29 Eylül 2014 Pazartesi

The Square (Meydan)


Hiç bir ihtilalin bir kazananını olmamıştır...
Dünyadaki düalitenin azami seviye çıkıp olayların patlak vermesi ile başlayan şiddet ve gerginlik sonunda başka ayrımlarla, iki kutupluluk olarak kendini yaşam bulmuştur.

Belki de insanlık tarihinde savaşmadan özgürlüğünü ilan eden Gandhi’nin Hindistan’ı İngilizler’den kurtulduktan sonra kendi içlerinde Müslüman ve Hindu kavgasına düşmüş ve ülke ikiye ayrılmıştır.

İnsan zihninde başlayan (ben ve diğerleri) düalite kalıplaşmış eğitim ve düşünce yapıları ile kök salar. Bir’liği unutan kalp, zihnin yargılayıcı ve temelinde ayrım olan inanca yenik düşer... Ayrımın olduğu yerde, kutuplaşma kaçınılmazdır...
Kutuplaşma da şimşekleri oluşturur.


Oscar Ödülü’ne aday gösterilen Meydan filmi Mısır’da yaklaşık üç sene süren devrimin tüm detaylarını çarpıcı bir şekilde ortaya koyan bir film. Biraz film havasında da olsa, bu filme belgesel demek yerinde olur...


Maalesef politikanın çok büyük çoğunluğunda zihnin yarattığı oyunlar olduğu için daha fazla yorumda bulunmayı seçmiyor, son sözü Acıdan Mutluluğa kitabının yazarı Sri Prem Baba’ya bırakıyorum:
“Dışarıdaki vahşetin biteceğini bekleme: Bu bir illüzyon. Dünya her zaman seni bir savaşın içine davet edecektir. Asıl soru senin bunu kabul edip etmeyeceğindir. Orada bir tanımlama olmadan birileri ile irtibatta bulunmak her zaman mümkün olmaz. Bu başınıza geldiği zaman, kendinizi geride tutmaya izin verin; fakat bir noktada oraya dönmek zorunda kalacaksınız. Anahtar fedakarlık ederek onları mutlu etme isteğinizin derecesi. Bu yüksek düzeyde çalışarak cömert olmak ve sessizliğiniz paylaşmak ve diğerlerini sevmektir. Bunu yaptığınızı bilmeseler de veya bilinçli olarak bunu yapmanızı istemeseler de...  Ve en kötüsü bundan dolayı size öfke duysalar da...”

27 Eylül 2014 Cumartesi

Moms’ Night Out


Birçok kadın, anne oldukta sonra blog yazmaya heves ediyor...
Hatta bazen anne adayı olduklarında. Bu pek erkeklerde rastlanan bir durum değil. Kadınların limbik sistemi daha gelişmiş olduğu için empati yetenekleri daha güçlü  ve sosyal ilişkilere daha yakınlar. Erkekler sorunlarını tek başlarına çözmeye kalkarken, kadınlar başka kadınlarla beraber birbirlerini anlayarak olayları çözme peşinde. Kadın genellikle akıl almak istediğinde başka bir kadına ihtiyaç duyuyor; kocasına değil...

Hamilelik ve annelik bir kadının hayatında çok büyük bir değişiklik olduğu için bu dönem onlar için hem çok güzel hem de çok sarsıcı olabiliyor. Lakin gelişmiş limbik sistemin bir diğer özelliği ise daha fazla endişeli olma durumu.


Kontrolü elde tutmakla, endişe karşında mücadele etmeye çalışır kadın... Oysa durup baktığımızda anlarız ki, hayatta bizim kontrol edemediğimiz bir akış vardır. Bu akışa karşı kürek çekmek insanı yorar. Hele bir de etrafınızda mükemmel anneyi oynayanlar varsa...

Kadınların rekabetçi olma özelliği hem diğer kadınlarla kendilerini karşılaştırma, hem de kendi içlerinde olan ideal anne figürü ile yarışmayı tetikler ve sonunda anneler tek başlarına felekten bir gece çalmaya karar verirler...


