29 Haziran 2015 Pazartesi

Inside Out


İnsan beyninin nasıl çalıştığını çok basit ve eğlenceli bir şekilde anlatan muhteşem bir yapıt. “Düşünüyorum öyleyse varım” diyen Descartes’in savını çürüten nörolog Damasio, insanlığın düşünceden ziyade duygular tarafından kontrol edildiğini Descartes’in Yanılgısı adlı kitabında uzun uzun anlatıyor. Evet, eğer sadece zihninize kontrolü bıraktıysanız düşünen mantıklı bir varlıktan ziyade duyguların egemen olduğu bilinçaltı tarafından hayatınızı sürdürüyorsunuz demektir.

Bir çok filozof ve bilim adamı bir çok duygu tanımlasa da bu konuda genel bir uzlaşma bulunmamaktadır. Ancak en yaygın olarak kullanılanlar; korku, öfke, neşe, üzüntü ve tiksinme duygularıdır. Bu duygular da Pixar’ın her zaman kullandığı gibi canlı, kontrast oluşturacak renk ve görsel bir etkenlerle pekiştirilmiş bir şekilde Riley’in zihninin ana kumanda merkezine yerleştirilmiştir. Evet, film, kahramanımız Riley’in doğması ve ilk hatıranın beyne kaydedilmesi ile başlar. Zihindeki en aktif karakter neşedir ve Riley’nin hep neşeli olması için uğraşır durur. Onun için üzüntü hiç olmamalıdır.


Zihinde her anı bir yere dolanırken, bazıları ise temel hatıralardır ve bunlar Riley’in önemli anıları olduğu gibi, oluşan kişiliğinin de önemli bir parçası olurlar. Aile, dostluk, şaklabanlık gibi... Bu anılar özellikle duyguların çok yoğun yaşandığı anlarda oluşur. Riley’in bazılarımızın aksine neşeli bir çocukluk geçirirken bir gün taşınmaları ve babasının yaşadığı maddi sıkıntılar onda bir travma yaratır.

Bazen yaşadığımız olay o kadar üzücüdür ki, beyin o anıyı koruma altına alır. Bunu o acının çocuk için çok fazla olduğunu düşünür. Aslından zihnin asıl görevi bedeni hayatta tutmaktır. Bu sebeple her duygunun da bir işlevi vardır. Travma karşısında korumaya alınan anı ya hiç hatırlanmaz ya da bizi etkilemeyen önemsiz bir hatıra gibi gözükür. Ama bir şey onu tetiklediği anda tekrardan o ana döner bir çocuk gibi tepki veririz. Burada yapılması gereken o acının yaşanması, anlaşılması ve erimesidir... 


Neşe de bir süre sonra farkına varır ki, üzüntünün de önemli bir işlevi vardır ve ondan kaçmak veya yokmuş gibi davranmak ileride daha ciddi sıkıntılara sebep verir. Filmdeki Riley ise hem neşeyi hem de üzüntüyü kaybeder ve depresyona benzer bir hal içerisinde evden kaçmanın planlarını yapmaya başlar.

Erkek ve kadın beyinleri arasındaki farklara da küçük dokunuşlar yapan film, oldukça eğlenceli ve aksiyon dolu. Up filmi ile Oscar ödüllü kazanan Pete Docter’ı kutlamak gerekiyor. Toy Story, Monsters Inc.,WALL·E gibi harika animasyonlara imza atan Pete, 5 kere de Oscar’a aday gösterilmiş...

Filmin ilginç yanlarından biri ise şudur. Ortada sevgi yoktur. Bizi birbirimize bağlayan sevgi zihinde yoksa nerededir? Biz zihnin ötesindeysek, biz neyiz? Sadece var olduğunu kesin olarak bilebilen her insan kim olduğunu sorgulamalı ve bizi kontrol eden zihni gözlemlemelidir. Gerçek özgürlüğe zihnimizden kontrolü geri aldığımızda sahip olabiliriz.

Korku: Ayı olabilir mi o?
Tiksinti: San Francisco’da ayı yoktur!

