Hayatın koşuşturmacası bizi öylesine içine alır ki, bazen
zamanın nasıl geçtiğini anlamayız. Bedenimizin yaşlanmaya başladığını ve daha
kötüsü ruhumuzun ferini yitirdiğimizi fark etmeyiz. Hikayemiz ve suçladığımız
kaderimize teslim olmuş gideriz... Beynimizi kısa süreli de olsa mutlu eden
hormonların salgılanması bizi hayatta tutar. Endorfin ve Dopamin her
yerdedir... Yasa dışı maddelerden tutun da, sosyal medyada alınan beğenilere
kadar her yer bu hormon tuzakları ile dolu... İşin en kritik yanı ise, her
seferinde dozajın artması gerekiyor, çünkü bir önceki seviye alışılmış olduğunda aynı miktardaki
hormonu bize sağlamıyor; daha fazlası daha fazlası... Hedefler ve hedefler:
Para, kariyer, cinsellik, yemek, alışveriş, unvan, ben, ben, ben....
Sonu ise tükenmişlik sendromu, bir hastalık veya
depresyon... En sonu ise malum son; yaşanmamış, bir hedef peşinde koşturulmuş
bir hayat!..
O, hala hayattayken kendi cenaze törenini düzenleyen biri...
O Öğretmen Mori!
Sahip olduğum tek şey sesim. Yalandan korunmak adına... Yalanla yıkanmış yetkiler, Göklere uzanmış vaatler.
Kimse yalnız var olamaz. Ne yoksul, ne de polis, açlık kimlik tanımaz.
Birbirimizi sevelim, yoksa bırakın ölelim.
Sıra dışı bir öğretmen olan Mori’nin öğrencilerinden Mitch, yıllarca ziyaret etmek istemiştir.
Ancak bu buluşmayı öğretmeni çok hasta ve ölüme yaklaştığında gerçekleştirir. Kendisi
çok meşgul bir spor yorumcudur ve kız arkadaşı ile ciddi problemler
yaşamaktadır. En büyük hayat dersini yine öğretmeni Mori verecektir. Her hafta
Salı günü yaptığı ziyaretler onun için iple çektiği buluşmalar haline gelir...
Mori ona ölüm ve yaşamla ilgili dersler verir.
Ölmek
Öğretmen Mori der ki, “Ölmeyi
bilirsen, yaşamayı da bilirsin.” Ölmek fikrinde kaçmadığımızda bize muazzam
bir farkındalık kazandırır... Bu dünya ile ilgili olan dertlerimiz küçülür,
erir gider. Diyelim ki, öleceğinizi tarihi kesin olarak bilseydik neler yapardık?
Şu anda dert ettiğimiz şeyler, yakın zamanda hedeflediğimiz neyse hala önemi
korur muydu? Ne yapardık? Veya kim oldurduk?
Oysa ne olursa olsun, ölüm hakkında konuşmak rahatsız edici,
değil mi? Nereden çıktı şimdi bu? Ne
güzel yaşayıp gidiyorduk? Bu rahatsızlığın ardında korku var elbette. Ölmekten
korkmanın ardında ise yok olma korkusu
veya ölümden sonra cehenneme gitme korkusu vardır... Yaradan bizleri sadece
ödüllendirmek ve cezalandırmak için mi yarattı? Elbette, yapılan davranışların
sorumluluğunu bu dünyada ve belki öbür dünyada taşıyoruz. Ancak Yaradan sonsuz
bir bağışlayıcılığı yok mu? Hepimizin ruhuna ondan bir parça üflenmedi mi? Tüm
hesaplar verildiğinde, en sonunda bir
olmak yok mu?
Asıl önemli olan ise korkunun beslenme yuvası olan
zihnimizin içerisi... Sevgi dışındaki tüm duygu ve düşüncelerin kaynağı olan
zihnimiz. Zihin, acıyı ve hazzı kronikleştirir. Acıdan kaçmak, hazzı tekrar
etmek için devalı uğraşır ve bu deneyimler karşılığında hormonlar üretir.
Öğretmen Mori ölümü olduğu gibi karşılar: “Ölmenin nasıl bir şey olduğunu anlatayım
mı? Ölüm üzülecek bir şey, bunu inkar etmiyorum. Ancak mutsuz yaşamak daha
üzücü...” Ve onun için her yaşın keyfini çıkarmak, yaşamanın kilit
noktalarından biridir:
“Ben de genç oldum, genç olmanın acısını iyi bilirim. Yaşlanmak çürümek değildir, aynı zamanda büyümektir de. 22 yaşımı yaşadım, şimdi de 78 yaşımı yaşıyorum. Yaşlanmaktan korkmak ne demek biliyor musun? Anlamını bulmayan yaşamlar.”
Sessizlik
“Neden sessizlik insanları bu kadar ürkütür? Neden havada uçuşan kelimeler olmayınca insanlar kendilerini rahat hissedemez?”
Sessizlik, zihin için hiçbir
şey yapmamak demektir. Oysa zihin derindeki korkularının yerine farklı
ürünler çıkarmıştır piyasaya... Bunların çoğu bağımlılıklardır: Düşünce ve
devamlı bir şeyler yapma bağımlılığı... İnsanın kendisi ile yüzleşmesini
önleyecek her şey. Bu sebepten dolayı sessizlik
onun için ölümden farksızdır. Oysa ancak sessiz ve dingin bir zihin ile
kendimizin farkına varabiliriz. Kim olduğumuzun cevapları zihinde değil;
kalbimizde veya sezgilerimizdedir...
Kabullenmek
Zihnin bizi bilgi ve deneyimlerine esir eder. Geçmişe
bakarak geleceği tasarlamaya çalışır. Bu tutsaklıktan çıkmak için, başımıza
gelen olayları olduğu gibi görmek ve kabul etmek kilittir. Bu kendimizi
kandırmak değildir; bu, çeldiricilere, dikkat dağıtıcılara kanmak değildir... Henüz
işin başındaysak; haksızlığa uğradığımız için öfkelenmek, sonra üzgünlük ve
ağlamak... Tüm duyguların gelip gitmesine izin verdiğimizde, sıra olanı olduğu
gibi görmektedir. Yargılar ve filtreler olamadan... Hikayemiz olmadan... Kabul tünelin sonunda bizi beklemektedir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder