Hayat çok mı kısa? Yoksa uzun mu? Zamanın göreceliğini bulan
bilim insanları aslında çok önemli psikolojik ve ruhsal bilgilere ilham
veriyorlar. Her şey gibi, zaman da göreceli... Keyifsiz ve acı dolu zamanlar
bir türlü geçmezken, çok keyifli ve mutlu anlarımız hızlıca akıp gider. Ancak
ne olursa olsun, bir de bakmışız ki yıllar hızla geçiyor. Tüm bunları yılbaşı,
doğum günü veya diğer hayatımıza damgasını vuran günlerde hatırlıyoruz. Sonuçta
hepimiz hayatın bir şekilde hızla geçtiğinin farkına varıyoruz. O halde, sadece
yılda bir iki kere değil, sık sık hayatımızın ne ile geçtiğine bakmakta fayda
var... Aksi takdirde bize sunalan hayat planını takip, rekabet ve planlı
oyunların oynandığı bir dünyada bulabiliriz kendimizi. Hep daha fazlasını
isteyen ve asla doymayan bir zihin yapısı bizi ele geçirebilir...
Sistem, sahip olma üzerine kurulmuştur: İster araba, ev,
yat, para gibi materyalist olsun, ister pozisyon, itibar, güç, şöhret gibi
soyut kavramlar olsun, insanların sistem içerisinde çalışıp tüketmesi ve tekrar
tüketmesi üzerine kurulu bir oyun...
Belki de artık bunlara itibar etmeyip, daha ulvi konulara
sahiplenmiş de olabilirsiniz. Aile, çocuklar, arkadaş çevresi, gönüllü
kuruluşlar, meditasyon ve daha niceleri... Tüm bunlar son derece anlamlı,
değerli, ahlaklı da gözükse altında sahiplenme, tutunma ve kendini bunlarla
tanımlama varsa, bir önceki durumdaki sahiplenmeden çok da farklı değildir.
Sadece daha güzel bir kostüm dikilmiştir üzerimize...
Biriktirdiğimiz anılar bile olsa, bu bile bilgi ve deneyim
koleksiyonundan başka bir şey değildir. Bilgi ve deneyimler sadece geçmişe ait
oldukları için bize yeni ve yaratıcı bir yaşama veremezler... Tüm hatıra ve
bilgiye olan bağımlılığımızı bırakmak, tüm korkuları da bırakmak anlamına
gelir... Korku, acıların kaynağı olduğundan dolayı, korkulardan
özgürleştiğimizde gerçekten yaşamaya ve sevmeye başlayabiliriz.
Hayatımızı dolu dolu yaşayabiliriz. Bunu yaparken kafalarımızı en fazla kurcalayacak dört ana konu üzerine yoğunlaşalım; amaç, zaman, sağlık ve ilişkiler...
AMAÇ
İşe bize öğretilmiş tüm amaçları bir yana koyarak
başlayabiliriz. Ne yapıyorsak bir kaç günlüğüne o işleri bırakalım ve kendimize
soralım. Kesin bir tarihte öleceğimizi bilseydik ne yapardık? Şu anda
yaptıklarımız gerçekten bizi mutlu ediyor mu? Yoksa zorunluluktan veya başka
bir güdüyle mi yapıyoruz? Sakın acele etmeyelim; sabırla bakalım. Yazmak da
bizi zihnin düşünce labirentlerinin içerisinde kaybolmaktan koruyacaktır. Bu sorulara
yanıt verirken çocukluğumuzu ve ebeveynlerimizi sık sık aklımıza getirelim,
çünkü aile dinamiklerimiz hayatımızı derinden etkilemektedir.
Eğer hiç bir amacımız olmasaydı, hangi yeteneklerimizi
kullanırdık, hangi konulardan keyif alıyoruz? Bizim kolaylıkla ve neşeyle yaptığımız
neler var? İşte bu noktada bulunan “nedenimiz” hayatımızın lokomotifi durumuna
gelirse, bu konuda hem ilerler hem de bizimle aynı nedeni paylaşan kişiler ile
beraber yol almaya başlarız...
ZAMAN
Psikolojik olarak yaşadığımız zaman dilimi her zaman şimdi
olsa da, kronolojik bir zaman var ve bu zamanı nasıl geçirdiğimizi belirlemek
bizim elimizde... Öncelikle gün ve gün bir haftamız nasıl geçiyor? neler
yapıyoruz? Yazmak bu konuda da faydalı olacaktır. Nelere ve kimlere öncelik tanıyoruz?
Hiç yapmayı tercih etmediğimiz durumları nasıl azaltabiliriz? Bazı durumda “hayır”
diyebiliyor muyuz? İnsanları hiç bir zaman “hayır” diyemiyorsak, bunun altında
ne yatıyor; oturup gözlemleyelim... Derine ve ötesine bakalım.
Diğer bir önemli soru ise: “Almayı biliyor muyuz?”
Almak ve vermek dengeli olmazsa, devamlı verin ve sonunda yoruluruz. Özellikle
iş ortakları, sevgili, eş veya arkadaşlar arasında alma-verme dengesi olmak
zorundadır.
