Başına devamlı talihsiz olaylar geliyor, hakkı
yeniyordu. Kavga etmekten, mücadeleden bıkmıştı. Ne kadar uğraşsa sanki daha da
derine batıyordu. Dünyada adalet yok muydu? Tüm bunlar ne zaman başlamıştı?
Hatırlayamıyordu bile... Kendini bildi bileli sanki bu şekilde yaşıyordu. Tam umutlandığı anda
bir kazık yiyordu. Hem de bazen en çok güvendiği kişilerden.
Tanrı ondan ne istiyordu? Olanlardan haberdar değil miydi? Artık hayatında bir şeylerin değişmesini istiyordu. Madem ki bu hayattaydı, bu hayat ona verilmişti, “bu şekilde olmamalı” diye geçiriyordu içinden. Kendini küçücük bir çocuk hissetti o an; ana rahmindeymiş gibi kıvrıldı ve uyudu...
Günler geçti, sanki hayatını gözleyen biri gibiydi, olanları
izliyor, onlara verdiği tepkileri izliyordu. Daha az etkilendiği gibi artık
klasik hale gelmiş tepkilerini de keşfediyordu. Bir gün güneşli bir günde en
çok sevdiği caddede yürürken aklına uzun süre kitap okumadığı geldi. Daldı ilk
kitapçıya... Uzun bir araştırmanın ardından gözüne kırmızı bir kitap takıldı.
Neden insanların başlarına kötülük geldiği ile ilgili bir kitaptı bu... Hemen
aldı, okumaya başladı. Önce çok anlamsız geldi tüm yazılanlar.
“Hayatımızdaki her olayı, her kişiyi biz hayatımıza çekeriz.
Önceleri göremesek de, tüm bunların anlamı vardır... Olumsuz gibi görünen durumlar, bambaşka bir kapıyı açabilir. Yeter ki
arkasında yatan dinamiği görelim. Tam tersi isyan edip mücadele ettikçe benzer
olaylar başımızda gelmeye devam eder. Kovulmak yeni bir iş imkanı olabilir,
başarısız ilişkiler kendimiz keşfetmek için eşsiz fırsatlar olabilir, birinin
kaybı kaybedilecek hiç bir şey olmadığını anımsatabilir bize...”
Ne kadar da saçma ve iyimser gözüküyordu söylenenler. Ancak
artık kaybedecek hiç bir şeyi kalmamıştı. Kendi hayatında incelemeye karar
verdi. Neydi en çok başına gelen olay? İş hayatında hep haksızlığa uğruyordu.
Kendini doğru düzgün ifade edemiyor, sinirinden kuduruyor. Sonra da müdürünün
arkasından konuşup, ona küsüyordu. Evet, küsüyordu... Baktı kendine aynada; ‘kim
küser?’ diye düşündü. Bir çocuk. Kravat takmış bir çocuk muydu? Zor olsa da
gerçeği kabul etti. Gözünü kapadı, bir anda babası geldi aklına. Aynı babası
ile olan ilişkisine benziyordu bu durum. Sanki bir anda yıldırım çarpmışa
döndü. Zaman durmuş, sihirli bir değnek onun tüm bakış açısını değiştirmişti.
Sonra babasının hikayeleri geldi aklına, onun da babası onu hiç dinlememiş,
okuması için hiç destek olmamıştı. Sırf Türk olduğundan dolayı o da iş yerinde
hakkı olan terfiyi, kendinden daha tecrübesiz birine kaptırmıştı... Daha da
gerisi var mıydı? Belki de... Sadece çocukluğunda yaşadıkları değil tüm aileden
geliyordu bu kader...
Sonra başka bir kitapta okuduğu genlerle ilgili epigenetik diye yeni bir bilim dalı
aklına. Hep severdi mantıklı bilimsel açıklamaları. Ne diyordu? Bedendeki yirmi
iki bin geni anne ve babamızdan alırız ve sanki kaderimiz bu genler vasıtası
ile nesilden nesle aktarılır. Bazen gen açık, bazen de kapalıdır. Duygu
düşüncelerimiz, bakış açılarımız değiştiğinde genlerin çalışma şekilleri de
değişir...
Denemeye karar verdi, küsmeyi, sinirlenmeyi bir kenara bırakıp izledi bir süre. Sanki başka bir kişinin içinde yaşıyor gibiydi. Artık hiç bir olayı da kişisel almıyordu. Kendisinin hayatını ailesindeki bir çok kişi etkiliyorsa, karşılaştığı her insan için de geçerliydi bu. Bir süre geçti, sürpriz bir iş teklifi aldı. Sanki güneş yeniden doğuyordu. Sanki kendisi bir kabuktan çıkmış yeniden doğuyordu. Görenler bile onu gençleşmiş buluyordu... Bir daha hayatında o tip yöneticiler ile karşılaşmadı.
Fark ettiği en önemli durum ise etrafında kendi gibi "yetişkin
görünümünde çocuklar" olduğuydu. O incinmiş, yaralanmış çocukların ortaya
çıkışı aniden olabiliyordu. Bu sebeple yüzeydeki hikayelere ne kadar haklı olursa
olsun, itibar etmiyordu. Bunun yerine ötesine bakmayı deniyordu. İçten ve
samimi olduğunda, her zaman karşısına bir cevap çıkıyor ve bir süre sonra
olaylar değişmeye başlıyordu. Hem de hiç ummadığı şekilde...
Bundan sonra hayata hep farklı bir açıdan baktı. Evet,
hayatındaki olaylar ve kişiler kendi geçmişi ve ailevi geçmişinden kaynaklanıyordu.
Kimse suçlu veya suçsuz değildi. Hiç bir olay doğru veya yanlış değildi.
Önceleri bunu kabul etmek çok zor olsa da, kendini bu bakış açısı ile yalnız
hissetse de, bu onun bakış açısıydı ve sonunda hep işe yarıyordu. Hemen hemen
her öğretinin kökünde temelinde benzer bilgilere ulaşıyordu. İlişkiler onun iç
dünyasına ışık tutuyordu. Birine gıcık mı oldu, hemen dönüyor içine bakıyordu.
Aynı davranışı ben de yaptım mı? Yapıyor muyum? Kim bana daha önce yaptı?
Ailemde bununla ilgili neler olmuş? Sonunda her durum karşısında kendi
sorumluluğunu aldığında başka bir yükü bırakır gibi hafiflemiş hissediyordu.
Belki her zaman mutlu değildi. Çünkü artık biliyordu, bu dünya karşıtları ile
vardı. Mutluluk varsa mutsuzluk da olmak zorundaydı. Yaşam varsa ölüm olmak
zorundaydı. Oysa derinlerde huzur vardı.
Tek başınalık hiç bu kadar kalabalık olmamıştı...