Moms’ Night Out filminin ana kahramanı Allyson'ın üç çocuğu vardır ve çıldırmak üzeredir. Çocukken hayal ettiği gibi bir ailesi vardır. Ancak Allyson mutlu değildir. Biraz soluk almak için diğer çocuklu anneler ile çocukları babalarına bırakarak gece dışarı çıkmaya karar verirler. Bir çok komik olayın olduğu uzun bir gece olacaktır onlar için...

Allyson tüm olaylardan sonra hala aynı hayata sahiptir ancak artık daha mutludur. Bakış açısı değişmiştir, belki kontrolü bırakmış, belki anın tadını çıkartıp endişeli olmamayı seçmiş, belki zihnindeki ideal anne ile kendini karşılaştırmayı bırakmış, belki de tüm bu sorunları çıkartan düşünce ve duygu  yapısının arkasından bakmayı öğrenmiştir...

Mutluluğumuz ne kadar başkalarına bağlı, ne kadar kendi düşünce yapımıza veya otomatik olarak ortaya çıkan duygularımıza bağlı? Hiç gözlemlediniz mi?

23 Eylül 2014 Salı

Uyumak


Evet, uyumak çok güzel, rüya görmek harika... Bilinenle oyalanmak, kendi yarattığım dünyanın içinde kontrol oyunu oynamak, listelere girmek, sıralamalar yapmak, kalıplarla kek pişirmek, reçetesi belli yemekler yapmak, kendim için özenle aldığım şapkaları takmak, canım istediğinde şapkayı değiştirmek... Tüm bunlar beni güvende hissettiriyor.

Uyanmak mı? Hayır, bırakın biraz daha uyuyayım, hem herkes uyumuyor mu? Ben böyle mutluyum. Hem senin dediklerinin doğru olduğunu kim biliyor? Evrenmiş, enerjiymiş, kuantummuş... Var mı ispatı? Var mı ölen ve hayatında bambaşka bir şey olduğunu söyleyen?.. Herkesi ikna ederim ben!
Ancak içimde, karnımın üstüne doğru ikna olmayan bir şey var...
Onu dinlediğimde zihnim korkmaya başlıyor. Korkuyu görebiliyorum... Tüm bu maskeleri kaybetmenin korkusu, geçici de olsa sadece elimde o varmış gibi görünen hayatta başıma neler geleceğini bilmeme korkusu...

Hayatta olacakları tahmin etmek kolay mı? Tüm hayatımızı planlayarak geçirdik ancak belki de, hayatımızdaki hiç bir şey tahmin ettiğimiz gibi olmadı. Kimisi tam tersi oldu, kimisi de bizim  istediğimiz şey ancak tam bizim öngördüğümüz şekilde değil...

Peki, peki... Böyle olmayacak uyanacağım. Biliyorum, canım yanacak, keyfim kaçacak, fark ettiklerim hiç hoşuma gitmeyecek; kafamda o konuşmayı bırakmayan şey devamlı beni rahatsız edecek. Ama bir şey beni rahatsız ediyorsa, bu ben olabilir miyim?.. 
Bir şeyler ile fazlaca meşgul olduğumda, sınırsızca eğlendiğimde susuyor, rahatlıyorum biraz ama bir bakmışım bütün hafta geçmiş... Ne haftası bütün ömrüm geçmiş!


Neyse canım, denize girmek gibi bir şey bu, önce soğuk gelir; ayağını sokarsın, geri çıkarsın, beline kadar gelirsin, yapamayacak kadar korkarsın... En iyisi birden atlamak; her şeyden nefret edersin ama çok kısa bir süre alışır, kendini ferah, canlı ve hafif hissedersin. Sadece oradasınızdır, su ile tek bir beden gibi... Deniz seni kaldırır, dalga seni yönlendirir... Dalganın ne yönden geldiğini bilmek yeterlidir... 

Ne tuhaftır ki, ben de hayvanlar gibi doğuştan yüzmeyi biliyorumdur, öğrenilecek hiçbir şey yoktur aslında. Ayağını kolunu hareket ettir derler sadece, bunu bilmiyor muydum? Bence iş sadece hatırlamakta!.. 

20 Eylül 2014 Cumartesi

Kitap Okumak...


