30 Haziran 2017 Cuma

Bulutlar


Bak bulutlara,
Girmeye çalışıyor mu bir şekle?

Bazen beraber, bazen ayrı...
Gördün mü, yanlış şekle gireni?

Bazen rüzgarlı, bazen dingin hava...
Ediyorlar mı hiç şikayet?

Bak bulutlara,
Nasılda uyumlular, doğanın gizemi ile...

Sadece oldukları gibi,
Eğleniyorlar sanki bizimle...

29 Haziran 2017 Perşembe

Bokeh


Sevgilinizle İzlanda’ya gittiniz ve tatildeyken sabah uyandınız... Bir de gördünüz ki, etrafta sizden başka kimse yok! Her şey çalışıyor ancak kimse yok. Ne yapardınız?

Tüm ada, tüm arabalar, eşyalar, evler, oteller sizin olsaydı ne yapardınız? Tüm her şeyin keyfini çıkardıktan sonra, hala aynı keyfi alır mıydınız? Bilinçaltının çalışma prensiplerine göre sıkılmaya başlardınız, çünkü benzer şeyleri yaptıkça öğrenen beynimiz yeni olmayan deneyimlerden aynı tadı almıyor... Tüm yeni deneyimler bitince ne yapardınız?

Her zaman yaptıklarımız, bize öğretilen ve bizim öğrendiğimiz davranışları tekrarlar mıydınız? Ders çalışır mıydınız? İşe gider miydiniz? Fotoğraf çeker miydiniz? Gelecek hakkında endişelenir miydiniz? Güzellik veya statü için uğraşır mıydınız? Selfie çeker miydiniz? Başkasının olmadığı İnternet’i kullanır mıydınız?

Geçmişi dert eder miydiniz? Eve dönmek, alıştığınız yerlere dönmek ister miydiniz? Tüm hafızanızda olan hatıralar sizin için ne kadar kıymetli olurdu? Tüm bu hatıraların hayatımızı oluşturduğunu anladığımızda hala onlara kıymet verir miydiniz? Anıların depolandığı beynimizle bu kadar özdeşleşmek bize ne katıyor? Bizden neler götürüyor...

Bokeh, birden bire İzlanda’da tek başlarına kalan çiftin fantastik hikayesini konu alıyor... Önce dehşete kapılan çift, bir süre ellerindeki nimetin tadını çıkartıyorlar; ancak sonrasında zihinleri çıkmaza giriyor...

Tüm ümidiniz bittiğinde Tanrı’yı suçlar mıydınız? Tanrı, mutlu zamanlarımızda şükrettiğimiz, başımız sıkıştığında suçladığımız bir şey mi? Tanrı nedir? Hayat nedir? Hiç bunları derinlemesine düşündük mü? Yoksa bize ezbere verilen hayat planını takip etmeye devam mı ediyoruz? Acılardan kaçarak, arada bir yakaladığımız hazlar  bizi mutlu mu ediyor?


Filmde belki de bu soruların hiç birinin cevabı yok... Belki de var. Ancak tüm bu soruları sorduran bir film...

“Tanrının bizim için planı, yarattığı dünyada yaşamamız...”

23 Haziran 2017 Cuma

A Monster Calls


Bazılarımızın hayatında öyle bir dönem vardır ki, çocuk olamayacak kadar büyümüş, yetişkin olamayacak kadar küçüktür... Özellikle de şartlar bizi erken olgunlaşmaya, bazı sorumluluklar almaya ittiği zamanlarda.

