, kelimeler sınırlıdır...

Din kelimesinin İngilizcesi “religion” dır. Bu kelime Latince’deki religare kelimesine dayanır. Bu kelimenin anlamı bir araya gelmek veya bir olmaktır. Bu bireyin ruhunun Allah ile bir olmasıdır, bir araya gelmesidir.

Bu konu ile ilgili yazmak ve algılamak kolay değildir. Herkes için hassas bir konudur Din. Tarafsız bir şekilde bakmak için koşullanmış düşünce kalıplarımızı ve inançlarımızı bir kenara koymalı ve zihnimizde oluşan otomatik onay ve ret etme mekanizmalarına kulak asmadan algılayabilir misiniz? Düşünce olmadan okuyabilir miyiz? Ön yargımızı bir kenara bırakabilir miyiz? Merak etmeyin yazının sonunda alışa geldik fikirlerinizi, inançlarınızı geri alabilirsiniz, ama belki de körü körüne veya ezbere inanmak yerine belki artık bilebiliriz.

Dinle nasıl tanışırız? Henüz bebekken nüfus cüzdanımıza yazılır bizim haberimiz yokken... Hangi kültürde doğarsak otomatik olarak o toplumun dini yetiştiriliriz. Hemen hemen her dinin temelinde her insanın eşit olduğunu, Allah’ın kulu olduğundan bahsedilir ama bizim doğduğumuz toplum hemen bizi diğerlerinden ayırır.


Hz. Mevlana kim olursa olsun herkesi dergahına davet ederken, toplumun dini bizi diğer gavurlardan ayırmaya başlar. Onu aşarız bu sefer kendi dinin içinde mezheplere ayırırız, onu da geçeriz ne kadar ibadet ettiğimize dair ayrımlar ve baskılar ile karşılaşırız.
Peki inanç ne demek? Düşünceleri bir kenara bırakarak bakalım. Bu yazıyı okuduğunuz cihaz var mı? Var. O cihazın var olduğuna inanmanız gerekmez, onun  var olduğunu bilirsiniz. İnanç kelimesi bu açıdan baktığımızda olduğundan emin olmadığımız bir Yüce Varlık’a, yaşamdan sonra gidilecek Cennet’in olduğu varsayımına dayanır. Olduğunu bilseniz, mesela Ay kadar görünür bir şey olsa, inanmanıza gerek kalmaz, orada olduğunu bilirsiniz. Ayrıca konu düşünceler ile çözülecek bir mesele değildir. Düşünce zihnin bilgi ve deneyimleri yani beynimizdeki depolanmış hafıza ile sınırlıdır. Mesele bunun üzerinde ruhsal seviye bir meseledir. Ancak kalbimizle, ruhumuzla algılayabiliriz; adına inanç veya bilmek diyelim, bu düşünceyi aşar.

Düşüncelerimiz nasıl bizi yanlış yönlendirir? İnsanoğlunun düşünceleri neden Allah ve Ahiret ile ilgili varsayıma ihtiyaç duysun? Ölüm korkusundan elbetteki, bir çok kişi gerçekten Allah ve bu dünya hayatından sonraki Ahiret hayatı hakkında öngörüye sahip olmak bu güdüden dolayı inanıyor ve en kötüsü inandığını zannediyor.


Dinlerin ortak buyrukları genellikle bireyin nefsine köle olmaması ve iyi meziyetleri uygulaması yönündedir. Bunların hiç birini uygulamayan birisi bindiği uçak iki kere sallansa hemen başlar tüm bildiği duaları okumaya... Tehlike geçtikten kısa bir süre sonra ise yine eski haline döner. Bu tip insanlar sadece inandıklarını sanırlar ve bir takıma, bir topluma uyum sağlamak amacıyla inançlı gözükürler. İçgüdüsel olarak toplu ve sosyal yaşam ile hayatta kalma şansımızın daha fazla olacağını biliriz. Bu da kavramadan bir dine, törelere olan yakınlığımızı açıklamaktadır.

Bu tip zihnimizin bize oynadığı oyunları bir kenara bırakırsak, tüm dinlerin, kadim öğretilerin hemen hemen hepsini kaynağı temeli birdir. Kendimizi herhangi bir kelime ile etiketlemeden, kısıtlamadan önce algılayıp, özümsemek ve uygulamak ve en son mertebe olan olmak mertebesine ulaşmanın yolunu aramalıyız.
Kur'an-ı Kerim’da hemen hemen her peygamberden bahsedilirken dinin evrenselliği fazlasıyla verilmektedir. A'RÂF Süresinde “O Kitap'ın içindekileri okuyup incelemediler mi? Ahiret yurdu, takvaya sarılanlar için daha hayırlıdır. Hala Aklınızı başınıza almayacak mısınız?” denilmiştir.

