29 Kasım 2012 Perşembe

The Girl


İnsan zihninin derdi tehlikelerden uzak durmaktır. Zihni etkileyen tüm faktörlerin (ait olma güdüsü ve bağımlılıklar gibi) ardında korku yatar. Korkuların en dibinde ise ölme korkusuna ulaşırız. Hitchcock bu dinamikleri çok iyi anlamış bir yönetmendir. 

The Girl filmi Hitchcock’un, The Birds filmi için keşfettiği Tippi Hedren ile olan ilişkisini anlatıyor. Hitchcock sarışınlara çok düşkündür ve karşılık alamasa da Tippi Herden’e asılmaktadır. Eşi de onun bu tavırları bilmekte ancak bir müdahalede bulunmamaktadır. Hitchcock'un en büyük beklentisi takdir edilmek ve sevilmek. Bunun ardında muhtemelen kendini sevmemesi yatmaktadır... Her filmde mutlaka kendine yer vermesi, sarışınlara olan takıntısı, kendini çirkin bulması ilginç davranış kalıpları arasında sayılabilir. 


Tippi Hedren, yıllar sonra suskunluğunu bırakıp 2005 yılında şu demeci vermiş: 
“Hitchcock bir şeytan ve sapıktı, ve neredeyse tehlikeli biri. Onun takıntısı olmak benim için korkunçtu. Onun maşası gibiydim. El yazımı bile analiz ettirmişti. Beni takip ederdi. Onun içinde kaybolmuş gibiydim. Yediklerimi, giysilerimi ve hayatımı kontrol etmeye çalışırdı. Oradan uzaklaşmalıydım.”

Tüm bunlara rağmen Tippi arka arkaya iki filmde başrol oynamış: The Birds (1963) ve Marnie (1964)... Bunu belki kariyeri için, belki de pes etmemek uğruna yapmış olabilir. 


Marnie, Hitchcock'un son şaheseri diye anılıyor, Tippi Kuşlar filminde Altın Küre kazanmış ve Marnie’den sonra bir daha önemli bir filmde başarı sağlayamamış...

28 Kasım 2012 Çarşamba

Misyonumuz: Nasıl Bağış İstenmeli?



Kar Amacı gütmeyen firmalar onlara destek olacak kişi veya firmaların yapacakları iyiliği gördüklerini varsayarlar. Bu sebeple hemen ana fikirlerini genele yaymaya odaklanırlar: hastalık, hayırsever bir amaç vb.

Zihinsel araştırmalar gösteriyor ki, başarı sadece sempati oluşturmaktan oluşmuyor; genele yayılan amaç ve amacınızı duyurumu için para istemek, bağış tutarını azaltıyor.
Michigan Üniversitesi’nden Robert W. Smith ve Norbert Schwarz'ın araştırmları da gösteriyor ki, gerçek amacınız o amacın duyulmasını sağlamaksa, bu konuya bağış yapacaklar daha az ilgili oluyorlar.

Ülkemizdeki en ünlü kuruluşlara bakalım; aklımıza hemen LÖSEV ve TEMA geliyor:

LÖSEV’in Amacı:
“LÖSEV' i kurmaktaki amacımız; lösemili ve kan hastası çocukların, sağlık ve eğitim başta olmak üzere her türlü ihtiyaçlarının sağlanmasına yardımcı olmak, bunun yanısıra, kalıtsal ve edinsel kan hastalıkları konusunda ulusal düzeyde tedavi, eğitim ve araştırma kurumları kurmak ve işletmektir.”

TEMA’nın Amacı:
- Ülke topraklarımızı tehdit eden erozyon ve çölleşme tehlikesine dikkat çekmek ve bu mücadelenin bir devlet politikası haline gelmesine katkı sağlamak, toprakla birlikte dünya üzerindeki ekosistemi oluşturan su, orman, biyolojik çeşitlilik gibi tüm doğal varlıkların korunması ve insan kaynaklı iklim değişikliğine dair politikaların ve toplumsal bilincin oluşturulması için çalışmak, kendiliğinden yetişen doğal ormanları korumak, ağaçlandırma çalışmaları yaparak topluma ağaç sevgisi aşılamak... ...diye gidiyor.

Bu iki kuruluşun da amaçlarında kurum ve amacın yaygınlaştırlıması yönelik bir veri yok; bu açıdan Türk kuruluşları sınıfı geçiyor. Ancak kampanyalarında kapsamlarını daraltıp zihnimiz için anlamlı hale getiriyorlar mı?