26 Haziran 2015 Cuma

The Squid and the Whale


Türkiye’de evlenme sayısında az da olsa bir düşüş yaşanırken, boşanma oranları devamlı artıyor... Her sene yaklaşık 600 bin çift evlenirken, 2014 yılında boşanma rakamları 130 bin çifte ulaşmış. Uzun süredir bu rakamlar ve artış hızları hemen hemen aynı. Kabaca 5 çiftten birinin evliliği boşanma ile sonlanıyor. Ve bu boşanmaların yaklaşık %40’ı ilke 5 senede gerçekleşiyor...

Boşanma konusunda ne düşünürseniz düşünün, bunun etkilerini bilmek durumundayız. Boşanmanın sonunda çiftlerin ve varsa çocuklarının daha sonraki hayatları nasıl etkileniyor? İlişkilerimizi bir kalemde çizmek gerçekten mümkün mü?

Alman Psikolog Bert Hellinger’in önderliğinde gelişen Aile Sistemi Terapisi ile bu dinamiklere bakmak mümkün. Bu gözlemlerden ortaya çıkan bazı yaygın dinamiklerin de artık farkındayız.
Öncelikle boşanan ebeveynlerin çocukları bilinçaltından suçu kendilerinde arıyorlar.
İşin doğrusu, ebeveynlerin arasında olan ne varsa bu çocukları ilgilendirmez. Başta buna itiraz edecek çocuklar olsa da, bu farkındalık çocukların içlerini rahatlatır. Sonuçta çift ayrılsa da, baba baba olarak, anne de anne olarak kalacaktır. Ayrılıklarda çocuklara asla kimi seçeceği sorulmamalı ve bu yük onlara verilmemelidir. Hellinger’in tavsiyesi şu şekildedir; hangi eş diğerini daha fazla sevgi ile anabiliyorsa çocuklar onda kalmalıdır. Doğal olarak çocuğun anneye muhtaç bir yaşta olmadığını farz ediyoruz. Kadınların limbik sistemleri daha geniş oldukları için erkeğe göre daha duygusal ve daha kinci olabiliyorlar. Dolayısıyla erkek daha yüksek ihtimal daha iyi bir seçenek olabiliyor.


Diğer önemli bir dinamik ise önceki eş veya partnerler ile olan zor ayrılıklar, bir sonraki ilişkinizi etkilemesidir. Yeni ailenizdeki çocuğunuz, o kişiyi hiç tanımasa bile bu incinmiş, öfkeli ve belki de dışlanmış kişiyi bilinçaltından temsil etmeye devam edebilir. Bu sebeple içlerindeki her şeyi çözüp güzel bir ayrılık yapmadan yeni bir ilişkiye başlamamakta fayda vardır.

2005 yapımı The Squid and the Whale iki çocuklu bir ailenin boşanma sürecini inceleyen başarılı bir film. Araları açılan Bernard ve Joan’ın kök ailesine ait fazla bilgi yoktur ancak birbirleri ile rekabet halindedirler. Belki “Anasının Kuzusu” yazısındaki gibi birbirlerini ebeveynleri yerine koyup onlara kendilerini ispatlamaya çalışmaktadırlar. Büyük oğulları Walt, annesinin babasını aldattığını öğrenir ve babasının yanında saf tutar. Küçük oğulları Frank ise sistemdeki dengeyi tutarak annesinin yanında durmayı seçer.

Doğru olan, çocukların ebeveynleri arasında yaşanan olayları bilmemeleridir. Bu onları ilgilendirmez. Tek bilmeleri gereken şey onların kendi meselesi yüzünden ayrıldıkları ve anne babanın çocuklarını sevmeye devam edeceğidir. Ayrıca yüzeyde görünen olaylar, derindeki gerçek sebeplerden çok farklı olabilir. İlişkiyi bitirmeyi isteyen taraf, aslında diğer taraf çoktan eş olmaktan vazgeçtiği için bu rolü üstlenmiştir... Hiç bir şey tek taraflı değildir.
 

Bernard ve Joan’ın daha sonraki ilişkileri çocuklarında değişik etkiler yaratır. Küçük oğlan babasına benzemek istememektedir ve ondan nefret ederek ondan kaçar. Cinsellik ve alkol ile denemeler yapar. Walt ise cinselliğe karşı tepki geliştirirken, kız arkadaşı ve babasının genç kız arkadaşı arasında ikilemde kalır...

Walt’un kız arkadaşının ailesi ise onu yargılayıp etiketlemektedir. Ailesi boşandığı için onu beğenmemişlerdir. Topluma göre boşanmak iyi değildir. Bu durum da çocukların ailesine olan öfkesini tetikler... 

Filmin yönetmeni Noah Baumbach, Frances Ha (2012), While We Are Young (2015) gibi güzel filmlerin aynı zamanda senaristidir. Bu filmde Jeff Daniels ve Laura Linney gibi çok popüler olmayan usta oyuncular ile başarılı bir iş çıkarmış.

Hayatın akışı için sevginin ebeveynlerden çocuklara doğru akması gerekir. Hem eş seçiminde hem de gerekiyorsa boşanma sürecindeki farkındalık bu akışın devamını sağlar. Bu sayede çocuklarımız da bizlere takılmak yerine ebeveyn olabilecekleri fırsatları yakalarlar. 

19 Haziran 2015 Cuma

Anasının Kuzusu


Her çocuk doğduğunda annesine muhtaçtır. Babanın çok fazla devrede olmadığı bu dönemde, anne onu besler ve korur. Onun kalp atışını duyunca çocuk rahatlar. Her anne içgüdüsel olarak bebeğini koşulsuz sever. Hayatın devamı için bu güdü elzemdir. Bu sebeple her çocuk başta annecidir...

Çocuk büyümeye başladıkça babanın rolü önem kazanmaya başlar. Anne ona sevecen bir sıcaklık ve güven verirken, baba çocukları hayatın fiziksel zorluklarına hazırlamakla yükümlüdür. Baba, çocukların sınırlarını biraz zorlayabilir ama anne için sınırları zorlamak oldukça zordur.

Yetişkin olma yolculuğu, erkek ve kız çocuk için biraz farklıdır. Erkek çocuk, anneden babaya yönelip erkek olmayı ondan öğrenir. Eğer bu bağ kurulmazsa anasının kuzuları ortaya çıkar. Kız çocuk ise anneden babaya yönelir. Bu biraz da doğal bir yöneliştir çünkü baba kızın hayatındaki ilk erkektir. Ancak kız çocuğunun işi henüz bitmemiştir, ergenlik döneminde tekrar annesine yönelip kadın olmayı ondan öğrenmelidir. Anne ile olan bu ikinci buluşma ilkinden biraz farklıdır... Bu bebek-anne ilişkisinden ziyade kız–kadın ilişkisi gibidir...


Tüm bu süreçleri geçiren gençlerin bir süre için kendi sorumluluklarını taşımaları da önemlidir. Bazen geleneklerimize ters düşse de sistem dinamiği açısından baba evinden koca evine doğrudan geçen kız henüz kendini yetişkin hissetmeden babasının yerine kocasını koyma eğiliminde olur. Bu durum erkek için de geçerlidir. Yüzeyde başka hikayeler olsa da bilinçaltında durum farklı olabilir. Boşanma veya mutsuz evliliklerin önemli bir kısmının sebebi bu dinamikten kaynaklanır...

Yüzeyde ise çok fazla bir şey gözükmez... Ya anne babasına çok düşkün evlatlar olarak takdir ediliriz, ya da bir şekilde onların hatalarından dolayı onları suçlar ve sözde bağımsız hayatlar kurarız. Bu sırada sistem çalışmaya devam eder. Bize, bu yönümüze bakmamız için karşımıza sayısız olaylar çıkartır. Aile sistemi terapisi ile bu dinamikleri anlayıp etkilerinin farkına varabiliriz.
Ancak anlayış ve farkındalık bizi gerçek özgürlüğe götürecektir!