Diğer ayetlerde insanın Yaradan ile ilişki bilgiler verilmiştir:
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.” “Biz Âdeme ruhumuzdan üfledik”
İncil’de ise şöyle geçer: 
“…çünkü erkek (insan) Tanrı’nın benzeyişinde olup Tanrı’nın yüceliğini yansıtır...”


Sonuç olarak kendimizi gözlemleyelim: Gerçekten Allah’ı n varlığını, yüceliğini algılıyor muyuz, dinin özünü özümsüyor muyuz, gündelik hayatımıza aksettirebiliyor muyuz? Yoksa sadece ezberlediğimiz kalıplar mı davranışlarımızı belirliyor? Bizim dışımızdaki yargılayıp, suçluyor muyuz? Yoksa Yaradanın yarattığını seviyor, sayıyor muyuz?

Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an için dört kitap diyerek kullanan Yunus Emre’nin dizelerini düşünce oluşturmadan kalbimizle hissederek okuyalım ve sessizliğe kendimizi teslim edelim...

İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır?

Dört kitabın manası
Tamamdır bir elifte,
Sen elif dersin hoca,
Manâsı ne demektir?

28 Ocak 2015 Çarşamba

Birdman


Bir anda mucize gerçekleşir ve bize beden olacak o tek hücre bölünür ve çoğalmaya başlar... Bir süre duyularımız ve beyindeki ilk hatıralar oluşmaya başlar. Annemizin rahat ve sıcak karnından birden bire başka bir yere çıkarız... Daha sonraları onsuz yapamayacağız ışık ve nefes bizi rahatsız eder... Önceleri fark etmeyiz annemizden ayrı bir bedene sahip olduğumuzu...
Biraz süre geçtiğinde anlarız ki bedenimiz aynı ve aynı zamanda küçük ve korumasızdır. Anne ve baba olmadan hayatta kalamayacağımızı idrak eder, tanrılaştırır onları bu zamanlarda.

Büyüdükçe başkaları girer hayatımıza, bu kişiler hiç de anne baba gibi değillerdir. Sosyal ilişkiler kurmaya ve bu ilişkilerde neyin işe yarayıp neyin yaramadığını keşfetmeye devam ederiz. Aile ve toplum koşullanmaları ile beraber kendimize has taktikler belirleriz, kişiliği oluşturmaya başlarız. Bazen kişiliğe göre farklı maskeler takıp en uygun duruma göre davranmayı öğrenip kendimize olan faydayı en fazla seviyede tutarız.


En kötüsü ise bu maskelerden bazılarının çok başarılı olmasıdır! Artık maske ile özümüzü ayıramaz oluruz. Artık maske ile özdeşleşmemiz tamamlanmıştır. Ünvan, statü, şan, şöhret, meslek, dış görünüm, eşyalarımız, hayat tarzımız vs...

Bir şekilde maskeyi kaybedecek gibi olursak, emziğini düşüren bebek gibi basarız yaygarayı... Bu başarılı gibi gözüken maskelerden biri de ünlü olmaktır.


Birdman (Atmaca) filminin kahramanı Riggan, aktörlük hayatının ilk zamanlarında Birdman karakteri ve filmleri ile meşhur olmuş ve bu konumu devam ettirmeye çabalamaktadır. Kendi tiyatro oyununa hem yönetmenlik hem de aktörlük yapar. Özel hayatı dağılmış olan Riggan birlikte çalıştıkları kızı Sam’in baba olarak yanında olamamıştır. Riggan’ın durumu o kadar vahimdir ki, kafasının içindeki Birdman rolü onunla konuşmaktadır devamlı. Olmak istediği kişi ile olduğu kişi arasındaki ikilemi yansıtmaktadır bu konuşmalar... Bu durumdaki Riggan’ın oyununa yetenekli oyuncu Mike’ın dahil olması ile olaylar altından kalkılamaz bir hale gelmek üzeredir...


Başroldeki Micheal Keaton’ın kendi hayatı belki de filmle fazlaca benziyor... Gelmiş geçmiş en iyi Batman olarak kabul edilen Michael Keaton, 1989’da 38 yaşında oynadığı Batman ve 1992’deki Batman Returns filmlerinden sonra çok önemli bir filmde rol alamadı... Bu sefer, 64 yaşında Oscar ödülü’ne aday!