Bebek olarak hayatımızda geldiğimizde çok cesuruzdur. Bir süre sonra geldiği dünyayı, çevreyi ve bedenini fark eden zihin, çok korumasız bir bedene sahip olduğunu görür. Bunu gördükten sonra sahip olduğu anne ve baba onun için daha önemli hale gelir. Bir çocuk için ebeveynler hayatta kalmak ile eşdeğerdir. Hem dışsal hem de içsel olarak onları kurtarmak için ellerinden geleni yaparlar. Eğer anne ve baba, ruhen veya fiziksel olarak orada değilse, çocuk ya “onun için” ya da “onun gibi” yapar... Boşanmış bir ailede erkek çocuk giden babanın yerini doldurur veya hasta olan bir anneye sahip çocuk, annesine bir anlamda ebeveynlik yapmaya kalkışabilir ancak onun acısını paylaşmak anneye yaklaşmak için tek seçenek gibi gözükür...


A Monster Calls filminin kahramanı Conor’ın babası yurt dışında yaşamaktadır ve babasının ikinci evliliğinden de bir evladı vardır. Conor'ın annesi ise oldukça hastadır... Anneannesi destek olmak adına onların evine gelir ancak Conor onunla pek anlaşamaz... Tüm bu yaşadıklarının yanı sıra Conor rüyasında dev bir ağaç kılığındaki canavar ile mücadele vermektedir.

Rüyasındaki canavar Conor’ın korkuları ile yüzleşmesine yardımcı olmaya çalışmaktadır. Ona çeşitli hikayeler anlatarak ona aydınlatmaya çalışır... Daha derin bir çerçeveden baktığımızda, Conor’ın hasta olan annesinin hastalığının bir anlamı vardır. Annesi muhtemelen aileden birini takip etmektedir... Her kişinin, her olayın ardına baktığımızda bir önceki kuşaklardan taşınan kaderler olduğu ortaya çıkar. Ortada ne failler ne de kurbanlar kalır... Sadece olan olaylar vardır... Yüzeydeki hikayeler bir masal haline gelir. Gerçek, derindeki gerçek rahatlatıcıdır. Yorum yapmadan, eleştirmeden...


Ailedeki büyüklerimiz -hayatta olsalar da, olmasalar da- böyle durumlarda yanımızdadırlar... Ve yapılacak tek şey, onlara bakmak onlara şunu söylemektir: “Teşekkür ederim...
Conor, canavarın anlattığı hikayeleri anlamakta zorluk çeker. Her zaman anlatılan hikayelerde olduğu gibi mutlu sonlar, iyi ve kötüler yoktur. Hikayelerin hepsinde haksızlığa uğrayan birileri vardır. Canavar ona durumu şöyle açıklar:
“Çoğu gerçek kandırmaca gibi gözükür. Her zaman iyi kişi olmaz, Conor. Hep kötü biri olacak bir şey de yok. Çoğu insan ikisinin ortasında bir yerdedir. Rahatlatıcı yalanlara inanırız, çünkü yalanları gerekli kılan doğrunun acısını biliriz. Nihayetinde Conor... Önemli olan ne düşündüğün değildir. Ne yaptığındır.”
“Rüya nedir Conor? Diğer her şeyin rüya olmadığını kim söyleyebilir?..”

NOT: Canavar porsuk ağacıdır; porsuk ağacı, ölümsüzlüğün, dönüşümün simgesi, atalarla bağlantı kurmanın aracı olarak görülen ‘kutsal’ ağaçtır. 

 

16 Haziran 2017 Cuma

Sürtünme Olmasaydı


Sürtünme olmasaydı eğer, sürüklenirdik buzun üzerinde sonsuza kadar...
Direnç olmasaydı eğer, hiç bir araba yol alamazdı...

Sessizlik olmasaydı eğer, hiç bir şarkı olmazdı...
Boşluk olmasaydı eğer, Dünya olmazdı...

Yatağı olmasaydı, nerede akardı nehirler?
Vermeseydik eğer, nasıl alırdık nefesi?

Ölüm olmasaydı eğer, nasıl olabilirdi yaşam?
Anlayış olmadan, nasıl yaşarız hayatı?..

15 Haziran 2017 Perşembe

The Girl King

Ataerkil toplumların en önemli dinamiklerin biri şudur: Kadınlar genellikle ikinci plana atıldıkları ve ezildikleri için kadın, içten içe kız çocuğu doğurmak istemez, çünkü kadın olmak zordur... Hatta bazen değersizlik ve bazen de cadılıktır... Bu sebeple içgüdüsel olarak erkek çocuk, anneye bakabilecek ve onu koruyacak çocuk olacaktır. Oysa ki, erkek çocuk bir yandan annesine çok bağlıyken, diğer yandan babasına ve erkeklere uzak kalacaktır. Bu durum da genellikle “anasının kuzusu” ve çoğunlukla da çapkın erkekleri ortaya çıkartırken, “babasının kızı” çocuklar ortaya çıkar. Lakin kızlar bu sistemde ön plana çıkmak istiyorsa ‘erkek gibi’ olmak zorundadırlar. Bu durum pek sağlıklı olmasa da sistemik açıdan bir denge sağlanmıştır.


Özellikle de Ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi Kraliyet ailesinde yetişen bir kadın ise, Kraliçe olmak için erkeksi yönlerini geliştiren kişi, eş-cinsel özellikler bile gösterebilir. Bunun tam tersi de geçerlidir. Lakin tarihte bunların örnekleri pek çok kez karşımıza çıkmıştır.

Tarihteki en ilginç örneklerden biri İşveç Kraliçesi Kristina... Tam bir erkek gibi yetişen Kristina hiç bir erkekle evlenmemiş ve ülkesini tek başına yönetmiştir. Çocukluk travmaları ile annesinden kopuk büyüyen Kristina’nın kadınlarla olan ilişkisi onun hakkındaki filme konu olmuştur. Kadınlara has empati yeteneği ve duygusallığın aksine, O felsefeye çok önem vermiştir. Aynı dönemde yaşayan Fransız Filozof Rene Descartes’tan çok etkilenmiş ve kendisini İsveç’e davet etmiştir.

Oysa “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü ile ünlü Descartes, insanı düşünce ve beyin ile sınırlayan bir bakış açısına sahiptir. Belki bugünün en problemi olan düşüncelerle özdeşleşme ilk defa bu kadar net ifade edilmiştir. Descartes, bugünlerde 3.Göz diye tahmin edilen Epifiz Bezini de tüm davranışlarımızdan sorumlu tutmuş, ruhun orada oturduğunu iddia etmiş ilginç bir kişidir.


Öte yandan Kristina gibi kişilerin sadece şanlı geçmişlerine ve başarılarına bakmak resmin sadece bir kısmına bakmaktır. Oysa ki yaşanan her olay veya başka kişi veya cinsiyet ile özdeşleşme yanında hediyeler getirir. Eril tarafı çok baskın bir kadın, daha sonra dişil tarafı ile barışsa da, gerektiğinde eril tarafını kullanabilir. Bu yönü ile de bir çok eylem gerçekleştirmiş olabilir.

Oysa sağlıklı eril-dişil dengesi ilişkiler için gereklidir. Kadın annesinde alarak dişil tarafını güçlendirirken, erkek de babasına ihtiyaç duyar. Aksi halde, bilinçaltı seviyesinde kız babasını arar, erkek de annesini... Hiç bir kadın veya erkek bu arayışı sonlandıramaz. Kendi dinamikleri anlayan bir çiftin, bağımsız olarak kendi durumları üzerinde çalışması gerekir. Kazanılan anlayışla, birbirini tamamlayacak çift, karşısındakini olduğu kişi gibi görmeye başlayabilir.

Sonuç olarak Kristina, savaşmak yerine barış taraftarı olmuş, o dönem için zor olanı seçmiştir. Yönettiği dönemde kültür ve sanata verdiği önem ile tüm Avrupa’nın kültürel değerlerini olumlu anlamda etkilemiş biridir. Belki içeride bir yerde ilgi ve şefkat isteyen, görülmek isteyen bir çocuk yaşarken, sonunda bir çok yapılmış olumlu iş tüm bunların hediyesidir...