Liseden sonra üniversite ve sonrada yüksek lisans programına katıldım. Her sorana 18 yıl okudum diyordum ama burada kullanılan okuma gerçek bir okuma değilmiş meğerse... Hele bir de benim gibi mühendislik bölümünden mezunsanız ders kitabı bile olsa okuma kısmı çok fazla olmuyor. İlk defa okuma-yazma ile işletme yüksek lisansında karşılaştım diyebilirim. Mühendisliğin aksine biraz daha gerçek hayata benzeyen satış ve pazarlama o dönem ilgimi çekti ve bu yöne doğru bir çark ettim. Yine de hep başucumda sürünen kitaplar gecelik ilişkiler gibi sonu gelmeyen hikayelerden ibaretti.

Bir gün tüm iş hayatı üzerime üzerime geliyor gibi olduğu bir anda, hayatımda yeni bir rolle tanıştım: babalık... İstifayı basıp iki ay tatil yapmak üzere deniz kenarı bir yere gittiğimde artık her şey bambaşka olacaktı... Elimde sürünen kitap ise bana yeni bir kapıyı açan Robin Sharma’nın kitabı Ferrari’sini Satan Bilge’ydi. Her ne kadar kitabın kahramanı gibi radikal bir değişiklikleri aynı hızda yaşamasam da, bu bendeki ruhani değişikliğin ve düşünce tarzında yaşayacağım devrimin ilk mihenk taşı olacaktı... Hemen iki ay sonra Robin Sharma ile el sıkışmam da bu manevi durumu daha da pekiştirmişti.

Bir kere kapı açılmıştı bir kere, önce Felsefe’ye, zihnin yapısına olan ilgi ve daha sonra ötesine doğru yolculuk sürecekti...

Kitap okumak o kadar ilginç bir şey ki, zamandan bağımsız bir şekilde yazarın sizinle bire bir konuşması gibi... Ancak, nasıl her insanla konuşmak size bir şey katmıyorsa, bu durum kitaplar için de geçerli. Bu sebeple kitap seçimleri de dinleyeceğimiz insanları seçmekle aynı durum...

Çok eski bir dostumun söylediği gibi “Kitaplar benden intikamını alıyor”...
Özellikle de Eckhart Tolle ve Krishnamurti... İkisinin de her kitabını tavsiye ederim.
İşte benim hayatımdaki dönüşüm sırasına göre ilk 10 Kitap listem:

1.       Ferrarisi’ni Satan Bilge / Robin Sharma

 
“Düşüncelerini ve yaşamını iyileştirmek için zamanın olmadığını söylemek, benzin almak için durmaya zamanın olmadığını söylemek gibidir. Sonunda ikisi de seni yolda bırakır.”
2.       Kendime Düşünceler / Marcus Aurelius


“Şimdiki an kaybedeceğimiz tek şeydir.”
3.       Işığı Arayanların Karanık Yanı / Debbie Ford


“Siz başkalarında gördüğünüz her şeyi içerdiğinizi anladığınızda tüm dünyanız değişecektir."
4.       Derin Nefes Al Neşeyle Kal / Judith Kravitz


“Bilinçli nefes almak dizginleri geri almanın ve bilinçaltı zihnin geçmişte deneyimlediği şeyi tekrar tekrar yeniden yaratmaya devam etmesine izin vermek yerine, yaşamınızdaki istediğiniz şeyi yaratmaya başlamanın çok sağlam bir yoludur.”
5.       Var Olmanın Gücü / Eckhart Tolle

“Dünya, biçimin dış ifadesidir ve içtekinin bir yansımasıdır. Kolektif insan bilinci ve gezegenimizdeki yaşam, özünde birbirine bağlıdır. Yeni bir cennet  insan bilincinin değişim geçirmesidir ve yeni bir dünya bunun fiziksel alemdeki yansıması olacaktır."
6.       Tanrılar Okulu / Stefano D’Anna

“Sen değiş, dünya değişsin.”
7.       Bilinenden Kurtulmak / J. Krishnamurti

“Özgürlük ancak bir şeyleri görüp harekete geçtiğiniz zaman gelir, asla isyanla gelmez. Özgürlük bir ruh halidir; bir şeyden kurtuluş değil bir özgürlük hissedir, her şeyi şüpheyle karşılama ve sorgulama özgürlüğüdür, dolayısıyla o kadar yoğun, etkin ve kuvvetlidir ki her türlü bağımlılıktan, kölelikten, itaatten ve kabullenmeden vazgeçer.”
8.       Yaşama Oyna / Alan Watts

“Yarın için üzülen insanların herhangi bir şey için plan yapmaya da hakları yoktur. Şimdi yaşamadıkları için asla yarını yakalayamazlar. Bunun yerine, asla gelmeyen bir geleceği planlarlar...”
9.       Az Seçilen Yol / Scott Peck

“Hayattaki tek gerçek güvence, hayatın güvencesizliğinden zevk almakta yatar.”
10.   Zero Limit / Joe Vitale

“Dünyaya zihinsel kısıtlamalar olmaksızın bakarsanız her şey mümkündür.”

18 Eylül 2014 Perşembe

The One I Love


İnsan beyni bencildir; ben merkezlidir... Bu çok doğal, çünkü görevi bedeni hayatta tutmak ve yaşamın devamını sağlamak yani üremek. Buna bir de zihnin kendine özel bir kimlik yaratmasını da eklersek ben merkezcilik pekişmiş olur.

Derken bir gün nereden geldiğini bilmediği bir sevgi hisseder insan, ama zihin boş durur mu? Bunu bir üreme fırsatı olarak görüp sevgiyi destekleyen hormonlarla sevgiyi bir tutkuya çevirip “ben” bu sefer “O” olur... Kendini unutur, varsa yoksa aşık olduğu kişi...
Bu dengesiz durum hormonların son kullanma tarihleri bittiğinde tekrardan normale döner. “O” gider yerine “ben” geri gelir. Bu arada sevgi tohumlarını iyi atmamışsa çiftler birbirlerini seviyor olsalar da çok fazla kendi taraflarında olurlar... Bu da bir ayrıma sürükleyebilir ilişkiyi...


Derken bir bakmışlar ki fiziksel veya ruhsal olarak ilişkiyi terk etmişler. Geriye dönmek, o ilk günlerdeki gibi olmak isterler. Ama anı bırakıp geçmişe gitmek bir fayda vermez...

The One I Love, işte bu durumda olan bir çifti konu alıyor. Terapistlerinin önerisi bahçeli bir villada tatile çıkan çiftimizin başına tuhaf şeyler gelmektedir. Evin bahçesindeki misafirler için hazırlanmış kısma girdiklerinde eşlerinin bir benzeri ile karşılaşırlar. Bu sanal gibi duran eş, tam da karşı tarafı anlayan ve hoşgörülü olan versiyonu gibidir...Her ikisi de bir süre sonra sanal olan eşlerini görmeyi arzulamaya başlayınca olaylar karışır...

Malcolm McDowell’ın oğlu Charlie McDowell’ın yönettiği filmde baş rolleri Mark Duplass ve Elisabeth Moss paylaşıyor. Mark Duplass Safety Not Guaranteed filmindeki oyunculuğu ile dikkati çeken bir aktör.


İlişkilerin beraberce Anı yaşayarak sevgiyle ilerlemesi için, karşılıklı değişimlerin farkına varmak mı, bunları paylaşmak mı, karşı tarafın gözünden bir parça durumu analiz etmek mi önemli?

Tüm bunlar ilişkilerde sağlıklı bir denge oluşturur mu?

Ya eğer, zihin olmadığımızı fark etsek, sevgiye mazeretler, nedenler aramasak... Kalkanlarımızı indirip kendimizi sevgiye açıp, içimizden geldiği gibi davransak, nasıl olurdu?..

13 Eylül 2014 Cumartesi

The Fault in Our Stars

Hazel: Gus, aşkım, bu küçük sonsuzluğumuz için ne kadar minnettar olduğumu anlatamam. Sayılı günde bana sonsuzluğu verdim ve ben şükran doluyum.

John Green’in aynı isimli romanı The Fault in Our Stars’ın beyaz perdeye aktarılmış filmi Josh Boone yönetmiş. İlk filmi olan Stuck in Love’da dikkat çeken bir yapımdı:


Romantik ancak bir o kadar drama dolu filmin kahramanlarını The Spectacular Now filminin başrol oyuncusu Shailene Woodley ve Divergent’daki rol arkadaşı Ansel Elgort canlandırıyor. Gelelim iki oyuncunun da harika oynadığı filmin konusuna...

Gus da, Hazel da genç yaşta kansere yakalanmışlardır. Hazel bir parça içine kapanık bir hayat sürerken Gus ise daha eğlenen bir görüntü sergiler, derken ikisi birbirlerini hayatlarına çeker önce arkadaş olurlar.

Gus’ın tek korkusu unutulmaktır. O mümkün olduğu kadar çok kişinin onu hatırlamasını ister. Hazel başka türlü düşünür. O milyonları değil, tek bir kişinin onu hatırlamasını ister. Bunu da elde eder. Belki çok uzun bir sevgi değildir ama çok derin bir sevgidir bu.


Filmin herkesin çok beğeneceği romantizmi ve acıklı kısmı dışında özellikle dikkati çeken felsefesi ve metaforları... En önemli olanlardan bir tanesi kısa bir dönem içerisinden öleceklerini bildiklerinden olacak ki, ikisinin de bu dünyada tutundukları bir şey olmadığı gibi, maskeler de takmazlar... Bir nevi anda yaşayıp kendileri olabilmektedirler... Uzun ve hayat koşuşturmacası içerisinde yaşamaktansa kısa ama derin bir sevgi ile tanışıp, şükran duyarlar ve kısa sonsuzluğu yaşarlar.

Günün sonunda emaneten taşıdığı bedenleri bir gün bırakacak olan insanlar belki onlara göre daha uzun hayatları olsa bile Gus ve Hazel’in yaşadıklarını yaşayamayacak olabilirler.
Ya eğer biz de bu bakış açısı ile, sanki yarın bu dünyayı terk edecekmişiz gibi yaşasak, hayatımız nasıl olurdu? Kim olurduk? Kiminle olurduk? Neler yapardık? Nelere kıymet verirdik?


Filmimiz bir Shakespeare klasiği olan Romeo ve Juliet’de olduğu gibi bir sonla bitiyor...
Hazel: Ona uykuya dalar gibi aşık oldum; önce yavaş yavaş ve sonra birden derine...

Affetmenin Dayanılmaz Hafifliği


Kimler sizi hayal kırıklığına uğrattı? Sizi yarı yolda bırakanlar? Hayatınızı derinden etkileyenler? Hayatınızı zindana çevirenler? Sizi kazıklayanlar?
Sizi terk edenler?..

Tüm bu durumlarda sizin ne suçunuz vardı? Hep onlar suçlu değil mi? Çevrenizdekilere bu durumu bir avukat gibi delilleri ile sunduğunuzda genellikle ne yaparlar? Sizi desteklerler... Peki ya desteklemeyen olursa? Onları hemen odanın dışına mı çıkartırsınız? Beynimizin akıllı olan kısmı ön korteks, limbik sistemin yaptığı davranışlara mantıklı cevaplar bularak hipotezleri destekler.
“Birini affetmek bir mahkumu serbest bırakmaktır ve fark edersiniz ki asıl mahkum zaten sizsinizdir.” [Lewis Smedes]
Beynimizde duygularımızı kontrol eden en önemli bölüm Limbik Sistem’dir. Bu bölümün en önemli özelliği, hem duyguların kaynağı hem de hafızalarımızın depolandığı yer olmasıdır. Bu bölge, kadınlarda erkeklere oranla daha büyüktür. Dolasıyla, kadınlar daha duygusal, daha endişeli olurken, hafızaları da daha güçlüdür.

Zihnimiz, geçmiş deneyimlerimizi kullanarak, mevcut durumlar için hangi duyguyu kullanacağını belirler. Geçmişimizdeki olumsuz olaylar ve deneyimler, mevcut ruhsal durumumuzu etkiler.


Bir suçlu olabilmesi için, bir kurban olmalıdır. Kurban, bu durumda siz oluyorsunuz. Kurban çaresiz gibi gözükür, hayatının sorumluluğunu üzerine almaz ve suçlular hakkında şikayet etmeye devam eder. Bu, egonun en sevdiği durumlardan biridir... Kendini kurban olarak tanımlar. Egonun tek amacı kendini bir şekilde tanımlamaktır; dolayısıyla herhangi bir maske onun için yeterlidir.

