Ataerkil toplumların en önemli dinamiklerin biri şudur:
Kadınlar genellikle ikinci plana atıldıkları ve ezildikleri için kadın, içten
içe kız çocuğu doğurmak istemez, çünkü kadın olmak zordur... Hatta bazen
değersizlik ve bazen de cadılıktır... Bu sebeple içgüdüsel olarak erkek çocuk,
anneye bakabilecek ve onu koruyacak çocuk olacaktır. Oysa ki, erkek çocuk bir
yandan annesine çok bağlıyken, diğer yandan babasına ve erkeklere uzak
kalacaktır. Bu durum da genellikle “anasının
kuzusu” ve çoğunlukla da çapkın erkekleri ortaya çıkartırken, “babasının kızı” çocuklar ortaya çıkar.
Lakin kızlar bu sistemde ön plana çıkmak istiyorsa ‘erkek gibi’ olmak
zorundadırlar. Bu durum pek sağlıklı olmasa da sistemik açıdan bir denge
sağlanmıştır.
Özellikle de Ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi Kraliyet
ailesinde yetişen bir kadın ise, Kraliçe olmak için erkeksi yönlerini
geliştiren kişi, eş-cinsel özellikler bile gösterebilir. Bunun tam tersi de
geçerlidir. Lakin tarihte bunların örnekleri pek çok kez karşımıza çıkmıştır.
Tarihteki en ilginç örneklerden biri İşveç Kraliçesi Kristina... Tam bir erkek gibi yetişen Kristina
hiç bir erkekle evlenmemiş ve ülkesini tek başına yönetmiştir. Çocukluk
travmaları ile annesinden kopuk büyüyen Kristina’nın kadınlarla olan ilişkisi
onun hakkındaki filme konu olmuştur. Kadınlara has empati yeteneği ve
duygusallığın aksine, O felsefeye çok önem vermiştir. Aynı dönemde yaşayan Fransız
Filozof Rene Descartes’tan çok
etkilenmiş ve kendisini İsveç’e davet etmiştir.
Oysa “Düşünüyorum,
öyleyse varım” sözü ile ünlü Descartes, insanı düşünce ve beyin ile
sınırlayan bir bakış açısına sahiptir. Belki bugünün en problemi olan düşüncelerle özdeşleşme ilk defa bu
kadar net ifade edilmiştir. Descartes, bugünlerde 3.Göz diye tahmin edilen
Epifiz Bezini de tüm davranışlarımızdan sorumlu tutmuş, ruhun orada oturduğunu
iddia etmiş ilginç bir kişidir.
Öte yandan Kristina gibi kişilerin sadece şanlı geçmişlerine
ve başarılarına bakmak resmin sadece bir kısmına bakmaktır. Oysa ki yaşanan her
olay veya başka kişi veya cinsiyet ile özdeşleşme yanında hediyeler getirir.
Eril tarafı çok baskın bir kadın, daha sonra dişil tarafı ile barışsa da,
gerektiğinde eril tarafını kullanabilir. Bu yönü ile de bir çok eylem
gerçekleştirmiş olabilir.
Oysa sağlıklı eril-dişil dengesi ilişkiler için gereklidir.
Kadın annesinde alarak dişil tarafını güçlendirirken, erkek de babasına ihtiyaç
duyar. Aksi halde, bilinçaltı seviyesinde kız babasını arar, erkek de
annesini... Hiç bir kadın veya erkek bu arayışı sonlandıramaz. Kendi
dinamikleri anlayan bir çiftin, bağımsız olarak kendi durumları üzerinde
çalışması gerekir. Kazanılan anlayışla, birbirini tamamlayacak çift,
karşısındakini olduğu kişi gibi görmeye başlayabilir.
Sonuç olarak Kristina, savaşmak yerine barış taraftarı
olmuş, o dönem için zor olanı seçmiştir. Yönettiği dönemde kültür ve sanata
verdiği önem ile tüm Avrupa’nın kültürel değerlerini olumlu anlamda etkilemiş
biridir. Belki içeride bir yerde ilgi ve şefkat isteyen, görülmek isteyen bir
çocuk yaşarken, sonunda bir çok yapılmış olumlu iş tüm bunların hediyesidir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder