30 Haziran 2017 Cuma
29 Haziran 2017 Perşembe
Bokeh
Sevgilinizle İzlanda’ya gittiniz ve tatildeyken sabah
uyandınız... Bir de gördünüz ki, etrafta sizden başka kimse yok! Her şey
çalışıyor ancak kimse yok. Ne yapardınız?
Tüm ada, tüm arabalar, eşyalar, evler, oteller sizin olsaydı
ne yapardınız? Tüm her şeyin keyfini çıkardıktan sonra, hala aynı keyfi alır
mıydınız? Bilinçaltının çalışma prensiplerine göre sıkılmaya başlardınız, çünkü
benzer şeyleri yaptıkça öğrenen beynimiz yeni
olmayan deneyimlerden aynı tadı almıyor... Tüm yeni deneyimler bitince ne
yapardınız?
Her zaman yaptıklarımız, bize öğretilen ve bizim
öğrendiğimiz davranışları tekrarlar mıydınız? Ders çalışır mıydınız? İşe gider
miydiniz? Fotoğraf çeker miydiniz? Gelecek hakkında endişelenir miydiniz? Güzellik
veya statü için uğraşır mıydınız? Selfie çeker miydiniz? Başkasının olmadığı İnternet’i kullanır mıydınız?
Geçmişi dert eder miydiniz? Eve dönmek, alıştığınız yerlere
dönmek ister miydiniz? Tüm hafızanızda olan hatıralar sizin için ne kadar
kıymetli olurdu? Tüm bu hatıraların hayatımızı oluşturduğunu anladığımızda hala
onlara kıymet verir miydiniz? Anıların depolandığı beynimizle bu kadar
özdeşleşmek bize ne katıyor? Bizden neler götürüyor...
Bokeh, birden bire
İzlanda’da tek başlarına kalan çiftin fantastik hikayesini konu alıyor... Önce
dehşete kapılan çift, bir süre ellerindeki nimetin tadını çıkartıyorlar; ancak
sonrasında zihinleri çıkmaza giriyor...
Tüm ümidiniz bittiğinde Tanrı’yı suçlar mıydınız? Tanrı,
mutlu zamanlarımızda şükrettiğimiz, başımız sıkıştığında suçladığımız bir şey
mi? Tanrı nedir? Hayat nedir? Hiç bunları derinlemesine düşündük mü? Yoksa bize
ezbere verilen hayat planını takip etmeye devam mı ediyoruz? Acılardan kaçarak,
arada bir yakaladığımız hazlar bizi
mutlu mu ediyor?
Filmde belki de bu soruların hiç birinin cevabı yok... Belki de var. Ancak tüm bu soruları sorduran bir film...
Filmde belki de bu soruların hiç birinin cevabı yok... Belki de var. Ancak tüm bu soruları sorduran bir film...
“Tanrının bizim için planı, yarattığı dünyada yaşamamız...”
23 Haziran 2017 Cuma
A Monster Calls
Bazılarımızın hayatında öyle bir dönem vardır ki, çocuk olamayacak kadar büyümüş, yetişkin olamayacak kadar küçüktür... Özellikle de şartlar bizi erken olgunlaşmaya, bazı sorumluluklar almaya ittiği zamanlarda.
Bebek olarak hayatımızda geldiğimizde çok cesuruzdur. Bir
süre sonra geldiği dünyayı, çevreyi ve bedenini fark eden zihin, çok korumasız bir bedene sahip olduğunu görür. Bunu
gördükten sonra sahip olduğu anne ve baba onun için daha önemli hale gelir. Bir
çocuk için ebeveynler hayatta kalmak ile eşdeğerdir. Hem dışsal hem de içsel
olarak onları kurtarmak için ellerinden geleni yaparlar. Eğer anne ve baba,
ruhen veya fiziksel olarak orada değilse, çocuk ya “onun için” ya da “onun gibi”
yapar... Boşanmış bir ailede erkek çocuk giden babanın yerini doldurur veya hasta
olan bir anneye sahip çocuk, annesine bir anlamda ebeveynlik yapmaya kalkışabilir
ancak onun acısını paylaşmak anneye yaklaşmak için tek seçenek gibi gözükür...
