31 Aralık 2016 Cumartesi

Hayat


Hayat nehre benzer;
Hiç durmadan akar durur...
Yazılmıştır belki bu dizeler defalarca...

Ancak ne önemi var,
Bilgi zihinden kalbe gitmedikçe.

Nehrin tersine yüzmeyi bırakmadıkça,
Güvenli görünen kayalara tutunmayı bırakmadıkça...

İlk defa kendini bıraktığında,
Alır seni hiç tatmadığın bir korku, bir yalnızlık...

Zamanla görürsün ki,
Yalnız değilsin, en ıssız adada bile...

Sanma ki, her şey güllük ve gülistan,
Yine var, ıstırap ve zevk...

Ancak bu sefer sadece; kabul...
Gelenin kabulü, gidenin kabulü...

30 Aralık 2016 Cuma

Başarının İzafiyeti

Tüm başarıların kullanım ömrü oldukça kısadır. Neyi başarı olarak adlandırdığımızın bir önemi yoktur. Kendi bireysel veya toplumsal bilgi ve tecrübelerimize göre, 'geçmiş' kökenli kriterler oluşturarak, ‘bu başarılı, bu da başarısız’ deriz. 


Oysa ki, tüm başarı hallerinde, yaptığımız işi, sonucunu, ödülü, kendimiz ile özdeşleştiririz. Hatta kendi özdeşleştiğimiz bir topluluğa ait başka birisinin başarısı bile bize övünç kaynağı olur. Kendi milletimizden bir sporcu bir rekor kırarsa biz de seviniriz. Tuttuğumuz takım kazanırsa, ‘kazandık’ deriz. Ancak başka bir millet veya takım için, aynı durum pek geçerli değildir. 
Sonuç olarak, başarı kriterleri hep dış kökenlidir, geçmiş bilgi ve deneyime dayanır. Bu da beraberinde özdeşleşmeyi getirir...
Geçici bir tatmin duygusu kaplar zihnimizi... Tüm duyumlarda olduğu gibi, etki zamana bağlıdır ve bu etki çabucak sönüverir. Yeni bir başarıya, yeni bir tatmine ihtiyaç ortaya çıkar. Kısır döngü sürüp gider...

Bu zamana bağlı bakış açısı, okul çağlarında yerleşmeye başlar. Hayat planı bellidir. Hedefler konur ve tabi ki hedefin ucundaki havuçlar (ödüller)... Havuç havucu kovalar. Okulda başarı ile güdülenmeye alışırken, kendimizi hep diğerleri ile karşılaştırırız. Bu, aynı zamanda zihnin öğrenme şeklidir; kısa yoksa, uzun da yoktur... Zihin, ya geçmiştedir ya da gelecekte... İşte sadece şu anda yaşayabileceğimiz yaşamı, devamlı Zihni'mize mühürlenmiş hedef bazlı düşünmekten dolayı yaşayamayız. İçimizdeki yaratıcı tarafın ortaya çıkmasına engel oluruz... 
Gerçek özgünlük, içtenlikle ortaya çıkar...

Bu aşamada hedefler, hesaplar, bireysel dinamikler yoktur... Kişi, ego erimiş, sadece oluş kalmıştır. Her sene koyduğumuz hedeflerin, gerçekleşse de, gerçekleşmese de, ne kadar geçici, göreceli ve önemsiz olduğunu göremiyor muyuz? Bunu görmek ve anlamak ancak son derece dikkatli ve dingin bir zihinle ortaya çıkar... Geçmiş ve geleceğin olmadığı, sadece salt dikkat olduğu bir anda... 

29 Aralık 2016 Perşembe

Swiss Army Man


Bize verilen hayat planı oldukça standart ve planlıdır. Demir parmaklıklı bir hapishaneyi andıran yatağımızla beraber bir çok konuda yönlendirilmeye başlarız. Derken anne, baba, çevre ve okul ile koşullanma ve kopyalama devam eder. Bu verimli bir şekilde çalışıp, bedeni hayatta tutmayı hedefleyen zihin için kolay adapte olacağı bir durumdur. Beynimiz, otomatikleşmiş her türlü davranışı yeni olanlardan daha az enerji harcayarak yapar. Değişikliğin olmaması onun güven ihtiyacını da karşılamış olur. Ancak içimizde başka bir şey merak içindedir; her şeyi sorgulamak ve içinden gelen, ona haz veren şeyleri yapmak ister... Bu kesinlikle zihin değildir. Oysa ki, sistem hiç bir zaman sorgulamayı sevmez. Bizlerin, belirlenmiş alan içerisinde dolaşmasını ister...

Bu bilgi çağında, gereksiz bilgi ile o kadar gömülmüşüzdür ki, en temel soruları sormayı akıl bile etmeyiz... Her şeyi bildiğimizi düşünürüz. Geçmiş bilgi ve deneyimlere dayalı düşünceler ve duygular hayatımıza hakimdir. Bildiğimizin doğru olduğundan emin olabileceğimiz tek şey vardır; o da var olduğumuzdur.

Swiss Army Man, ıssız bir adada intihar etmek üzere olan bir gencin, kıyıya vuran diğer bir gençle olan karşılaşmasını konu alır. Bu diyaloglarda genelde sorgulanmayan konular vardır. İlk temel soru ise; “Biz kimiz?” dir.
“Bu sensin. Bu da senin bedenin. Burada da beynin var. Burası bir şeyler hatırlayacağın yer. İnsanlar bu duruma gelebilmek için milyonlarca yıl evrimleşti. Tüm bu şeyleri yapıyoruz, bu hayatta kalmamıza yardım ediyor. Yani öyle sayılır...”
Bizlere öğretilen en büyük illüzyonlardan birisi bireyselliktir. Hatıra, yani bellek, yani beyin ile özdeşleşmiş bireyler olarak hep karşılaştırma yolu ile düşünür ve karşıtlıklarla öğreniriz. Olmamız gereken ile olduğumuzu düşündüğümüz şey arasındaki fark zihnin içinde strese yol açar. Bu sebeple olduğumuzu şeyi ne olmadığını keşfetmekten ziyade uyum sağlamaya çalışırız.


Mutluluk
“Gezegende yaşayan 7 milyar insan var. Oraya buraya koşan, göz kırpan, nefes alan ve yemek yiyen insanlar. Sen de onlardan biriydin. Muhtemelen mutluluğu arıyordun. Herkesin yaptığı şey budur. Seni mutlu edecek birini ararsın. Bir arkadaş, bir sevgili ya da bir köpek. Bazen de hayatının geri kalanını geçirmek isteyeceğin o insanla karşılaşacak kadar şanslı olursun. Buna da aşk derler...”
Tüm bu plan rekabete dayalı bir ödül sistemi ile desteklenmektedir. Acıdan kaçınan zihin, arzularının peşinde koşar. Buna da ‘mutluluk’ der... Hep bir mutluluk hikayesi peşindeyizdir. Öte yandan, zamana tabi olan her şey başlar ve biter. Acı da, mutlulukta da... Olumsuz duygular ve yönler ile yüzleşmedikçe, bu kısımları bastırır,sahte yaşamlar peşinde koşarız. Her gıdım mutluluk bir süre sonra etkisini yitirir ve daha fazlası için uğraşmaya başlarız. İşte, kısır döngü böyle çalışır.

Düşünceler

-Beynimde dolaşan bu görüntüler ne?
*Düşünmeyi kes.
-Elimde değil.
*Bu bir düşünce ve bu da bir düşünce. Bu da bir düşünce. Düşünce, düşünce, düşünce. Bunların hepsi düşünce. Bazen düşünceler başka bir düşünceye dönüşüyor. Neden bu düşünce beni çok yalnız hissettiriyor. Bir düşünce hakkında bir düşüncem var. Düşünceleri nasıl saklarsın? Ve neden her şeyi saklamak zorundayız?
-Bu düşüncelerle ne yaparsın?.. ...Belki bu düşünceyi tuhaf bulacaksın, ancak keşke ölü olsaydım... Şimdi de sen ölüyorsun.
*Bunun sorumlusu sen değilsin. Tanrı biliyor ya, bunu denedim. Her defasında bir şey çıktı karşıma. Bazı düşünceler devam etmemi sağlayacak kadar güzeldi. Belki hayatta kalmak beyninin ortaya çıkardığı bir şeydir.