Babel ve 21 Gram filmlerinin yönetmeni Alejandro González Iñárritu, filmin hem senaristlerinden biri hem de yönetmeni... Oyuncu seçimi muhteşem: Michael Keaton, Edward Norton, Emma Stone, Zach Galifianakis ve Naomi Watts! En iyi film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi yardımcı erkek ve kadın oyuncu dalları dahil toplam 9 Oscar Ödülü’ne aday.


“Popüler olmak, saygınlığın küçük sürtük kuzenidir.”

24 Ocak 2015 Cumartesi

Whiplash


“İngilizce’de şu iki kelimeden daha çok zarar verebilecek bir kelime yoktur: ‘İyi iş.’”
Toplumumuz, ailemiz ve bunların ışığında koşullanan zihnimiz bizi standart kalıplar dahilinde ‘iyi’ veya ‘yeterli’ olmaya mı itiyor? Sıra dışı olmamızın önünde sıradanlığın güvenlik alanı mı var? Eğitim sistemimizin bizi rekabete ittiği bu ortamda ortalama’nın üzerinde olmak bizi yeteri kadar tatmin olacak bir seviyeye mi getiriyor? Zihnimizin kıyaslama oyununa mı geliyoruz? Referans noktası ile çalışan zihnimiz genellikle bize benzeyen ama bizim biraz daha iyi olduğumuz ortamları seviyor...

Film’deki müzik hocası rölündeki Fletcher’ın yöntemi ne kadar sert olursa olsun, amacı müzisyenleri aşırı zorlayarak onlardan bir Louise Armstrong çıkarmaktır. Bu aşırı sert, aşırı küfür eden ilginç öğretmen, bireylerin içindeki öfkeyi çıkartıp onların pratik yapmaları ve daha fazlasını çıkarmaları yolunda teşvik etmeye çalışır.

 
Malcolm Gladwell’in Outliers isimli kitabında bir konuda yeterince iyi olmak için harcanan süre yaklaşık 2,000 saattir. Yani yaklaşık 2,000 saat piyano çalarsanız, herkes size iyi çalıdığınızı söyler. Ancak piyano konusunda usta olmak için gereken süre ise 10,000 saattir. İyi piyano çalmakla usta olmak arasında 8,000 saat pratik yapmak yatar.
 
Bilginin fazlası ile bol olduğu, dikkatimizin ipliğe bağlı olduğu bu günlerde partik yapma disiplini daha da önem kazanıyor. Bu düşünce tarzımız, aydınlanmak için, sağlık için, huzur için yaptığımız aktiviteler için de geçerli. Lakin bu disiplin sayesinde yapılan eylemler alışkanlıklara, alışkanlıklar da davranışlarımıza dönüşüyor...


Son olarak 5 dalda Oscar Ödülü’ne aday gösterilen filmde müthiş performansı ile J.K. Simmons’ı kutlamak gerekiyor... Müzikler ve baterinin temposu müthiş!
Fletcher: Nieman, bu bölümü kazandın. Yedekler, davulumun üzerindeki kan lekelerini siler misiniz?

20 Ocak 2015 Salı

The Wall


Açıklanamaz bir şekilde ortaya çıkan görünmez bir duvar, Alice’i dağda bir avcı evinde tek başına yaşamak zorunda bırakır. Tüm insanlardan bağı kopan Alice, daha sonra en iyi arkadaşı ve yoldaşı olacak köpeği Lynx ile ayakta kalmaya çalışırlar. Dana sonra bir inek, bir kedi onun yanında yaşamaya başlar...

Doğa ile iç içe yaşamak, çevreyi ve yaşayan hayvanları gözleyerek, insan ve doğanın ilişkisini sorgulamaya başlar... İnsanın doğaya ait olmadığını hisseder.
Doğaya hükmeden ve doğal kaynakları dilediği gibi kullanan insan bu doğanın bir parçası değil midir?

Ne insanın doğanın hakimi olduğu, ne de oraya ait olmadığı fikirleri gerçeğin çok uzağındadır... Kabile halinde yaşayan atalarımız ve Kızılderililer doğa ile uyum içinde, doğaya ve hayvanlara saygı göstererek yaşamayı bilmişler.

Evren’de her şey sistemlerden oluşur. Bu sistemler arasında kıdem önemlidir. Atalarımızdan daha yetenekli olsak da onlara saygı duymalıyız. Kıdem olarak baktığımızda, en eski Dünya, daha sonra bitkiler, daha sonra hayvanlar ve en sonda da insanlar gelir... İnsanın daha zeki ve yetenekli olması bu durumu değiştirmez.

Alice, doğada kaldığı sürece önceleri zihnine mahkum olur ve acı çeker, intihar etmeyi bile düşünür... Hayvanları onu hayatta tutacak sebebi ve enerjiyi verir. Mevsimler gelip geçer, Alice artık doğanın nasıl işlediğini, mevsimlere göre ne yapması gerektiğini anlamaya başlamıştır.


Doğada doğru veya yanlış, iyi veya kötü diye olayları algılayana tek canlı kendisidir. Mutsuz olan da bir tek odur. Tüm canlılar huzurlu ve mutludur. Özellikle de köpeği Lynx! Canı yansa bile, acısı geçer geçmez tekrardan keyfi yerine gelir köpeğin. Alice’i her gördüğünde heyecanlanır Lynx...
Alice en çok köpeğinden öğrenmiştir; onun neşesinden, merakından, hayat dolu oluşundan...
Daha sonraları ise kabul etme devreye girer. Eski hayatını istemediğini hissetmeye başlar, bu hayattan artık haz duymaya başlamıştır.
Artık “ben” yerini “biz”e bırakmıştır. 
Hayvanları ve doğa ile bir bütündür.
Bu durumdan haz aldığı gibi kendisi ile de gurur duymaktadır...


Not: Kadının film boyunca ismi belli değildir... Alice yazar tarafından konulmuş bir isimdir.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Foxcatcher


“Her kaosda bir kozmos bulunur, tüm düzensizlikte bir düzen saklıdır.”
[Kolektif Bilinçaltı Arketipleri - Carl Jung]


Hepimiz kolektif bilinç ile birbirimize bağlıyız. Bu sistemin içerisinde ise bize ne yakın olan sistem aile sistemimiz; ebeveynlerimiz ve onların ebeveynleri şekilde giden atalarımız...
Kolektif sistemin en temel güçlerinden biri bireylerden ziyade sistemi ayakta tutmak yani insanlığı... Bu da sistemin kendini her zaman dengeye getirme eğilimi ile oluşuyor. Bir ailede biri haksız yere alırsa, çocuklar veya bir sonraki kuşaklar, fazlaca verme eğiliminde olabiliyor veya bunun yükünü üzerlerinde taşıyabiliyorlar.

Filmde bahsi geçen Du Pont ailesi Amerika’nın en zengin ailelerinde biri... Servetlerini Bağımsızlık Savaşı sırasında silah imalatında kullanılan barut ile kazanıyor. Bu barut ile savaşlar beslenirken, insanlar can veriyor... Bunun adına da “Vatanseverlik” diyorlar. Böyle bir aileden gelen anne Jean Du Pont kendini atlara verirken oğlunu hiç görmüyor, bir şekilde doğaya olan borcunu da ödermiş gibi ama paralize bir halde yaşıyor. Oğlu John Du Pont ise bir şekilde görülmek ve ailenin milli törelerini devam ettirmeye çalışmaktadır. Ama ne yaparsa yapsın annesi onu görmez, bu durum onu çileden çıkarır. John vaz geçmez ve sınırsız mali kaynaklarını ile Amerika milli güreş takımını, kendi takımı olan Foxcather’ın bünyesine dahil eder ve kendini de takımın koçu gibi gösterir. Aynı zamanda onların babası gibi olduğunu söyler basına...

Hikayenin diğer kahramanları ise 2 yaşlarında yetim kalan iki erkek kardeş David ve Mark Schultz’tur... David, kardeşine babalık yaparak kendi aliesini kurmuş olimpiyat madalyası olan bir güreşçidir. Hayattaki zorlu mücadeleleri onları başarılı bir güreşçi de yapmıştır. Babasız büyüyen Mark, abisinin babası rolüne de isyan etmektedir, bu onu hırçınlaştırmaktadır. Kendisine bab gibi kol kanat geren John Du Pont’un yanına gider ve olaylar gelişir...

Oscar ödülüne aday olan filmde Steve Carell’i hiç böyle bir seyretmedik. Sıradışı bir performans. İki kardeşi canlandıran iki aktöre bakarsak, Channing Tatum’dan daha çok Mark Ruffalo ön plana çıkmış oyunculuk açısından. Sienna Miller’ın rolü ise yok denecek kadar az...
Yönetmen Bennett Miller, az ama öz işler yapamaya devam ediyor; Oscar’a aday gösterildiği Capote ve Moneyball’dan sonra şimdi Foxcatcher ile Cannes Film Festivali'nde ödüle layık görüldü.