Hiçbir amacımızı yaymak için bağış istenmemeli çıkıyor araştırmaların sonucunda.
Bağışları artırmak için yapılması gereken amacı kişiselleştirmek.
Genel amaçlar çok genel oldukları için kişisel olmayan hedefleri zihnimiz algılamakta zorlanıyor.

Bir kişiye, açlık çeken binlerce kişi için yardım çağrısı yapmaktansa, belirli bir kişi için yardım istemek daha etkili. Onu tanımasa bile... Roger Dodley’in Brainfluence kitabında da gösterdiği gibi; iki çocuk olan görsel, tek çocuk olan görsele göre %15 daha az bağış toplamış.
Sekiz çocuklu görsel ise %50 oranında daha az!

Amacınız ne olursa olsun, bunun geri planda tutup, yapılan yardımın kime veya neye ulaşacağını net bir şekilde anlatarak bağışları üst düzeyde tutabilirsiniz.

27 Kasım 2012 Salı

Kuzgun


Edgar Allan Poe, 1809 doğumlu Amerikalı şair, yazar ve eleştirmendir. 
Düzensiz yaşamına rağmen, romantik şiirleri ve gerilim dolu hikayeleri ile ünlüdür.
Sadece yazarak hayatını kazamaya çalışan Poe, bu sebeple finansal sıkıntılar yaşamıştır. 
Poe'nun 40 yaşındaki ölümü gizem doludur. Baltimore sokaklarında sayıklamakta olan Poe, 'bir kişinin ismini' sayıklamaktadır.



Son söylediği söz ise "Lord help my poor soul" (Tanrım, zavallı ruhuma yardım et.) olur. Ölümünün sebebi hiçbir zaman açığa çıkmaz.

Bu gizemin nasıl gerçekleştiği üzerine Poe vari bir senaryo yazan Ben Livingston ve Hannah Shakespeare güzel bir iş çıkarmışlar. Poe'nun hikayelerini kopyalarayak bir dizi cinayet işleyen olaylar en sonunda Poe'nun hayatına mal olacaktır.
Filmi büyük bir merak ve heyecanla seyrediyorsunuz.

Yönetmen ise ilk defa V for Vendetta filminde muazzam bir başarıya imza atan James McTeigue. Ayrıca kendisi The Matrix ve Star Wars Episode II filmlerinin de Yönetmen Asistanlığını yapmış.

John Cusack, fiziksel benzerliğinin yanı sıra, oyuncu performansı ile göz dolduruyor.
Son olarak Poe'yu en ünlü şiirlerinden biri:

ANNABEL LEE 

Senelerce senelerce evveldi 
Bir deniz ülkesinde 
Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz 
İsmi; Annabel Lee 
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten 
Sevmekten başka beni 
O çocuk ben çocuk, memleketimiz 
O deniz ülkesiydi 
Sevdalı değil karasevdalıydık 
Ben ve Annabel Lee 
Göklerde uçan melekler 
Kıskanırlardı bizi 
Bir gün işte bu yüzden göze geldi 
O deniz ülkesinde 
Üşüdü bir rüzgarından bulutun 
Güzelim Annabel Lee 
Götürdüler el üstünde 
Koyup gittiler beni 
Mezarı oradadır şimdi 
O deniz ülkesinde 
Biz daha bahtiyardık meleklerden 
Onlar kıskanırdı bizi 
Evet! Bu yüzden "Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi" 
Bir gece rüzgarından bulutun 
Üşüdü gitti Annabel Lee 
Sevdadan yana kim olursa olsun 
Yaşca başca ileri 
Geçemezlerdi bizi 
Ne yedi kat göklerdeki melekler 
Ne deniz dibi cinleri 
Hiç biri ayıramaz beni senden 
Güzelim Annabel Lee 
Ay gelir ışır, hayalin erişir 
Güzelim Annabel Lee 
Orda gecelerim uzanır beklerim 
Sevgilim sevgilim hayatım gelinim 
O azgın sahildeki 
Yattığın yerde seni...

26 Kasım 2012 Pazartesi

Sunum ve S-Oranı



İnsanların en büyük korkularından biri diğer insanların önünde konuşmak. 
Bunun temelinde özgüven ve ifade problemimiz yatıyor... İkili ilişkilerimizdeki iletişimsizlik ve hatta kendimizle yüzleşememek bile bir ifade problemi. 