Düşünceler kontrol edilemez. Onlar ya geçmiştedir; olumsuz deneyimlerden yakınır, olumlu olanları da tekrar etmeye çalışır... Ya da gelecektedir; gelecek hakkında endişe duyar veya hayal kurar. Zihin şu anda değildir. Yaşam ise sadece şu anda yaşanabilir... İçimizdeki o yaratıcı güç, sezgiler, sevgi ancak zihin sustuğunda ortaya çıkar. Hedef mutluluk değil, zamana tabi olmayan huzurlu alandır.

Cinsellik
Filmde ele alınan diğer bir konu da cinsellik ve mastürbasyondur. Zihnin tamamen sakinleştiği bu tecrübe ise, genellikle toplum tarafından fazlaca konuşulmaz ve çocuklar doğru düzgün bilgilere ulaşamazlar. Baskılama ne kadar fazla ise, yan etkiler de o kadar fazla olur. Amerika’daki bazı rahiplerin erkek çocuklara uyguladığı cinsel tacizler, bu duruma bir örnek teşkil eder. Hank’in ise bu konudaki deneyimleri onu derinden etkilemiştir..
“Ebeveynler çocuklarına cehenneme gideceklerini ya da kör olacaklarını söylerler. Fakat benim babam derdi ki, “Hank biliyorsun. Eğer onu yaparsan, enerji harcayacaksın. Hem orgazm sırasında, hem de günlük sperm üretimi sırasında. Bu yüzden eğer çok fazla yaparsan bunlar birikir ve ömrünü kısaltır. Bu sebepten dolayı ortalama olarak erkeklerin yaşam süreleri daha kısadır.”

-Sadece aklımdan geçenleri söylüyorum.
*Öyle aklımdan geçen her şeyi söylemezsin. Bu kırıcı olur.


15 Aralık 2016 Perşembe

Altamira


İnsanlık tarihine baktığımızda bir çok keşfin, aşırı tepkilere maruz kaldığını ve inkar edildiğini görebiliriz. Bilimin karşısına çıkanı dogmatik bir inançtır çoğu zaman. En meşhur örneklerden biri ise “Ama yine dönüyor” dediği iddia edilen Galileo’dur. Engizisyon mahkemesinin Galileo üzerindeki ağır baskılarından sonra, Galileo çoğu iddiasında vazgeçmiştir. Ancak kalan hayatını ev hapsinde geçirmekten kurtulamamıştır. Meselelerin arkasında yatan dinamikleri anlamak için derine inmek gerekiyor. Öncelikle bilimin ve inancın mekaniklerine bakmakta fayda var.

Bilim, basit bir şekilde çalışır. Öncelikle “gözlem” yapılır. Bu doğada olabilir veya deneyler sayesinde olabilir. Gözlemlenen olgulara “tahmini açıklamalar” getirilir. Bu açıklamalar ile genelleme yapılarak “öngörü” oluşturulur. Ta ki, başka bir gözlem bu öngörünün hatalı olduğunu ortaya koyana kadar... 

Ay ve güneş dünyanın etrafında hareket ediyor – gözlem –, dünya evrendeki her şeyin merkezidir – tahmini açıklama – , demek ki, her şey dünyanın etrafında dönmelidir – öngörü –.  Sonuç olarak, bilim, elbette önemlidir, ancak yeni bir gözlemi, eski bilgiler ışığında değerlendirir. Yenilikçi ve meraklı olan insanın kendisidir... Bu gözden kaçırılmamalıdır.