John Du Pont:
“Koç, babadır. Koç akıl-hocasıdır. Koç atletlerin hayatı üzerinde büyük güce sahiptir.” 

9 Ocak 2015 Cuma

Still Alice


Hatıralarımız, anılarımız, hafızamız...
Onlara ne kadar bağlı olduğumuzu düşündünüz mü hiç?
Onların bir anda yok olduğunu hayal etsenize bir...
Yaşamak ister miydiniz? 
Hatıralarımız bizi biz yapan şey mi?
Yoksa bu dünya hayatındaki zihnimizin anıları kim olduğumuzun sadece çok küçük bir kısmı mı?

Alzaymır tüm anıları yok eden bir hastalık. Birçok kadim öğretiye göre her hastalığın bir sebebi var. Alzaymır hastalığının kökeninde ise yaşamama isteği ve mevcut hayatı olduğu gibi kabul etmeme yatıyor.


Filmin kahramanı Alice, başarılı kariyerinin basamaklarını bir bir tırmanmış ve başarılı bir profesör olmuştur. Kendi çocuklarını da oldukları gibi değil onun vizyonuna uygun bir şekilde yetiştirmeye çalışmaktadır. Kolektif bilinç çalışmaları göstermektedir ki, basamakalrı çıkarak başarı arayan kadınların çoğunluğu bilinçaltından babalarına kendilerini ispatlamak ve dolayısıyla sevgisini kazanmak ister. Alice ise erken kaybettiği annesi ve babasını anımsar...
Sanki bir şekilde onları takip etmektedir...

Film, Lisa Genova’nın aynı isimli romanından beyaz perdeye aktarılmış. Filmin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen Richard Glatzer’ın ilk defa filmini izledim, oldukça dokunaklı bir filmi aşırı duygusallaşmadan yaratmayı başarmış.


Julliana Moore ve Alice’in kızı rolündeki Kristen Stewart sıradışı bir preformans ortaya koymuşlar. Kristen Steward, Camp X-Ray filminde de çok başarılı bir oyunculuk sergilemiş; yıldız olma yolunda ileriliyor...

7 Ocak 2015 Çarşamba

İlişki ve Sevgi

Sevmek karşı tarafı özgür bırakmaktır...



Eğer sevdiğiniz her kimse, veya her neyse - ki bunlar sevgiliniz, eşiniz, çocuğunuz, eviniz, işiniz, pozisyonunuz, arabanız bile olabilir – o kimseye veya o nesneye vurgulu bir “benim” sözcüğü ile başlıyorsanız, bu arzularını doyurmak olan egonun oyunlarından biridir. Ondan bir şeyler bekleniyorsa, beklentisi karşılanmayan ego stres içerinde olacaktır. Beklemek, istemek kadar devamlı vermek de, fedakârlık yapmak da aynı derece aldatıcıdır.
Fedakâr sözcüğüne dikkatlice bakarsanız, bir şey feda edip arkasından kâr etme düşüncesi yatar... Bir kişi devamlı birine bir şeyler verir, iyilik yaparsa bu kişi borçlanır, bunu doğrudan hissetmese bile bilinçaltından kendini bu borcun altında ezildiğini hissetmeye başlar.

İlişki, karşındakine kendisi olma fırsatı verirken, birbirini besleyici nitelikte, dengeli olmalıdır. İşte bu denge ve karşılıklı besleme durumu ortaya çıkarsa ilişkiler sanki bir birliğe dönüşür, hayat yolunda kaderler ortak paydalarından nasibini alırlar...
Sevmek karşı tarafı özgür bırakmaktır...

2 Ocak 2015 Cuma

Hayatınız Dengeli Mi?

Bir yandan işiniz, bir yandan eşiniz, bir yandan çocuklarınız var...
Ve bir yandan da kendinize vakit ayırmaya mı çalışıyor musunuz?
Kendiniz... Beden sağlığınız, zihin dinginliği ve ruhsal huzur...
Hayatınızda hangisi, ne kadar dengeli?



İş, eş, aile, sağlık ve kendiniz...
Dengeli bir hayat için en önemli konu, hayatımızdaki öncelikleri belirlemek ve hayatımızın yapısını gözden geçirmek.

Önceliklerimizin Farkında Mıyız?

Öncelikleri belirlemek için Stephen Covey’in tüm kitaplarından faydalanabiliriz. Covey’e göre işin püf noktası hayatımızda “acil” maskesi altında yatan önemli veya önemsiz işleri, acil olmayan ama öncelikli işler kategorisine almak. Bu da farkında olmak, belli başlı günlük işlerin acil hale gelmeden çözülmesi, ona göre hazırlık yapılması; dolayısıyla acil olmayan ama hayatımızın önemli rollerinde öncelikli işlerimize zaman ayırmamızı sağlaması...

Diğer insanların ne düşüneceğini dert etmeden, bize ezbere verilmiş temel inançları bir kenara bırakarak bizim için gerçekten nelerin öncelikli olduğunu üzerinde hiç çalışma yaptık mı? Bunların farkına vardık mı? Yapmaktan keyif aldığımız iş, aile bireylerine ayrı ayrı olan ilişkilerimiz, arkadaşlarımız, bedenimiz, beslenmemiz, okuduklarımız, zihinsel ve ruhsal faaliyetlerimiz...
Bunların cevaplarını bulduğumuzda, çok daha keyifli, motivasyon dolu ve enerjik bir şekilde yaşamımıza devam edebiliriz. Hayatımız kolaylıkla ve neşeyle akmaya başlar.



Zaman öldürücülerden kurtulabiliriz; televizyon, gazete, sonu gelmeyen diziler, futbol fanatikliği, aşırı oyun oynamak, aşırı İnternet'te vakit geçirmek ve son zamanların popüler bağımlılığı: Paylaşıyorum öyleyse varım.
Devamlı fotoğraf, içerik paylaşıp, bir o kadar da başkalarının paylaşımlarını, fotoğraflarını beğenme çılgınlığı, her gidilen yeri bildirmek, her yenilen yemeği paylaşmak...

Enerji öldürücülerin farkına varabiliriz; aşırı alkol, aşırı spor, fazla beslenme, kahve, şeker, aşırı karbonhidrat, fazla düşünmek, fazla konuşmak, düzensiz ve az uyumak...

Hayatımızın Yapısı Uygun mu?
Önceliklerimizin farkına varmak harika... Şimdi bunu uygulayabilecek bir yapıya ihtiyacımız var. Nasıl bir düşünce yapısına, inanç sisteme sahipsek, bu şekilde düşünmeye ve davranmaya eğilimindeyizdir, bunlar artık otomatik olarak gelen duygu ve düşünceleri oluşturur, bunlar bizim alışkanlıklarımızdır.
İlk adım gözlemlemektir. Bir haftamızı, gerekiyorsa bir ayımızı sadece kendimizi gözleyerek geçirelim, ve notlar alalım; neler yapıyoruz, ne tepkiler veriyoruz, ne düşünüyor, neler hissediyoruz...
İkinci adım, bu kalıpların kaynağını bulmak; en yakın kaynaklar anne, babamız, okul ve kültürümüz...



Kaynağı anladığımız zaman, özgür olduğumuz andır; artık kaynağın bir parçası değilizdir.
Sıra olumsuz otomatik düşünce kalıplarını, olumlu ve tercih ettiklerimizle değiştirmektir. Bu da bir disiplin gerektir, sabırla uygulama...
Eski alışkanlıklardan uzak durmak da önemlidir.
Bu aşamalarda kendimizi diğer kişilerle karşılaştırmak, acele etmek, çok kısa süreli hedefler koymak motivasyonumuzu düşürebileceği gibi, değişiklikten hoşlanmayan egonun bizi “bildiğimiz” noktaya geri getirme tehlikesi ile karşı karşıya gelebiliriz.

Hayır Demek
Sınırlarımızı ihlal eden ve zamanımızı çalanlar bu değişikliklerden hoşlanmayacaktır. Bunlar bize uzak kişiler olabileceği gibi, bize en yakın sevdiklerimiz de olabilir. Sakin bir şekilde kendimizi ifade edip hayır diyebilmeyi öğrenmeliyiz. Bu bazen de kendimiz olacaktır!
Tüm bunları yaparken desteğe ihtiyacımız olabilir, size ilham veren insanlar veya danışmanlık alabileceğimiz kişilere başvurabiliriz, ancak unutmayalım ki mevcut durumun yerine bir guru veya öğreti koymak fazla bir değişiklik yaratmaz...

Dengeyi ancak biz sağlayabiliriz ve bunun için gerekenler de yine bizde mevcuttur.