Eğitim sistemimizde ise ne ifade ile ilgili ne özgüven ile ilgili çalışmalara maalesef rastlayamıyoruz. On sekiz yıllık eğitim hayatımda, lisansüstü eğitimimin tezine kadar benden bir sunum yapılması istenmemiş olduğunu farkettim.
Bu sunum benim için korkunç bir deneyimdi.


Ancak inanın sunum yeteneği doğuştan gelmiyor, pratik yaparak öğrenilebilecek bir yetenek...

Bu konuda yapılması gerekenler ile ilgili bir çok bilgi internette mevcut. 
Farklı olarak Eric Bergmann’ın Power Point ile Ölmek (Death by PowerPoint) kitabında sunumlarınız başarı derecesini ölçebileceğiniz yeni bir değer var: Soru Oranı (Q-ratio)
Amerikalılar kısaltmaları çok seviyor, biz de S-Oranı diyelim.



S-Oranı Hesaplanması

Bergman’ın tanımına göre;
 S-Oranı = Sorulan soru sayısı / Sunumun dakika olarak süresi

Bergman bu oranın 1 veya daha fazla olmasını öneriyor.
Otuz dakikalık bir sunum için Otuz soru!

Bu oran mümkün mü? Şu andaki standartların çok üzerinde olduğu kesin.

Sunum ve Diyalog arasındaki denge?

Her sunumda dinleyenler ile diyalog kurulması önerilir. İletişim kurmanın en temelinde dinleyenler ile 'göz kontağı kurmak' var ve dinleyelere bir veya iki soru sormak.
Sorular dikkat çekip düşündürmek için olabilir veya çok basit olup dinlenleri sunumla bütünleştirmek için.

Bu ayrıca dinleyiciler ile diyalogun başlamasını sağlayabilir. Bergman’ın taktiği 50 dakika sunum yapıp, 10 dakika soru-cevap yerine, 60 dakika sunumun içinde yaklaşık 30 dakika diyaloga harcamak.

S-Oranını artırmak için sunum formatını gözden geçirmek gerekir. Dinleyenlere yakın durmak, onların arasında konuşmaya devam etmek onları cesaretlendirir.
Benzer sunumlarda gelmiş sorular anımsatılabilir.
Bazı dinleyenlerin soruları olup da çekindikleri sıkça rastlanan bir durumdur.




Sorunuzu Bekletin Lütfen?!

“O sorunun cevabına birazdan geleceğiz.” gibi cümlelerden sakınmak gerekiyor.
Kıymetli bir soru ise o anda değerlendirilmeli. Kaldı ki, ileride o konuya tekrar gelinirse bu sefer hızlı geçme şansınız olacaktır.  Aklındaki sorunun cevabını alamamış dinleyici o konuya gelene kadar konsantrasyonu kaybedebilir.


Sade ve kısa cevaplar

Şu anda aklınıza takılan konu 30 dakikalık bir sunumda 30 soru cevaplayacaksam bunun
2 saat süreceği olabilir. Bergman’ın önerisi çok ama çok sade ve kısa cevaplar verilmesi yönünde. Bunun için de çıkabilecek sorulara iyi hazırlanmış olmamız ve konuya hakim olmamız gerekiyor. Diğer bir öneri ise soruya soru ile cevap verip, cevabı dinleyenlerin keşfetmesini sağlamak. Sunum sorsasında da verdiğiniz cevapları en fazla 10 kelime ile nasıl cevaplardım alıştırması uygun olacaktır. 


Sorunun ardından bir parça düşünerek bekleme, hem soru sorana saygı gösterir, hem de doğru ve kısa cevap vermek için size süre tanır. Burada siz sınavda değilsiniz, egonuzu bir yana bırakarak vereceğiniz kısa cevaplar, diğer soruları da teşvik edecektir. 
Soru-cevaplarla, öğrenme süresi pekişecektir. Her ne kadar sunucu ne öğreteceğini bilse de, bu sorulardan elde edilecek cevaplar kadar doğru olmayacaktır.



PowerPoint Sunumlarına bağlı kalmayın

Sunum sayfalardan yazı okumak değildir, mümkünse oradan bir kelime okumadan ve genellikle ‘görseller’ ile sunum yapın. Sadece Resimler ile de sunum yapabilirsiniz.
Zihinsel araştırmaların sonuçlarına göre dinleyecilerin anımsadıklarının %80’ini görseller oluştururken, kalan %20 sadece dinledikleri ve okudukları kısım.

S-Oranı diye rakamsal değerlere takılmanıza gerek yok, önemli olan dinleycinin sorularına ulaşabilmek ve onları sunumun içine alabilmek...