Öte yandan dogma ne demektir? Değişmeyecek olan kesin ve tartışılmayacak gerçek. Bir şey hakiki ise, neden tartışılmasından rahatsızlık duyulur? İşin arkasına baktığımızda ise görürüz ki, dogmanın arkasında varsayımlar, güvenlik arayışı ve çıkar ilişkileri vardır. Tüm bunların arkasında zihin yatmaktadır. Bedeni hayatta tutmakla görevli olan zihnimiz, değişiklikleri hiç sevmez. Kendi fikrinin aksine bir fikir, zihin için bir tehdit oluşturur ve beyin rasyonel kısmı devreden çıkartarak savunmaya geçer; kaç veya savaş...


Yeni görüş çok güçlü veya mevcut fikirlere yakınsa, aşırı derecede kolay kabul etme eğilimi de ortaya çıkabilir. Bunun reddetmekten pek bir farkı yoktur. Zihin yine devrededir. Bu sefer körü körüne reddetme yerine, körü körüne destekleme ve inanma vardır. Oysa ki tüm yenilikler, keşifler tamamen açık ve meraklı bir ruh hali ortada olduğu zaman gerçekleşir. Zihin ne karşı çıkar, ne de destekler.

Altamira filminde konu alan keşif, Marcelino Sanz de Sautuola tarafından gerçekleşir. Gerçek hikayeye dayanan filmde, amatör arkeolog Marcelino, küçük kızı ile beraber Altamira mağarasını keşfeder. Bu mağaranın duvarlarında muazzam Bizon resimlerine rastlanır. Eski çağlardaki insanların resim yapamayacak kadar ilkel olduğuna inanan bilim adamları Marcelino’yu küçük düşürecek tüm girişimlerde bulunurlar. Öte yandan, kilise de ona karşı cephe alır; onlara göre bu iddialar, İncil’le çelişmektedir. Durumu Galileo kadar vahim olmasa da, keşfinin onaylanmasını göremeden bu hayata veda eder.

İlk zamanlarda karısının bile ona karşı çıktığı Marcelino, kendisinin tahmininden çok daha eski olduğu, daha sonra anlaşılan bu mağara uğruna tüm itibarı yitirmiş ve dışlanmış... Zihinlerin dirençleri, kişisel hesaplar bu muazzam keşfin önünde engel olmuş... Öte yandan, bu hikayenin de doğru olmadığını iddia edenler var. İddia göre fakir bir çoban olan Modesto Cubillas, Marcelino’ya ait olan topraklarda bu mağarayı keşfediyor... 
Kişisel hesaplar halen devam mı ediyor? Kimin bulduğunun gerçekten bir önemi var mı?..

13 Aralık 2016 Salı

Captain Fantastic


Bazen her şeyi bırakıp çekip gitmek mi istiyorsunuz?
Her şey çok fazla mı geliyor? Her şeyin, rekabetin, şiddetin, sevgisizliğin aşırısını mı yaşıyoruz?
Belki de artık basit ve doğal yaşam daha cazip gözüküyor...
Daha azla her şey daha mı iyi olurdu?
Bazen ailemizi veya sevdiklerimizi alıp veya tek başımıza çekip gidesimiz gelmiyor mu?

Captain Fantastic filmi, modern hayatı tamamen bırakmış, ormanda tek başlarına yaşayan, yedi çocuklu bir aileyi konu alıyor. Avlanan, tırmanan, dövüşen, şarkı söyleyen, kendi kendilerine yeten... Tüm bu ilkel hayatın içinde, anne ve babaları tarafından eğitim alan çocuklar, anayasayı, klasik müzikleri, filozofları ve tüm ideolojileri öğrenmektedir. 
“Burada, yarattığımız şey belki de tüm insan varoluşu içerisinde eşsiz bir şey. Cumhuriyet dışında bir cennet yarattık. Çocuklarımız filozof kralları olacak. Bu, beni tarif edilmez şekilde mutlu ediyor... Burada iyiyiz. Hareketlerimizle tanımlanırız, sözlerimizle değil.”
Hayat, onlar için bu şekilde devam ederken, anne önce hastalanır ve tedavi için ebeveynlerinin yanına gittiğinde intihar ederek bu dünyaya veda eder. Bu olay tüm aileyi derinden sarsar. Ancak özellikle küçük oğulları bu olaydan dolayı babasını suçlar ve ondan nefret eder...

Annenin cenaze törenine katılmak için aile yola çıkar, artık son bir görev vardır: Annenin isteği üzerine cesedin yakılması... Anne ailesi gibi Hristiyan değil, Budist inanışlarla yaşamaktadır. Önlerindeki tek engel ise oldukça zengin büyük-babadır...


Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, doğada son derece sağlıklı ve güçlü yetişen çocukların şehirdeki insanları gördükleri sırada verdikleri tepkidir:
“Bu kişiler hasta mı? Hepsi çok şişman...”                                   “Kola ne baba? – Zehirli su...”
Baba çocuklarına şehir hayatına hakim sistemi anlatmaya çalışır. Demokrasi kılıfı altında rekabete ve tüketime dayandırılan kısır döngü mevcuttur. Her şeyin daha fazlasını hedefleten bir zihniyet ile eğitilen insanları şu şekilde tarif eder:
“Amerikanın işi, iş dünyasıdır... Demokrasimiz, insan tarihindeki sosyal adaletin parlak ışıklarından bir tanesi. Yine de birçok vatandaşımız başlıca sosyal etkileşimleri olarak çılgınlar gibi alışveriş yapar...” 
Öte yandan çocuklar diğer insanlarla etkileşime girmeye başladıklarında fark ederler ki, o dünyaya göre tamamen farklı ve gariptirler. Ailecek dünyayı dışladıkları için, aslında kendileri de dışlanmış durumdadırlar. Anne ve babanın kendilerince verdikleri son derece kaliteli gibi görünen eğitim ise sadece ebeveynlerinin bakış açısını içerir. Bütün rejimler, hangisi olursa olsun, ayrımcıdır, çünkü ötekileştirme vardır. İkiliğin olduğu yerde ise çatışma kaçınılmazdır. Anne ve baba, çocuklarına ne verirlerse versinler, bilgi geçmişe dayalıdır. Öğrenmeyi ve kendini keşfi içermemektedir. Kendimizi keşif için en güçlü aletlerden biri ise diğerleri ile olan ilişkilerimizdir. Materyalistik anlamda azla yetinen aile, fikirler ve düşünce olarak pek de azla yetinmemektedir. Ailenin kendi içlerinde bağları oldukça güçlü olsa da ideolojiler onların kafasını karıştırmaktadır. 

Tek Başınalık ve Yalnızlık

Anne ve baba iyi niyetle hareket edip, bir cennet fikri ile başlarlar, ancak vardıkları yer “yalnızlık”tır. Dünya’dan ayrı kalmış ve çocukları da buna kurban etmişlerdir. Belki de amaçları “tek başınalık”tır. Tek başına kalabilmek, bambaşka bir durumdur. Dış dünyanın tam içinde olabilir, ancak arzu arayışından kurtulmuş, tüm amaçlardan arınmış bir şekilde tek başınıza olabilirsiniz. Diğer kişiler ile iletişimde olup, onlardan farklı değil de, onlarla derinde bir yerde bütün hissedebilirsiniz. Tüm ilişkiler, bu bağı sağlamlaştırmak için size ipuçları vermektedir. Aksi takdirde fizana da gitseniz veya Mars’a, içindeki boşluk size yalnızlıktan başka bir şey sağlamayacaktır. Her şeyden uzaklaşıp kendini ayırmak ayrımcılığın başka bir boyutudur. Ne olursa olsun, hepimizin ortak yansımasıdır dünya... Eğer bu şekilde bakmazsak, taraf olursak, kutuplaşmayı destekliyor oluruz... 



Filmin sonunda ise, baba artık pes eder ve büyük oğlunu dünyanın başka bir tarafına yolcu eder. Bir baba ve oğul ilişkisi adına güçlü olan bu sahnede, baba oğluna son nasihatlarını verir:
“Her daim doğruyu söyle. Her zaman ana yolu kullan. Her gününü, son gününmüş gibi yaşa. Tadını çıkar. Maceracı ol, cesur ol, fakat tadını çıkar. Sakın ölme. Şimdi git buradan...”