Ağaçlarla bulutların dans ettiği anda
Birsiz, sıfırsız, ayrımsız…
Ayrımsızlığın da sonlandığı o yaylada...
Ağaçlarla bulutların dans ettiği anda
Birsiz, sıfırsız, ayrımsız…
Ayrımsızlığın da sonlandığı o yaylada...
Zafer sadece dışarıda
kazanılmadı, içeride de kazanıldı. Zihniyet değişti, her yana fabrika, okul,
ışık yayıldı. Ancak ne oldu? Sen-ben davaları maske değiştirerek devam etti.
Işık zihinlerin derinine inemedi. Ötekileştirme kutuplaşmaya sebebiyet veriyor.
Kutuplaşma her bireyin bir kale seçmesine ve kalesinin ölümüne savunmasına
sebebiyet verir. Dar görüşlülüğe yatkın beynimiz nörolojik olarak iptal
edildiği gibi kendi fikirlerinin aksi
fikirleri tehdit olarak görmektedir. Öyle asıl savaş insan zihnin içinde
verilmelidir.
Bağnaz bir şekilde
tutunduğumuz inançlara, fanatizme, düşüncelere bakmalıyız? Kendimizi
keşfedersek neden diğerlerini yadsımaya çalıştığımızı, ötekileştirdiğimizi,
kısıtlamaya çalıştığımızı, bize benzemelerini istediğimizi anlayabiliriz. Yunus Emre’nin dediği gibi ilim bilmek
kendini bilmektir. Aşkı böyle bulu Yunus… Aşkı ancak nefsini öldürdüğünde
bulur. Bizi yöneten bu içsel parçalarımızı öldürmedikçe özgürlük söz konusu
değildir.
İnsan zihninin tek derdi
kendini güvende tutmaktır. İster bu dünyada, ister hayalini kurduğu cennette…
Hiç fark etmez. En tehlikeli olan da hiçbir fikri olmadığı öte dünyayla ilgili
saçma sapan söylemlere inanarak teslim olur içinde bulunduğu topluluğa. Önemli
olan ait hissederek güvende hissetmesidir. Gerisi kolaydır, sahte aşk için
yapılan her şey mubahtır…
Ey Türk Gençliği, son ve
nihai vazifen, içinde özgürlüğe ulaşıp, çevrene ışık yaymaktır. Ta ki tüm
ışıklar bir olana kadar…
Anneannesi annesini savaş zamanı doğurmuştu. Dedesi toplama kampındayken, saklandığı bir köşede annesini doğurmuş, sadece çocuğunun hayatta kalmasına yetecek kadar besin bulabilmişti. Ağlayacak gücü olsa yakalanabilirlerdi. Bir süre geçtikten sonra bebeği doktora gösterdiğinde doktorun bebekten hiç ümidi yoktu. Ölecekti. Anneannesi onu hayatta tutmaya çok istekliydi. Doktor onu havaya kaldırmasını söyledi. Eğer başını dik tutarsa bir şansı vardı. Annesi bebek halinde başına dikleştirmişti. Bir daha da inmemişti başı; hep güçlü bir kadın olmuştu.
Şimdi sıra kendisindeydi;
kızı artık doğmak üzereydi. Ne olabilirdi? O da elbette evde doğuracaktı.
Kocası da onunla hem fikirdi. Oysa işler hiç de umdukları gibi gitmemişti. Önce
her zamanki ebelerinin yerine yeni bir ebe gelmişti. Kızı uzun bir ıkınmadan
sonra kucağındaydı ancak hiç beklenmedik bir şekilde bebeklerini
kaybetmişlerdi… Ebe, gidişattan endişesini dile getirmişti, oysa kendisi
hastaneye gidip evde doğuramamayı başarısızlık olarak görüyordu. İşte bu onu
için için parçalayacaktı.
Günler geçti, ebe
hakkında açılan kamu davasındaydı artık. Bir süre herkesin beklentisini
besleyecek şekilde tanıklık ettikten sonra ebenin bir suçu olmadığını, onun
elinden geleni yaptığını söyledi. O da biliyordu, kızının dünyayı bu kadar kısa
sürede terk etmesinin başka bir sebebi vardı…
Belki bir gün ne olduğu
anlayacaktı, artık hayata devam etmek için onunla vedalaşmaya, onun bu kısacık
yaşamını onurlandırmaya hazırdı…