A Monster Calls
filminin kahramanı Conor’ın babası
yurt dışında yaşamaktadır ve babasının ikinci evliliğinden de bir evladı vardır. Conor'ın annesi ise
oldukça hastadır... Anneannesi destek olmak adına onların evine gelir ancak
Conor onunla pek anlaşamaz... Tüm bu yaşadıklarının yanı sıra Conor rüyasında dev
bir ağaç kılığındaki canavar ile mücadele vermektedir.
Rüyasındaki canavar Conor’ın korkuları ile yüzleşmesine
yardımcı olmaya çalışmaktadır. Ona çeşitli hikayeler anlatarak ona aydınlatmaya
çalışır... Daha derin bir çerçeveden baktığımızda, Conor’ın hasta olan
annesinin hastalığının bir anlamı vardır. Annesi muhtemelen aileden birini
takip etmektedir... Her kişinin, her olayın ardına baktığımızda bir önceki
kuşaklardan taşınan kaderler olduğu ortaya çıkar. Ortada ne failler ne de
kurbanlar kalır... Sadece olan olaylar vardır... Yüzeydeki hikayeler bir masal
haline gelir. Gerçek, derindeki gerçek rahatlatıcıdır. Yorum yapmadan, eleştirmeden...
Ailedeki büyüklerimiz -hayatta olsalar da, olmasalar da- böyle durumlarda yanımızdadırlar... Ve yapılacak tek şey, onlara bakmak onlara şunu söylemektir: “Teşekkür ederim...”
Conor, canavarın anlattığı hikayeleri anlamakta zorluk çeker. Her zaman anlatılan hikayelerde olduğu gibi mutlu sonlar, iyi ve kötüler yoktur. Hikayelerin hepsinde haksızlığa uğrayan birileri vardır. Canavar ona durumu şöyle açıklar:
“Çoğu gerçek kandırmaca gibi gözükür. Her zaman iyi kişi olmaz, Conor. Hep kötü biri olacak bir şey de yok. Çoğu insan ikisinin ortasında bir yerdedir. Rahatlatıcı yalanlara inanırız, çünkü yalanları gerekli kılan doğrunun acısını biliriz. Nihayetinde Conor... Önemli olan ne düşündüğün değildir. Ne yaptığındır.”
“Rüya nedir Conor? Diğer her şeyin rüya olmadığını kim söyleyebilir?..”
NOT: Canavar porsuk ağacıdır; porsuk ağacı, ölümsüzlüğün, dönüşümün simgesi, atalarla bağlantı kurmanın aracı olarak görülen ‘kutsal’ ağaçtır.
16 Haziran 2017 Cuma
Sürtünme Olmasaydı
Sürtünme olmasaydı eğer, sürüklenirdik buzun üzerinde
sonsuza kadar...
Direnç olmasaydı eğer, hiç bir araba yol alamazdı...
Direnç olmasaydı eğer, hiç bir araba yol alamazdı...
Sessizlik olmasaydı eğer, hiç bir şarkı olmazdı...
Boşluk olmasaydı eğer, Dünya olmazdı...
Boşluk olmasaydı eğer, Dünya olmazdı...
Yatağı olmasaydı, nerede akardı nehirler?
Vermeseydik eğer, nasıl alırdık nefesi?
Vermeseydik eğer, nasıl alırdık nefesi?
Ölüm olmasaydı eğer, nasıl olabilirdi yaşam?
Anlayış olmadan, nasıl yaşarız hayatı?..
Anlayış olmadan, nasıl yaşarız hayatı?..
15 Haziran 2017 Perşembe
The Girl King
Ataerkil toplumların en önemli dinamiklerin biri şudur:
Kadınlar genellikle ikinci plana atıldıkları ve ezildikleri için kadın, içten
içe kız çocuğu doğurmak istemez, çünkü kadın olmak zordur... Hatta bazen
değersizlik ve bazen de cadılıktır... Bu sebeple içgüdüsel olarak erkek çocuk,
anneye bakabilecek ve onu koruyacak çocuk olacaktır. Oysa ki, erkek çocuk bir
yandan annesine çok bağlıyken, diğer yandan babasına ve erkeklere uzak
kalacaktır. Bu durum da genellikle “anasının
kuzusu” ve çoğunlukla da çapkın erkekleri ortaya çıkartırken, “babasının kızı” çocuklar ortaya çıkar.
Lakin kızlar bu sistemde ön plana çıkmak istiyorsa ‘erkek gibi’ olmak
zorundadırlar. Bu durum pek sağlıklı olmasa da sistemik açıdan bir denge
sağlanmıştır.
Özellikle de Ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi Kraliyet
ailesinde yetişen bir kadın ise, Kraliçe olmak için erkeksi yönlerini
geliştiren kişi, eş-cinsel özellikler bile gösterebilir. Bunun tam tersi de
geçerlidir. Lakin tarihte bunların örnekleri pek çok kez karşımıza çıkmıştır.
Tarihteki en ilginç örneklerden biri İşveç Kraliçesi Kristina... Tam bir erkek gibi yetişen Kristina
hiç bir erkekle evlenmemiş ve ülkesini tek başına yönetmiştir. Çocukluk
travmaları ile annesinden kopuk büyüyen Kristina’nın kadınlarla olan ilişkisi
onun hakkındaki filme konu olmuştur. Kadınlara has empati yeteneği ve
duygusallığın aksine, O felsefeye çok önem vermiştir. Aynı dönemde yaşayan Fransız
Filozof Rene Descartes’tan çok
etkilenmiş ve kendisini İsveç’e davet etmiştir.
Oysa “Düşünüyorum,
öyleyse varım” sözü ile ünlü Descartes, insanı düşünce ve beyin ile
sınırlayan bir bakış açısına sahiptir. Belki bugünün en problemi olan düşüncelerle özdeşleşme ilk defa bu
kadar net ifade edilmiştir. Descartes, bugünlerde 3.Göz diye tahmin edilen
Epifiz Bezini de tüm davranışlarımızdan sorumlu tutmuş, ruhun orada oturduğunu
iddia etmiş ilginç bir kişidir.
Öte yandan Kristina gibi kişilerin sadece şanlı geçmişlerine
ve başarılarına bakmak resmin sadece bir kısmına bakmaktır. Oysa ki yaşanan her
olay veya başka kişi veya cinsiyet ile özdeşleşme yanında hediyeler getirir.
Eril tarafı çok baskın bir kadın, daha sonra dişil tarafı ile barışsa da,
gerektiğinde eril tarafını kullanabilir. Bu yönü ile de bir çok eylem
gerçekleştirmiş olabilir.
Oysa sağlıklı eril-dişil dengesi ilişkiler için gereklidir.
Kadın annesinde alarak dişil tarafını güçlendirirken, erkek de babasına ihtiyaç
duyar. Aksi halde, bilinçaltı seviyesinde kız babasını arar, erkek de
annesini... Hiç bir kadın veya erkek bu arayışı sonlandıramaz. Kendi
dinamikleri anlayan bir çiftin, bağımsız olarak kendi durumları üzerinde
çalışması gerekir. Kazanılan anlayışla, birbirini tamamlayacak çift,
karşısındakini olduğu kişi gibi görmeye başlayabilir.