9 Haziran 2015 Salı

Just Before I Go

“Anılar bir saksağan gibidir. Her şeyi ortadan kaldırır, aydınlığı ve boktan ışıltıyı sonra gerçekten neyin önemli olduğuna dikkatini veremezsin.”
Hayatımızın kontrolü ne kadar bizim elimizde? Geçmişe baktığınızda başınıza gelen olayların ne kadarında payınız var? Hayatınızı yönlendiren, belki kader, belki şans dediğiniz olgu sizi ne kadar etkiliyor? Ne yaparsınız yapın bir şekilde dilediğiniz noktada değil misiniz? Sevinç ve huzur sizden hep uzak mı? Yoksa tüm bunları aldırmadan, sanal bir dünya yaratıp onlara mı tutunuyorsunuz? Ve öyleymiş gibi bir yaşam mı kurdunuz? Zihninizin veya çevrenizin değer verdiği sahte imajlara, unvana, ait olduğunuz gruba, işinize mi yapışıp kaldınız?

Kısacası işler bir şekilde yolunda gitmiyor ve sanki sizin dışınızda bir şey hayatınızı yönlendiriyor... İşte bu konuda yanılmıyorsunuz. İnsan zihninin en büyük tutsaklığından biri bağımsız bireysellik illüzyonu belki de. Carl Jung’un keşfettiği kolektif bilincin etkisiyle, bireysel gibi gözüken hayatımız ailemiz ve atalarımızdan taşıdıklarımızla etkileniyor. Özellikle de kök ailemizden taşıdıklarımız hayatımızı ve kendi çekirdek ailemizi etkilemekte...

Çocukken yaşadığımız travmalar ile başa çıkmamızı sağlamak amacıyla zihnimiz bu anıları ya blokluyor ya da farklı hatırlamamıza sebep olur... Algılarımız karşılığında oluşan duygu ve düşünceler inanç sistemimize dönüşürken, bu inanç sistemi davranışlarımızı belirliyor ve hayatımız şekilleniyor. Davranışlarına anlam veremeyen akıllı Neo-korteksimiz bize akıllı bahaneler uydurmaya başlıyor ve matrikste mutsuz ama mesut gibi yaşamaya devam ediyoruz.


Öte yandan içimizde belki de sesini başlarda duyamadığımız bir ses bize mesajlar veriyor, karşımıza olumsuz gibi gözüken insanlar çıkartıyor ve olaylar başımıza geliyor... Yüzeyde yer alan durumların altında çok daha derin sebepler yatıyor...

Just Before I Go I film intihara karar vermiş Ted’in gitmeden üç hafta önceki hikayesini konu alıyor. Ted çocuk yaşlarda babasını kaybetmiştir. Abisi Luck ise duygusallığını sert erkek maskesi ile örtüp kardeşine bebek diye hitap etmektedir. Polis olarak çalışan Luck, kendince takındığı mizahi imaj ikinci savunma kalkanıdır. Ted’in annesi ise kocasının ölümünden sonra uygun bir erkek bulamamış ve lezbiyenliği tercih etmiştir. Anne karakteri oldukça zayıftır... Onun hikayesine pek girilmemiştir.

Ted, babasına çok bağlı bir çocuktur. Kendisinin hayatı hissettiği tek yer olan Wansutta gölü onun için özel bir yerdir, çünkü babasıyla Wansutta gölü canavarını takip etmektedirler... Babasının ölümüne çok içerleyen Ted, mutsuz olduğu okul çağından sonra ortalama bir işe girip, ortalama bir hayat sürmektedir, bu keyifli olmasa da güvenlidir. İşte tam o sırada eşi ile tanışıp evlenir ve tüm odağını ona verir. Eşi ise onu tutkusuz olmakla suçlar ve üç yıl sonra onu terk eder. Artık Ted yaşamı bırakmaya hazırdır, ama bunu doğru düzgün yapmak ister ve kasabaya dönüp onu hayatında çileden çıkaran kişilerle yüzleşmek ister.