Gerçekte olduğumuz özün aksine, ego zihnimizin yarattığı bir karakterdir...
İşin en dramatik tarafı, bilinçaltımızın olayı her hatırladığında, aynı duygusal etkileri yaşamasıdır. Diğer bir deyişle çok üzüldüğünüz bir durumu hatırladığınızda, aynı şekilde bilinçaltınız üzüntü yaşıyor. Olumsuz tavrımızı sürdürüyorsak, olayların nasıl yaşandığını kaydeden 'hikayesel hafızamız' (Episodic Explicit Memory) hatıralarımızı da olumsuz yönde değiştirmeye başlıyor. 

Aynı olaya şahit olan, ancak duygusal olarak etkilenmeyen biri, yaşananları farklı bir şekilde anlatacaktır. İşte bu sebepten dolayı, Amerika’daki bir çok suçlu, aslında masum olmasına rağmen hatalı ifade ile suçlu bulunmaktadır.


Bizi iyileştirecek olan ise geçmişte yaşadıklarımızın sorumlusu gibi görünen kişileri bağışlamaktır. Olayları oldukları gibi görüp, kendimize düşen payı alıp, karşımızdakine de onun payını içtenlik ve sevgi ile vererek bağışlamak... Her ne kadar tamamen haklı gibi gözükseniz de, bu olayın bir parçası olduğunuzu kabul etmek, özgürleşmek için önemli bir adımdır.

Bize en değerli mesajları bu kişiler vermektedir. Harekete geçmeden önce biraz durup olaya farklı bir açıdan bakmak, travmalarımızı iyileştirmek için müthiş fırsatlar sunacaktır...

“Siz de işaret parmağınızı bir insana suçlarcasına salladığınızda, geriye kıvrılmış diğer üç parmağın sizi işaret ettiğini göreceksiniz. Bu bizim başkalarını suçladığımızda sadece kendi veçhelerimizden birini yadsımakta olduğumuzu hatırlamamıza yardımcı olabilir.”                    [Işığı Arayanların Karanlık Yanı - Debbie Ford]

9 Eylül 2014 Salı

Repentance


Bir trafik kazasından sonra hayatı değişen yaşam koçumuz Tommy, geçmişine bir sünger çeker ve 'Arkana Bakma' isimli bir kitap çıkartıp ünlü olma yolunda ilerlemektedir. Ancak bir gün hayatına Angel Sanchez girer; bir yandan ondan destek isterken bir yandan da onun geçmişi ile yüzleşmesini sağlar... Sanchez ölen annesini unutamamaktadır ve eşi onu terk etmiştir. Öte yandan kardeşi ile sıkıntı yaşayan Tommy’nin paraya ihtiyacı vardır ve ona yardım etmeye karar verir. Olaylar esrarengiz bir şekilde gelişir.

Filmi sıradan bir gerilimden ayıran tarafı oyuncuların performanslarının yanı sıra, aldığı konular ve yaklaşım tarzı. Özellikle suçlu ve kurban ilişkisi... Suçlu yaptıklarından dolayı pişmanlık duyar ve bunun vicdani yükü ile kendini kurban ve haklı olarak gören karşı tarafın karşısında ezilmeye başlar. Denge değişir... Suçlu kurban olur...

Eskimo kabilelerinde eğer bir aileden bir adam öldürürse, öldürdüğün kişinin tüm sorumluluklarını alıp onun yerine geçermiş ve kendi ailesini yalnız bırakırmış. Bu sisteme tekrardan dengeyi getirirken, katil konumundaki kişi sorumluluklarını alarak bir nevi yaptıklarının bedelini ödermiş.