12 Haziran 2017 Pazartesi

J'enrage de Son Absence

Acı kaybımız” diye ilanlar veririz... Gerçekten de acımız derin ve büyüktür. Özellikle de bu dünyadan göçen ruhun bedeni küçükse... Haksızlıktır bu! Kimse kendi çocuğunu toprağa vermemelidir... Acının boyutunu ancak yaşayan bilebilir...

Böyle durumlarda söylenecek çok fazla bir şey de olmaz. Bazen suçlanacak kişiler ve en nihayetinde isyan ettiğimiz Tanrı olabilir sahnede... Ancak eninde sonunda olanla yüzleşmekten başka bir çare yok gibidir. Yüzleşmenin mümkün olmadığı anlarda ise, kalanlar ölü gibi yaşamaya başlarlar...


Filmin kahramanı Jacques, oğlunun ölümünden sonra bir türlü kendine gelememiştir. Karısını bırakmış, onun peşinden gelmesini beklemiştir. Bu gerçekleşmeyince, kendine işine vermiş ve bitkin bir hayat yaşamaktadır. Daha sonrasında, eski eşi hayatına devam etmiş, yeniden evlenmiş ve hatta çocuğunun öldüğü yaşlarda bir çocuğu olmuştur.

Jacques, babasının ölümü ile memlekete geri döner ve eski karısını arar. Onun yeni evliliğinden olan çocuğu ile tanışır. Daha sonra çocukla ebeveynlerinin haberi olmadan yakın bir ilişki kurar. Ölen oğlunun yerine yarı kardeşini koyar... Tüm mal varlığını ona bağışlamak ister, oysa aralarında hiç bir kan bağı yoktur. Kendi oğlunun yerine bu çocuğu koyması pek de uygun bir davranış değildir, öte yandan annesi henüz ilk çocuğunun eşyaları ile vedalaşmamıştır...

Çoğu zaman bu tip acıklı filmleri seyretmek bile istemeyiz; seyrettiğimiz zaman ise hemen etkisinden kurtulmak, mevcut rutine dönmek isteriz. Burası bizim oluşturduğumuz güvenli alandır. Oysa bize dokunuyorsa, çok yüksek ihtimal ya bizim de bir kaybımız vardır ya da ailemizde/atalarımızda benzer olaylar yaşanmıştır. Derindeki bir mekanizma bu olaylar ile yüzleşmemizi ve onun üzerinden geçerek büyümemize imkan vermek ister...


Çocuk Kayıpları
Aile sistemi çalışmalarında gördüğümüz gibi çocuk kayıpları – ki bunlara kürtaj ve düşükler dahildir – hayatımızı etkiler... Hatta annemizin veya anneannemizin kayıpları da bunlara dahildir. Diğer bir önemli konu ise çocuk kayıplarının ebeveynlerin arasını açma ihtimalidir. Acıyı farklı boyutlarda yaşayan eşler birbirine destek olamayabilir veya herhangi bir sebepten dolayı birbirini suçlayabilir. Özellikle kürtaj durumunda, baba olayın dışında durursa veya dışı itilirse kadın bu olayı yalnız yaşamak zorunda kalır.
Bert Hellinger der ki: “Bir kadın hamile kaldıysa, artık annedir.”
Oysa tüm ölüm vak'alarında olması gerektiği vedalaşma ve yas tutma gereklidir. Olayın olduğu gibi görülmesi ve yaşanması süreçlerin sağlıklı ilerlemesi için uygun olur.