Sonuç olarak Kristina, savaşmak yerine barış taraftarı
olmuş, o dönem için zor olanı seçmiştir. Yönettiği dönemde kültür ve sanata
verdiği önem ile tüm Avrupa’nın kültürel değerlerini olumlu anlamda etkilemiş
biridir. Belki içeride bir yerde ilgi ve şefkat isteyen, görülmek isteyen bir
çocuk yaşarken, sonunda bir çok yapılmış olumlu iş tüm bunların hediyesidir...
12 Haziran 2017 Pazartesi
J'enrage de Son Absence
“Acı kaybımız”
diye ilanlar veririz... Gerçekten de acımız derin ve büyüktür. Özellikle de bu
dünyadan göçen ruhun bedeni küçükse... Haksızlıktır bu! Kimse kendi çocuğunu
toprağa vermemelidir... Acının boyutunu ancak yaşayan bilebilir...
Böyle durumlarda söylenecek çok fazla bir şey de olmaz.
Bazen suçlanacak kişiler ve en nihayetinde isyan ettiğimiz Tanrı olabilir
sahnede... Ancak eninde sonunda olanla yüzleşmekten başka bir çare yok gibidir.
Yüzleşmenin mümkün olmadığı anlarda ise, kalanlar ölü gibi yaşamaya
başlarlar...
Filmin kahramanı Jacques,
oğlunun ölümünden sonra bir türlü kendine gelememiştir. Karısını bırakmış, onun
peşinden gelmesini beklemiştir. Bu gerçekleşmeyince, kendine işine vermiş ve bitkin
bir hayat yaşamaktadır. Daha sonrasında, eski eşi hayatına devam etmiş, yeniden
evlenmiş ve hatta çocuğunun öldüğü yaşlarda bir çocuğu olmuştur.
Jacques, babasının
ölümü ile memlekete geri döner ve eski karısını arar. Onun yeni evliliğinden
olan çocuğu ile tanışır. Daha sonra çocukla ebeveynlerinin haberi olmadan yakın
bir ilişki kurar. Ölen oğlunun yerine yarı kardeşini koyar... Tüm mal varlığını
ona bağışlamak ister, oysa aralarında hiç bir kan bağı yoktur. Kendi oğlunun
yerine bu çocuğu koyması pek de uygun bir davranış değildir, öte yandan annesi
henüz ilk çocuğunun eşyaları ile vedalaşmamıştır...
Çoğu zaman bu tip acıklı filmleri seyretmek bile istemeyiz;
seyrettiğimiz zaman ise hemen etkisinden kurtulmak, mevcut rutine dönmek
isteriz. Burası bizim oluşturduğumuz güvenli alandır. Oysa bize dokunuyorsa,
çok yüksek ihtimal ya bizim de bir kaybımız vardır ya da ailemizde/atalarımızda
benzer olaylar yaşanmıştır. Derindeki bir mekanizma bu olaylar ile yüzleşmemizi
ve onun üzerinden geçerek büyümemize imkan vermek ister...
Çocuk Kayıpları
Aile sistemi çalışmalarında gördüğümüz gibi çocuk kayıpları
– ki bunlara kürtaj ve düşükler dahildir – hayatımızı etkiler... Hatta
annemizin veya anneannemizin kayıpları da bunlara dahildir. Diğer bir önemli
konu ise çocuk kayıplarının ebeveynlerin arasını açma ihtimalidir. Acıyı
farklı boyutlarda yaşayan eşler birbirine destek olamayabilir veya herhangi
bir sebepten dolayı birbirini suçlayabilir. Özellikle kürtaj durumunda, baba olayın dışında durursa veya dışı itilirse
kadın bu olayı yalnız yaşamak zorunda kalır.
Bert Hellinger der ki: “Bir kadın hamile kaldıysa, artık annedir.”
Oysa tüm ölüm vak'alarında
olması gerektiği vedalaşma ve yas tutma gereklidir. Olayın olduğu gibi
görülmesi ve yaşanması süreçlerin sağlıklı ilerlemesi için uygun olur.