Filmi seyredecekler için daha fazla detay vermemekte fayda var; kısaca basit bir gerilim filminin arkasında değerli kavramlar var... Son olarak filmin başrol oyuncusundan bahsetmekte fayda var:

Forest Whitaker
Teniniz siyah, şişmansınız, gözleriniz asimetrik, yakışıklı da sayılmazsınız, ilk defa dinlediğinizde öyle çok etkileyici bir ses tonunuz da yok. Oyuncu olmak ister miydiniz? Ve hatta ödül kazanacağınızı hayal eder miydiniz? 1961 Teksas doğumlu Forest Whitaker, tüm bu koşullara rağmen hayalini gerçekleştiren bir oyuncu... Onu ilk defa 1987 yapımı Good Morning, Vietnam’daki yan rolü ile hatırlayabilirsiniz. Daha sonra, The Color Money ve Platoon’da yan rollere devam eden Whitaker, 1992’de Crying Game’da İngiliz aksanı ile dikkati çeker. 

Kariyeri genellikle yan rollerle ilerlerken 2006’da The Last King of Scotland’daki rolü ile En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde Oscar Ödülü’ne layık gösterilir... Son zamanlarda, Lee Daniels' The Butler, müzikal olan Black Nativity gibi güzel filmlerde de performans gayet iyi...

“Karanlığa küfretme! Ona mum tut...”

5 Eylül 2014 Cuma

Sex Tape


Cinsellik her zaman iş yapar; sinemada, reklamlarda, satışta, pazarlamada, dedikodularda... Cinsellik neden bu kadar önemli? Beynimizin temel görevi bizi hayatta tutmak ve neslimizin devamını sağlamaktır. Bu sebeple kendini güvene aldığında üremek zihnin bir güdüsüdür... Her ne kadar evlenmeden önce sizin için en önemli şey değilmiş gibi görünse de, bilinçaltınız ve sezgileriniz size en güzel ve sağlıklı bebekleri doğuracak insana sizi çeker... 

Başkasının zoruyla ya da sırf evlenmek için evlenmediyseniz, genellikle harika bir cinsel hayatla başlar ilişki... Bu durum anne-baba olduktan sonra radikal bir şekilde değişebilir... Çocuklarının annesi ile artık rahat bir cinsel hayat yaşamayan erkek, yorgunluktan bitap düşen çiftler, kendini anneliğe takıntılı bir şekilde adamış kadın vs vs... Neden cinsel birleşme yaptıklarını veya nasıl hissettiklerini bile unuturlar...

Bu bir parça da, bizim sevgi ile cinsellik arasındaki ilişkiyi bilmeyen bakış açımızdan da kaynaklanıyor olabilir... Cinselliği sadece zihni besleyen bir adrenalin, endorfin ve serotonin kaynağı olarak görüyor olabiliriz... Ya çok bastırılmış ya da fazla serbest bırakılmış cinsellik bize bu konuda daha fazla bilinçlenmemiz gerektiğini gösteriyor. Belki cinsellikle ilgili travmalarımız hayatımızı yönetiyor olabilir. Tacize uğramış biri, kendi bilmese bile derinlerde şiddeti veya zorlamayı sevgi ile karıştırıyor olabilir. Annesi çok zor hamilelikler geçiren bir kız çocuğu içten içe hamile kalmaktan korkuyor olabilir...



Sex Tape birbirine coşkulu bir şekilde aşık olmuş ve genç yaşta evlenip, iki çocuk sahibi olan çiftin cinsel ilişkisi üzerine kurulmuş bir film. Bir çift eski günlere dönmek ister ve bu deneyimi videoya çekerler... Hediye ettikleri iPad’lere Cloud üzerinden yayılmak üzere olan videoyu engellemek üzere komik bir macera başlar...

1994’de ilk defa The Mask’da rol alan Cameron Diaz, 1998’deki There’s Someting About Mary’de iyice tanınmaya başladı. Her ne kadar Being John Malkovich ve Vanilla Sky gibi daha yoğun filmlerde rol aldıysa, Diaz’ı en çok romantik komedi filmlerine yakıştırıyorum.


Ya cinsellik sevginin, aşkın ifadesinde doruk noktası ise, 
Ya cinsellik iki iken bir olmak demekse, 
Ya cinsellik birbirini bedenen ve ruhen beslemek demekse, ya her günün farklı bir gün olduğunu ve sizin ve eşinizin de farklı olduğunu kavrasanız... 
Cinsel ilişkiniz nasıl olurdu?