Kayıp
Tecrübelerimize göre söyleyebiliriz ki, bugün dünya üzerinde yaşayan herkes yaklaşık 150 sene ölecektir. Kimse burada olmayacaktır. Aklınıza gelen herkes için geçerlidir bu. Biz ise ölen kişiler için, kayıp kelimesini kullanırız. Kaybetmek fikrinin ardında sahip olmak fikri yatmaktadır. Benim kavramı zihnin en temel yanılgılarından biridir. Hiç kimse hiç kimsenin ve hatta hiç bir şeyin şeyin gerçekten sahibi değildir. Her şey geçicidir. Her şey bu dünyanın dinamikleri ve bedenimizle sınırlıdır. Kalıcı olan ise özümüzdür; ruhumuzdur... Ruhun yaşı, cinsiyeti var mıdır? Ruh ölür mü?.. Bizi hayata getiren anne babamız mı bizi yaratan? Yoksa Yaradan mı?

Eğer ruha inanmıyorsanız, o halde hiç probleminiz olmamalıdır. Çünkü zaten bu bedenin toprağa gideceğini biliyorsunuz... Kaybedecek ne var ki?


Öte yandan, gerçekten kim olduğunuzu inceliyor, zihnin ötesine geçerek bunun farkına varabiliyorsanız, o halde tüm Evreni, Tanrıyı anlamışsınız demektir. Tüm olayların ardında ailemiz, onların ardında onların ailesi ve en sonunda da Tanrı’yı bulursunuz. Onun her şeyden haberi olduğuna göre ortada yargılanacak fazla bir şey de yoktur.

Dünya sonsuz güçlerin yönettiği bir oyun gibidir; bizden daha büyük güçlerin oyununu anladığımızda, bu anlayış bizim hayattan keyif almamız ve bütün bir parçası olarak hareket etmemizi sağlar...

Bu açıdan bakmaya başladığımızda kişilik ve zihin ile özdeşleşme azalır. Zamanla azalacak ve bitecek  acı hala oradadır ancak ıstırap yok olmuştur...

10 Haziran 2017 Cumartesi

Öğretmenim Mori ile Salı Buluşmaları (Tuesdays with Morrie)

Hayatın koşuşturmacası bizi öylesine içine alır ki, bazen zamanın nasıl geçtiğini anlamayız. Bedenimizin yaşlanmaya başladığını ve daha kötüsü ruhumuzun ferini yitirdiğimizi fark etmeyiz. Hikayemiz ve suçladığımız kaderimize teslim olmuş gideriz... Beynimizi kısa süreli de olsa mutlu eden hormonların salgılanması bizi hayatta tutar. Endorfin ve Dopamin her yerdedir... Yasa dışı maddelerden tutun da, sosyal medyada alınan beğenilere kadar her yer bu hormon tuzakları ile dolu... İşin en kritik yanı ise, her seferinde dozajın artması gerekiyor, çünkü bir önceki seviye alışılmış olduğunda aynı miktardaki hormonu bize sağlamıyor; daha fazlası daha fazlası... Hedefler ve hedefler: Para, kariyer, cinsellik, yemek, alışveriş, unvan, ben, ben, ben....

Sonu ise tükenmişlik sendromu, bir hastalık veya depresyon... En sonu ise malum son; yaşanmamış, bir hedef peşinde koşturulmuş bir hayat!..


O, hala hayattayken kendi cenaze törenini düzenleyen biri... O Öğretmen Mori!
Sahip olduğum tek şey sesim. Yalandan korunmak adına... Yalanla yıkanmış yetkiler, Göklere uzanmış vaatler.
Kimse yalnız var olamaz. Ne yoksul, ne de polis, açlık kimlik tanımaz.
Birbirimizi sevelim, yoksa bırakın ölelim.
Sıra dışı bir öğretmen olan Mori’nin öğrencilerinden Mitch, yıllarca ziyaret etmek istemiştir. Ancak bu buluşmayı öğretmeni çok hasta ve ölüme yaklaştığında gerçekleştirir. Kendisi çok meşgul bir spor yorumcudur ve kız arkadaşı ile ciddi problemler yaşamaktadır. En büyük hayat dersini yine öğretmeni Mori verecektir. Her hafta Salı günü yaptığı ziyaretler onun için iple çektiği buluşmalar haline gelir... Mori ona ölüm ve yaşamla ilgili dersler verir.

Ölmek
Öğretmen Mori der ki, “Ölmeyi bilirsen, yaşamayı da bilirsin.” Ölmek fikrinde kaçmadığımızda bize muazzam bir farkındalık kazandırır... Bu dünya ile ilgili olan dertlerimiz küçülür, erir gider. Diyelim ki, öleceğinizi tarihi kesin olarak bilseydik neler yapardık? Şu anda dert ettiğimiz şeyler, yakın zamanda hedeflediğimiz neyse hala önemi korur muydu? Ne yapardık? Veya kim oldurduk?

Oysa ne olursa olsun, ölüm hakkında konuşmak rahatsız edici, değil mi? Nereden çıktı şimdi bu?  Ne güzel yaşayıp gidiyorduk? Bu rahatsızlığın ardında korku var elbette. Ölmekten korkmanın ardında ise yok olma korkusu veya ölümden sonra cehenneme gitme korkusu vardır... Yaradan bizleri sadece ödüllendirmek ve cezalandırmak için mi yarattı? Elbette, yapılan davranışların sorumluluğunu bu dünyada ve belki öbür dünyada taşıyoruz. Ancak Yaradan sonsuz bir bağışlayıcılığı yok mu? Hepimizin ruhuna ondan bir parça üflenmedi mi? Tüm hesaplar verildiğinde, en sonunda bir olmak yok mu?

Asıl önemli olan ise korkunun beslenme yuvası olan zihnimizin içerisi... Sevgi dışındaki tüm duygu ve düşüncelerin kaynağı olan zihnimiz. Zihin, acıyı ve hazzı kronikleştirir. Acıdan kaçmak, hazzı tekrar etmek için devalı uğraşır ve bu deneyimler karşılığında hormonlar üretir.


Öğretmen Mori ölümü olduğu gibi karşılar: “Ölmenin nasıl bir şey olduğunu anlatayım mı? Ölüm üzülecek bir şey, bunu inkar etmiyorum. Ancak mutsuz yaşamak daha üzücü...” Ve onun için her yaşın keyfini çıkarmak, yaşamanın kilit noktalarından biridir:
“Ben de genç oldum, genç olmanın acısını iyi bilirim. Yaşlanmak çürümek değildir, aynı zamanda büyümektir de. 22 yaşımı yaşadım, şimdi de 78 yaşımı yaşıyorum. Yaşlanmaktan korkmak ne demek biliyor musun? Anlamını bulmayan yaşamlar.”
Sessizlik
“Neden sessizlik insanları bu kadar ürkütür? Neden havada uçuşan kelimeler olmayınca insanlar kendilerini rahat hissedemez?”
Sessizlik, zihin için hiçbir şey yapmamak demektir. Oysa zihin derindeki korkularının yerine farklı ürünler çıkarmıştır piyasaya... Bunların çoğu bağımlılıklardır: Düşünce ve devamlı bir şeyler yapma bağımlılığı... İnsanın kendisi ile yüzleşmesini önleyecek her şey. Bu sebepten dolayı sessizlik onun için ölümden farksızdır. Oysa ancak sessiz ve dingin bir zihin ile kendimizin farkına varabiliriz. Kim olduğumuzun cevapları zihinde değil; kalbimizde veya sezgilerimizdedir...

Kabullenmek

Zihnin bizi bilgi ve deneyimlerine esir eder. Geçmişe bakarak geleceği tasarlamaya çalışır. Bu tutsaklıktan çıkmak için, başımıza gelen olayları olduğu gibi görmek ve kabul etmek kilittir. Bu kendimizi kandırmak değildir; bu, çeldiricilere, dikkat dağıtıcılara kanmak değildir... Henüz işin başındaysak; haksızlığa uğradığımız için öfkelenmek, sonra üzgünlük ve ağlamak... Tüm duyguların gelip gitmesine izin verdiğimizde, sıra olanı olduğu gibi görmektedir. Yargılar ve filtreler olamadan... Hikayemiz olmadan... Kabul tünelin sonunda bizi beklemektedir...