*Okulda ona sataşan çocuk Rawly! Ted onu bir güzel benzetmek için gider ama Rawly yirmi yıl sonra hatalarını anlayan ve çok sevecen bir baba olmuştur; aslında hayatı boyunca babasına kendi, ispat  etmek için bu tip davranışlara girmiştir. Ted’le yıllar sonra iyi arkadaş olurlar. Rawly halen babasından nefret etmektedir. Ancak anlayacaktır ki nefret ve öfke sevgiye çok yakındır, onun kadar da güçlü bir bağ kurar. Ted ile arasındaki dengeyi sağlamak için onun da kendisine kötü bir şey yapmasına izin verir.

Denge böyle bir şeydir. Kimsenin kimseyi affetmesi söz konusu değildir. Affetmek dengesizliği daha da derinleştirir.


**Diğer kişi ise ona okulda kötü davranan öğretmenidir. Onu araştırır ve kendisinin bakım evinde olduğunu öğrenir. Artık dış dünya ile bağı kalmamıştır. Ruhu ölmek istemektedir. Daha sonra öğrenir ki, Ted ona ölen oğlunu anımsatmaktadır... Bu sırada öğretmeninin torunu Greta ile tanışır ve Greta onun belgeselini çekmeye karar verir. Greta’nın da annesi kocasının kaybından dolayı intihar etmiştir. Greta ise artık birini daha kaybetmemek için kimseye bağlanmamaktadır.

***Gençlik meselelerini bir bir kapatan Ted, abisinin ailesinde olan olayları dışarıdan bir kişi olarak net bir şekilde görmeye başlar. Luck’ın eşi onun sandığı gibi kendisine tapmamaktadır... İlişki oldukça kopuktur. Büyük oğulları ise eş-cinselliğini herkesten saklamamaktadır. Belki ailede dışlanan bir kadını temsil etmektedir... Ama daha büyük ihtimal baba ile olan kopukluğu olabilir...
Hayatımızda bir çok olay derindeki aile bağlarına dayanmaktadır...
“Hava karardığında yıldızları görebiliriz. Onlar her zaman oradadır. Başını arkaya at ve yukarı bak tavsiyeyi hatırlayacaksındır.”

5 Haziran 2015 Cuma

Yaşa!


Bir an dur! Hiç bir şey yapma... Mümkünse düşünmeden bir dakikalığına dur ve sadece o anda var ol. Bildiğin tek gerçek var olduğun. İşte o anda yaşadığını hissediyor musun? Hayatında gönlünden gelen şeyleri yapıyor musun? Yoksa otomatiğe bağlanmış gibi bir hayat mı yaşıyorsun? O meşhur karikatürdeki gibi gençken okulu bitirmeyi, mezun olduğunda evlenmeyi, işe girmeyi, ve çalışırken de emekliliği hayal ederken sanki hiç varmak istediğiniz noktaya ulaşmadan ölüme doğru mu gidiyorsunuz?

Ne ölüm mü? Bu da nereden çıktı? Ben daha çok gencim mi diyorsunuz? Bir an için birinin cenazesinde aklınıza gelen, sonra hemen unuttuğunuz bir şey mi ölüm?
"Ölmeden önce ölmek gerekir" demiş Yunus Emre...
Ne demek istemiş? Hiç derinlemesine düşündünüz mü? Okuduklarımızın gerçek manasını anlıyor muyuz? Yoksa onlara da güzelmiş deyip geçip gidiyor muyuz? Meditasyon, yoga, ruhani bir hafta sonu... Çok iyi geldi; şimdi dönelim hayatın gerçeklerine mi diyorsunuz? Bu konuda rahatız. Zihin bir bahane bulma makinesidir. Bulunduğunuz durumdan ötürü düzinelerce dışsal sebep bulur, yetmez size döner ve kendinizi suçlayacağınız bir o kadar bahaneyi size yöneltir. Bahaneler ile bu matriksin içinde yaşar dururuz...

Geri gelelim ölüme, ölüm korkusuna... Genellikle ölümü göz ardı edip yaşamaya çalışır, ama aslında yaptığımız şey ölüm korkusundan dolayı hiç yaşamamaktır. Neden kaynaklanır bu çelişki? Tüm öğretiler “bir olmaktan, birlikten” bahsederken, neden hayatımızda her şey birbirinin zıttı gibidir, zıtlıklar vardır? Hatta ve hatta zıtlıklarla öğrenen zihnimizin varlığının sebebi nedir?


Ying yang şeklini bilirsiniz... Ona dikkatli bakarsanız siyahın içinde beyaz ve beyazın içinde siyah vardır. Bu, zıtlığın nasıl bir olduğunu, zıt kutupların birbirini nasıl tamamladığını gösteren güzel bir örnektir. Kadın ve erkek, gündüz ve gece de bunun gibidir. Boşluk olmasa yıldızları ve ayı görmeyeceğimiz gibi sessizlik olmasa şarkıların da bir anlamı olmayacaktır...

Yaşamda ile de ölüm birbirini bütünleyen kavramlardır. Ölümü kabul etmeden yaşamanın mümkünatı yoktur. Peki bunu nasıl başaracağız? Biz de bir laf vardır: “Yarın ölecekmiş gibi bugünü yaşa!”, bazen bu söz gerçek manasında algılanmaz ve gününü gün eden, vurdumduymaz bir uç bir durumla karşılaşırız... Bu kavramı kendinize göre uyarlayabilirsiniz. Diyelim seneye öleceksiniz, veya biliyorsunuz ki yakın zamanda öleceksiniz; şu anda ne yapmak isterdiniz? Ve bunu niye yapmak isterdiniz? Bu hiç de öyle kulağa geldiği kadar kolay bir iş değildir.
Önce ne yapmaktan keyif aldığınızı bulacaksınız, gerçeği bulana kadar neden diye kazıyacaksınız!

Bunu yaparken yazarak çalışmak önemlidir, zihnin tuzaklarına düşme ihtimaliniz azalır. Yapmak istediğiniz şey egonuzu besleyen bir şey mi değil mi, işte bunun peşinde olmaktır hedef. Bu sebeple “ölüm farkındalığı” geliştirmek önemlidir... Zihnin-egonun tutunduğu hiç bir değerin önemi kalmaz o an... Üstadımızın dediği gibi bu farkındalığı bir alışkanlık haline getirmek yararlıdır. Hatta derin nefes almak gibi, boşluklarda aklımıza getirmek bizi o koşuşturmacanın, zihin oyunlarının dışına çıkartacaktır. Ve anlayacağız ki kontrol edecek hiç bir şey yok; zihnimizin ötesinde adına ne derseniz deyin daha yüce bir gücün nehrinde gidiyoruz...

Buna direnç göstermeden, sadece hafif dümen hareketleri ile çok daha farkında, dolu ve huzurlu hayatlar sürmek, yaşamak mümkün...

1 Haziran 2015 Pazartesi

Geçmişi Değiştirebilir misiniz?

“Geçmişimizi değiştirmek için yapabileceğimiz en olumlu şey, geçmişimiz hakkındaki algımızı değiştirmektir.” [Deepak Chopra]
Freud, psikanaliz metodunu ortaya atarken 0-6 yaş arasında yaşanan duygusal travmalara odaklanmıştır. Carl Jung ise bunun üzerine kolektif bilinç kavramını keşfetmiş, bireysel travmalar kadar özellikle ailemiz ve kültürümüzden etkilendiğimizi açıklamıştır.

Zihnimiz de devamlı geçmişle olan bağımızı güçlendiren bir düşünce tarzı geliştirir. Bunun sebebi çok açıktır. Zihnin elinde iki kaynak vardır; deneyimleri ve hatıraları... Bunlara dikkat ederseniz bunların ikisi de geçmişte olmuştur. Şu an bile yeni bir şey öğrendiğiniz anda o artık geçmiştir. Zihnin geliştirdiği gelecek tahminleri ise geçmişteki verileri kullanarak yapılan bir varsayımdan öteye gitmez.

Geçmiş olumsuz deneyimlerimize bahaneler bulmaya, kendimizi kurban gibi göstermeye veya güzel günlerin, gençliğin geçmişte kaldığına ikna ederiz kendimizi... O kadar bu görüşlere inanırız ki, başkalarını da inandırırız...

Öte yandan, içimizden başka bir şey bizi hayal etmeye, kendi özümüze doğru gitmeye doğru iter. Zihin ise buna karşı koyar. O, değişikliği sevmez; değişiklik onun için risktir. Onun kendini güvende hissetmesi ve sakinleşmesi gerekir. Meditasyon gibi uygulamalarla onu sakinleştirmek, onunla özdeşleşmemek... Bu iyidir, çünkü artık bizim önümüzü kesen engel ortadan kalkmıştır. Zihin yeniden denese bile artık illüzyon etkisini yitirir.
Ama hala o dilediğimiz noktaya ulaşamayız; sanki kedinin kendi kuyruğunu yakalamaya çalışması gibi döner dururuz. Sadece daha huzurluyuzdur. Artık önümüzde engel yoktur, ancak o ana kadar olan yükleri üzerimizden atmadan yola çıkamayız. Bu da geçmişi değiştirmek demektir!

Bu imkansız mı? İmkansız kelimesi bazılarımızın sözlüğünden çıkmış durumda... Özellikle de kuantum fizikçilerinin... Kuantum fiziğine göre ne mekan, ne zaman vardır. Atom altına indiğimizde zaman ve mekan kavramları yok olur... Geriye sadece ilişkiler kalır... Tüm evren birbirine bağlı ve dolanıktır. Buna göre geçmişimizle çalışıp bir anlamda geçmişimizi değiştirebiliriz, üzerimizdeki etkilerinden özgürleşebiliriz.


Öncelikle şunu bilmek gerekir ki, geçmişte ne olmuşsa olsun bu anıyı canlı tutan biziz. Bu anıları beynimizde otomatik hale getiren bizim düşünce yapımız. Nörologların da keşfettiği gibi Neuroplasticity sayesinde yaşımızdan bağımsız bir şekilde düşünce yapımızla beynimizde yeni formlar ve fonksiyonlar yaratabiliyoruz... Nasıl mı? Tekrarlanan duygular, davranışlar ve düşüncelerle! Anlayışla...
Bireysel olarak kendini gözlemleme bir dereceye kadar işe yarayabilir.
Peki ya, Jung’un bahsettiği bilinçaltı seviyesinde ne yapabiliriz? Ailemizden, kültürümüzden taşıdığımız üzüntüler, acılar ve kurban zihniyeti bizleri etkiyor mu? Bu sefer devreye giren ayna nöronlar ve kalıtım yoluyla  geçen kalıplar hayatımızın rotasını biz bilmesek de etkileyebiliyor.

Geçmişi temizlemenin yollarından biri de Bert Hellinger’in önderliğini yaptığı Aile Sistemi Terapisi çalışması. Psikodramaya benzeyen çalışma ile aile fertlerinin aile sistemlerine bakıp ne tip olayların nasıl etkisi olduğunu ortaya çıkartan bir çalışma. Bu çalışma aile bireylerinin o aileyi hiç tanımayanların morfolojik alanda temsil etmeleri ile yapılıyor. Bu çalışmanın sonucunda kişiler kısa veya uzun vadede şifa sağlayabiliyorlar. 
Ancak önemli olan, geçmişte olan olaylar hakkında algı ve anlayış geliştirmek!
Sihirbazın numarasını öğrendiğimiz anda artık bizim için sihir olmaktan çıkar.
Bu algıyı geliştirmek için şu bakış açısına sahip olmalıyız: Geçmişte olan her şey bizim için olmuştur. Bir olay başka bir şeye vesile olmuştur. Hiç bir olayı kişisel almamalı ve nefreti, öfkeyi bedenden atmayı öğrenmeliyiz.

İşte bu yolla, geçmişimizle barış içinde, olanlara içtenlikle 'evet' diyerek, şükür ve sevgi ile özümüze ulaşıp zihnimizden ve geçmişimizden özgür bir hale gelebiliriz.
Her şey durulduğunda geriye tüm bu bağların sebebi olan tek şey kalır: Sevgi...