Kayıp
Tecrübelerimize göre söyleyebiliriz ki, bugün dünya üzerinde
yaşayan herkes yaklaşık 150 sene ölecektir. Kimse burada olmayacaktır. Aklınıza
gelen herkes için geçerlidir bu. Biz ise ölen kişiler için, kayıp kelimesini kullanırız. Kaybetmek
fikrinin ardında sahip olmak fikri
yatmaktadır. Benim kavramı zihnin en
temel yanılgılarından biridir. Hiç kimse hiç kimsenin ve hatta hiç bir şeyin
şeyin gerçekten sahibi değildir. Her şey geçicidir. Her şey bu dünyanın
dinamikleri ve bedenimizle sınırlıdır. Kalıcı olan ise özümüzdür; ruhumuzdur...
Ruhun yaşı, cinsiyeti var mıdır? Ruh ölür mü?.. Bizi hayata getiren anne
babamız mı bizi yaratan? Yoksa Yaradan mı?
Eğer ruha inanmıyorsanız, o halde hiç probleminiz
olmamalıdır. Çünkü zaten bu bedenin toprağa gideceğini biliyorsunuz...
Kaybedecek ne var ki?
Öte yandan, gerçekten kim
olduğunuzu inceliyor, zihnin ötesine geçerek bunun farkına
varabiliyorsanız, o halde tüm Evreni, Tanrıyı anlamışsınız demektir. Tüm
olayların ardında ailemiz, onların ardında onların ailesi ve en sonunda da
Tanrı’yı bulursunuz. Onun her şeyden haberi olduğuna göre ortada yargılanacak
fazla bir şey de yoktur.
Dünya sonsuz güçlerin yönettiği bir oyun gibidir; bizden
daha büyük güçlerin oyununu anladığımızda, bu anlayış bizim hayattan keyif almamız ve bütün bir parçası olarak
hareket etmemizi sağlar...
Bu açıdan bakmaya başladığımızda kişilik ve zihin ile
özdeşleşme azalır. Zamanla azalacak ve bitecek
acı hala oradadır ancak ıstırap yok
olmuştur...
10 Haziran 2017 Cumartesi
Öğretmenim Mori ile Salı Buluşmaları (Tuesdays with Morrie)
Hayatın koşuşturmacası bizi öylesine içine alır ki, bazen
zamanın nasıl geçtiğini anlamayız. Bedenimizin yaşlanmaya başladığını ve daha
kötüsü ruhumuzun ferini yitirdiğimizi fark etmeyiz. Hikayemiz ve suçladığımız
kaderimize teslim olmuş gideriz... Beynimizi kısa süreli de olsa mutlu eden
hormonların salgılanması bizi hayatta tutar. Endorfin ve Dopamin her
yerdedir... Yasa dışı maddelerden tutun da, sosyal medyada alınan beğenilere
kadar her yer bu hormon tuzakları ile dolu... İşin en kritik yanı ise, her
seferinde dozajın artması gerekiyor, çünkü bir önceki seviye alışılmış olduğunda aynı miktardaki
hormonu bize sağlamıyor; daha fazlası daha fazlası... Hedefler ve hedefler:
Para, kariyer, cinsellik, yemek, alışveriş, unvan, ben, ben, ben....
Sonu ise tükenmişlik sendromu, bir hastalık veya
depresyon... En sonu ise malum son; yaşanmamış, bir hedef peşinde koşturulmuş
bir hayat!..
O, hala hayattayken kendi cenaze törenini düzenleyen biri...
O Öğretmen Mori!
Sahip olduğum tek şey sesim. Yalandan korunmak adına... Yalanla yıkanmış yetkiler, Göklere uzanmış vaatler.
Kimse yalnız var olamaz. Ne yoksul, ne de polis, açlık kimlik tanımaz.
Birbirimizi sevelim, yoksa bırakın ölelim.