6 Haziran 2017 Salı

Gölgemiz

Yaşadığımız acı dolu deneyimler ve travmalar sırasında, acı dayanılmaz ise ve özellikle de kaçmanın veya savaşmanın mümkün olmadığı durumlarda, beynimiz bizi hayatta tutmak adına, son şansını kullanır ve donma tepkisi verir. Bu durumda acılı bölüm ayrıştırılır... Karşılığında ise bir “hayatta kalma parçası” ortaya çıkar... Bu parçamız iyi ve kötü değildir... Amacı bizi hayatta tutmaktır. Kimi zaman aşırı neşeli, kimi zaman güçlü, kimi zaman bilge, kimi zaman da yaratıcıdır... Öte yandan, olayın yaşandığı yaşta kalan bir parça veya parçalarımız vardır.  Bu parçalarımız benzer durumlarda tetiklenir ve birden bire bir çocuk, kurban veya tepkili bir kısım çıkar ortaya...


Bu parçalar çoğaldıkça ve derinleştikçe, parçalanmış kişilikler ortaya çıkar... Dönem dönem bazı kişilikler kontrolü ele geçirir... Bazen kişilik parçalarımız farklı farklı özellikler gösterirler. Birisi hasta iken, öteki çocuk ve bir diğeri ise sanatçıdır... Biri çocukluk çağında kalmış bir parça, diğeri ise her şeyi kontrol etmek isteyen ve kontrolü daha güç bir kısım olabilir... İleri aşamaları ise kişilik bozukluklarına kadar gidebilir.

Birçok farklı kişiliğin, farklı psikolojik ve fizyolojik özellikleri olması, zihnimizin ne kadar manipülatif olabileceğini kanıtlar niteliktedir. Artık bilimsel olarak da ispatlanmaya başlandığı gibi, bir çok hastalığın kökeninde zihinsel duygu ve düşünceler yatmaktadır. Diğer bir gerçek ise atalardan taşıdığımız genler ise bize ait olmayan duygu ve düşünceler sayesinde beynimizin kodlanmasıdır. Güzel haber ise şudur: Epigenetik, bu genlerin kişinin bakış açısını ve anlayışını değiştirdiği zaman açık veya kapalı konuma geldiğini gösteriyor...
Beyinden ibaret olmadığımıza göre, 'kişilik' beynin ürettiği anlık tezahürlerden başka bir şey değildir.
Anlayışı derinden değiştiğinde, artık beyin kontrolü bırakır... Parçalarımız ise birer hediye olarak oradadır. Hakikat ise her zaman iyileştiricidir. Reddettiğimiz yönümüzü görmeye başladığımızda büyümeye, olgunlaşmaya başlarız. Tüm parçalar kendi özellikleri ile birleşir ve tamamlanma gerçekleşir. Daha önce reddettiğimiz veya kendimizi fazlaca özdeşleştirdiğimiz kısımlar ise artık sadece biz istediğimizde devreye girer.


Gölge olması için ışık da olmak zorundadır. Bir taraf ışıktadır, diğer taraf ise karanlıktadır... Biri diğerini işaret eder... Gölge tarafımızı fark ettiğimizde bütünleşme yolunda bir adım daha atılmış olur. İlk aşama bu gerçekle yüzleşmektir. Bu kısım karanlık ve zor olabilir. Kendimize hiç yakıştırmayacağımız gölgelerimiz olabilir. “Her bir insanda insanlığın tüm halleri vardır.” Demiş Montaigne... Önemli olan noktalardan biri ise, kendimizde övündüğümüz parçaların da bizim önümüzde bir engel oluşturmasıdır. Parçaları iyi veya kötü olarak nitelendiren bizleriz; tüm parçalar bütünleştiğinde, özdeşleşme ortadan kalkar ve bir sonraki aşamada gerçekten kim olduğumuzu görmeye başlarız.