Zamanı nasıl kullandığımızda genel kategoriler de işimize
yarayacaktır. Ailemiz, sevgilimiz, işimiz, sağlığımız, hobilerimiz ve kendimiz
için vakit ayırıyor muyuz? Ayrılan süreler yeterli mi? Hobilere vakit ayırmak
kendimize vakit ayırmak demek değildir... Gerçekten kendimize vakit ayırıp
ruhumuzu besliyor muyuz? Başka nelere vakit harcıyorsunuz? Aşırı yemek, sosyal
medya, televizyon, sigara, kahve, kumar veya her şeyin fazlası... Genelikle bu
tip konularda kendimizi kandırma eğiliminde olabiliriz; başkalarında
gördüklerimizi kendimizde görmekte zorlanırız. Ya kendimize çok dürüst olacağız
ya da güvendiğimiz bir yakınımızdan destek alacağız...
Zaman için yapılan çalışmanın bir benzeri de, gelir
kaynağımızın nasıl harcandığına göre yapılabilir. Hangi etkinliğe ne kadar
bütçe ayırıyoruz? Bu iş, gelir ve zaman denklemi için gereklidir...
SAĞLIK
Sağlık her zaman kaybedilince önem kazanır. Artık yumurta ve
kapı hikayesini değiştirmeyi arzuluyorsak, öncelikle bedenimizin
psikolojimizden fazlasıyla etkilendiğini anlamalıyız. Tüm fiziksel
rahatsızlıkların sebebi psikolojik sebeplere dayanmaktadır. Psikolojimiz ise
bizim hayata bakış açımız ile değişir. Kendi yaşadıklarımıza ve ailemizin
kaderine bakıp oluşturduğumuz derin anlayış bizim psikolojimizi etkiler. Anlayışımızı
geliştirmek için bir araç vardır; hem birey olarak kendimiz, hem içerisinde bulunduğumuz
aile sistemi üzerinde çalışma anlayışımızı geliştirir.
Daha sonra doğal olarak, çevre, beslenme, kilo ve spor
gelir... En önemli konulardan biri de ne yediğimizdir. Yediklerimizin bir kısmı
bedenimizin bir parçası olur. İnsan midesi ortalama 250 gram yiyecek alabilir. Yemek
yerken, beynimize doyma sinyali biraz gecikmeli olarak gider. Bu sebeple yavaş
yemek yemek veya yedikten sonra biraz beklemek gereksiz tüketimi
engelleyecektir. Fazla yemek sağlıksız bir kilo yaratacağı gibi, fazla alınan
yiyeceğin hazmı için beden ekstra enerji harcar.
Bu dünyayı bedenimiz aracıyla yaşamaya geldik. Bedenimiz tonlarca
işlemi bizim haberimiz bile olmadan gerçekleştiren muhteşem bir sistemler
galaksisi... Onun bilgeliğini anlamalı ve onu dinlemeliyiz... Her şeyin
ötesinde, iki şeye ihtiyaç var: Nefes ve Su...
İLİŞKİLER
Fizikçilerin çarpıcı keşiflerinden biri de şudur: Evrendeki
her şey enerjiden oluşur ve her şey birbiri ile bir şekilde bağlıdır. Atom altı
dünyaya inildiğinde enerji ve ilişkilerden başka bir şey kalmaz. Zaman ve mekan
bile yoktur artık.
Her şey birbiri ile bu kadar bağlıyken, iki yokken, biz
ilişkilerimizde nasılız? Ayrık ve dışlanmış mı hissediyoruz? Dedikodu,
varsayım, etiketler ve yargılamalar etrafımızı sarmış mı? Sağlıklı diye
düşündüğümüz kişilerle yeterli bir şekilde zaman geçiriyor muyuz? Bu zaman
içerisinde gerçekten orada mıyız? Yoksa zihnimiz bizi geçmiş veya gelecek
illüzyonları ile meşgul mü ediyor? Zihni oyalayacak bir şey yapmadan durabiliyor
muyuz? Aklımızdan cevabı düşünmeden dinleyebiliyor muyuz? İnsanların gözünün
içine bakarak konuşuyor muyuz? Gerektiğinde dokunabiliyor muyuz?

Yoksa sadece “benim” mi önemli olan? Benim arkadaşım, sevgilim, çocuğum, ailem, takımım... İlişki ne
olursa olsun, “benim” önemli bir güdü ise, ortaya sahiplenme çıkar. Sahiplenme, kaybetme korkusunu beraberinde
getirir. Hangi şartlarda olursa olsun, her ilişki eninde sonunda bitecektir...
Belki ölene kadar sürer, ancak bu da bir nihai sondur... Korkunun olduğu yerde
ise sevgi olamaz; bağlılık yerini bağımlılığa bırakır. Bağımlı bir ilişkide ise
denge kaybolur; karşılıklı olarak birbirini beslemek yerine herkesin korku ile
ortaya çıkan oyunlar oynanmaya başlar. Kaybetmekten
korktuğumuz ilişkiyi, bu korkudan dolayı hiç yaşamayız.
İlişkiler birbirini tamamlayan parçalar gibi değil, birbiri
ile dans eden iki insan gibi olmalıdır...
SONUÇ
Bu hayata gelirken etrafımızdaki koşulları ve şu ana kadar
başımıza gelen olayları değiştiremeyiz. Ancak bunlara olan tepkimizi, tavrımızı
ve bakış açımızı değiştirebiliriz. Bundan sonrası içinde büyük bir sistemin
parçası olarak kendi özgürlüğümüzü kazanabiliriz. Korkudan ve onun kaynağı olan
zihni anlayarak ve ondan özgürleşerek...