Sıra dışı bir öğretmen olan Mori’nin öğrencilerinden Mitch, yıllarca ziyaret etmek istemiştir.
Ancak bu buluşmayı öğretmeni çok hasta ve ölüme yaklaştığında gerçekleştirir. Kendisi
çok meşgul bir spor yorumcudur ve kız arkadaşı ile ciddi problemler
yaşamaktadır. En büyük hayat dersini yine öğretmeni Mori verecektir. Her hafta
Salı günü yaptığı ziyaretler onun için iple çektiği buluşmalar haline gelir...
Mori ona ölüm ve yaşamla ilgili dersler verir.
Ölmek
Öğretmen Mori der ki, “Ölmeyi
bilirsen, yaşamayı da bilirsin.” Ölmek fikrinde kaçmadığımızda bize muazzam
bir farkındalık kazandırır... Bu dünya ile ilgili olan dertlerimiz küçülür,
erir gider. Diyelim ki, öleceğinizi tarihi kesin olarak bilseydik neler yapardık?
Şu anda dert ettiğimiz şeyler, yakın zamanda hedeflediğimiz neyse hala önemi
korur muydu? Ne yapardık? Veya kim oldurduk?
Oysa ne olursa olsun, ölüm hakkında konuşmak rahatsız edici,
değil mi? Nereden çıktı şimdi bu? Ne
güzel yaşayıp gidiyorduk? Bu rahatsızlığın ardında korku var elbette. Ölmekten
korkmanın ardında ise yok olma korkusu
veya ölümden sonra cehenneme gitme korkusu vardır... Yaradan bizleri sadece
ödüllendirmek ve cezalandırmak için mi yarattı? Elbette, yapılan davranışların
sorumluluğunu bu dünyada ve belki öbür dünyada taşıyoruz. Ancak Yaradan sonsuz
bir bağışlayıcılığı yok mu? Hepimizin ruhuna ondan bir parça üflenmedi mi? Tüm
hesaplar verildiğinde, en sonunda bir
olmak yok mu?
Asıl önemli olan ise korkunun beslenme yuvası olan
zihnimizin içerisi... Sevgi dışındaki tüm duygu ve düşüncelerin kaynağı olan
zihnimiz. Zihin, acıyı ve hazzı kronikleştirir. Acıdan kaçmak, hazzı tekrar
etmek için devalı uğraşır ve bu deneyimler karşılığında hormonlar üretir.
Öğretmen Mori ölümü olduğu gibi karşılar: “Ölmenin nasıl bir şey olduğunu anlatayım
mı? Ölüm üzülecek bir şey, bunu inkar etmiyorum. Ancak mutsuz yaşamak daha
üzücü...” Ve onun için her yaşın keyfini çıkarmak, yaşamanın kilit
noktalarından biridir:
“Ben de genç oldum, genç olmanın acısını iyi bilirim. Yaşlanmak çürümek değildir, aynı zamanda büyümektir de. 22 yaşımı yaşadım, şimdi de 78 yaşımı yaşıyorum. Yaşlanmaktan korkmak ne demek biliyor musun? Anlamını bulmayan yaşamlar.”
Sessizlik
“Neden sessizlik insanları bu kadar ürkütür? Neden havada uçuşan kelimeler olmayınca insanlar kendilerini rahat hissedemez?”
Sessizlik, zihin için hiçbir
şey yapmamak demektir. Oysa zihin derindeki korkularının yerine farklı
ürünler çıkarmıştır piyasaya... Bunların çoğu bağımlılıklardır: Düşünce ve
devamlı bir şeyler yapma bağımlılığı... İnsanın kendisi ile yüzleşmesini
önleyecek her şey. Bu sebepten dolayı sessizlik
onun için ölümden farksızdır. Oysa ancak sessiz ve dingin bir zihin ile
kendimizin farkına varabiliriz. Kim olduğumuzun cevapları zihinde değil;
kalbimizde veya sezgilerimizdedir...
Kabullenmek
Zihnin bizi bilgi ve deneyimlerine esir eder. Geçmişe
bakarak geleceği tasarlamaya çalışır. Bu tutsaklıktan çıkmak için, başımıza
gelen olayları olduğu gibi görmek ve kabul etmek kilittir. Bu kendimizi
kandırmak değildir; bu, çeldiricilere, dikkat dağıtıcılara kanmak değildir... Henüz
işin başındaysak; haksızlığa uğradığımız için öfkelenmek, sonra üzgünlük ve
ağlamak... Tüm duyguların gelip gitmesine izin verdiğimizde, sıra olanı olduğu
gibi görmektedir. Yargılar ve filtreler olamadan... Hikayemiz olmadan... Kabul tünelin sonunda bizi beklemektedir...
6 Haziran 2017 Salı
Gölgemiz
Yaşadığımız acı dolu deneyimler ve travmalar sırasında, acı
dayanılmaz ise ve özellikle de kaçmanın veya savaşmanın mümkün olmadığı
durumlarda, beynimiz bizi hayatta tutmak adına, son şansını kullanır ve donma
tepkisi verir. Bu durumda acılı bölüm ayrıştırılır... Karşılığında ise bir “hayatta kalma parçası” ortaya çıkar...
Bu parçamız iyi ve kötü değildir... Amacı bizi hayatta tutmaktır. Kimi zaman
aşırı neşeli, kimi zaman güçlü, kimi zaman bilge, kimi zaman da yaratıcıdır...
Öte yandan, olayın yaşandığı yaşta kalan bir parça veya parçalarımız
vardır. Bu parçalarımız benzer
durumlarda tetiklenir ve birden bire bir çocuk, kurban veya tepkili bir kısım
çıkar ortaya...
Bu parçalar çoğaldıkça ve derinleştikçe, parçalanmış
kişilikler ortaya çıkar... Dönem dönem bazı kişilikler kontrolü ele geçirir...
Bazen kişilik parçalarımız farklı farklı özellikler gösterirler. Birisi hasta
iken, öteki çocuk ve bir diğeri ise sanatçıdır... Biri çocukluk çağında kalmış
bir parça, diğeri ise her şeyi kontrol etmek isteyen ve kontrolü daha güç bir
kısım olabilir... İleri aşamaları ise kişilik bozukluklarına kadar gidebilir.
Birçok farklı kişiliğin, farklı psikolojik ve fizyolojik
özellikleri olması, zihnimizin ne kadar manipülatif olabileceğini kanıtlar
niteliktedir. Artık bilimsel olarak da ispatlanmaya başlandığı gibi, bir çok hastalığın
kökeninde zihinsel duygu ve düşünceler yatmaktadır. Diğer bir gerçek ise
atalardan taşıdığımız genler ise bize ait olmayan duygu ve düşünceler sayesinde
beynimizin kodlanmasıdır. Güzel haber ise şudur: Epigenetik, bu genlerin kişinin bakış açısını ve anlayışını
değiştirdiği zaman açık veya kapalı konuma geldiğini gösteriyor...
Beyinden ibaret olmadığımıza göre, 'kişilik' beynin ürettiği anlık tezahürlerden başka bir şey değildir.
Anlayışı derinden değiştiğinde, artık beyin kontrolü
bırakır... Parçalarımız ise birer hediye olarak oradadır. Hakikat ise her zaman
iyileştiricidir. Reddettiğimiz yönümüzü görmeye başladığımızda büyümeye,
olgunlaşmaya başlarız. Tüm parçalar kendi özellikleri ile birleşir ve
tamamlanma gerçekleşir. Daha önce reddettiğimiz veya kendimizi fazlaca
özdeşleştirdiğimiz kısımlar ise artık sadece biz istediğimizde devreye girer.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)