25 Kasım 2012 Pazar

İş'te Aydınlanma



Her ne kadar karanlık bulutlar olsa da, insanlığın büyük bir aydınlanma sürecinde olduğunu düşünüyorum. İnsanlar pozitif bilimlerin ışığında kendilerindeki potansiyeli hissediyorlar.
Bu da özellikle iş hayatında yeni arayışları beraberinde getiriyor.
İş'te hayatınız için öneriler:


1. Bu Dünya Bizim Aynamızdır. 
Başkalarında ne görüyorsan, aslında kendinde olan da odur. 
Aynaya bakın. Diğer insanlardaki takdir ettiğiniz özelliklere dikkat edin.



2. Tamamen Bağımsız Olun. 
Kendi kendinize yapabileceklerin sınırlarını zorlayın. 
Her şeyi bırabilecek kadar cesur olduğunuzu düşünün. Sınırları sadece siz oluşturuyorsunuz. 

3. Sadece Yapın. 
Edison: "Üstün Buluşlar %1 ilhamdır, %99 yapmaktır." 
Bilgi çağında herkes biliyor. Bilgi bilgidir. Bilgelik ise yapmaktır. Yapın!



4. İnsanlara Şükran Duyun. 
Hayallerinizi paylaşabileceğiniz insanlarla beraber olun. Hayalleriniz ne kadar anlamlı olursa takım da o kadar güçlü olur. Beraberinizdekileri kutlayın, onların gelişimine sebep olun, onlara ilham verin.  

5. Yaratıcı Olun. 
Normal olanı sorgulayın. Sistem dışına çıkın. Bakış açınızı değiştirin.
Çocukları, doğayı gözlemleyin.


6. Markanızı Oluşturun. 
Bu kolay akılda kalan, dikkat çeken ve anlamlı bir isim olsun. 

7. Şansı Siz Yaratırsınız. 
Şans veya tesadüf diye bir şey yoktur. Düşleriniz, olumlu düşünceleriniz gerçekleşecektir. Geçmiş deneyimlerden yararlanıp geçmişinizi geride bırakın, geleceği zaman dilimleriyle planlayıp aksiyona geçin.


8. Eğlenmiyorsanız Yapmayın. 
Güler yüzle yapın işinizi. Hayatı sevin, sevdiğiniz işi yapın veya yaptığınız işin sevdiğiniz tarafları ve anlamını keşfedin. Ruhunuzu hissedin, onun sonsuz olduğunu bilin.
Doğru cevaplar oradadır...

9. Almayı da Vermeyi de Bilin. 
Kazandıkça vermeyi de bilin. Verdikçe size akış daha fazla olacaktır.
Mümkünse yaptığınız sosyal sorumlulukları projelerini bile gizli yapın, bu daha makbul olandır.


24 Kasım 2012 Cumartesi

Dedemin İnsanları



“Altı soru cümlesinin ilk akla geleninin aslında en cevapsız olanı olması ne ilginçtir değil mi? Kim, ne, nasıl, nerede, ne zaman sorularının mutlaka doğru ve kesin cevabın varken, ‘Neden’ hep değişik cevapları ve yeni soruları getirir. Diğerlerinin tüm cevaplarını görebilir hatta elimizle tutabilirke, neden insanın içerisinde bir yerlerde gizlidir. Bu yüzden mi en çok neden’i merak ederiz dede?”


Hayatımızdaki en önemli yapı taşlarından birisi ailemiz. İyisiyle kötüsüyle bizim biz olmamızı sağlıyorlar. Bizimle ilgili olsun olmasın her türlü olayın mirasını yemek durumundayız. ‘Neden’ini anlamasak bile.Bu evredeki en önemli dönem ise çocukluğumuz...
Bu dönemi iyi irdelemek,ve bir anlamda yüzleşmek gerekiyor.
Çağan Irmak’ın çocukluğunu ve ailesini konu alan ‘Dedemin İnsanları’ filminin bu açıdan çok ektileyici.

Ege insanın hayat tarzı, göçmenlerimizin yaşadıkları, 12 Eylül ihtilalinin etkileri, 1923 senesinde bugünkü Yunanistan topraklarında doğan Türklerin bu yerleri terk etmek durumunda kalması da diğer vurucu yanlar...
Kah ağlıyor, kah gülüyorsunuz derler ya, aynen öyle.

Filmindeki Ozan karakteri Girit adasıdan gelmiş bir göçmen ailenin torunudur. Çocuklara kadar yansıyan bir ayrılıkçılık tohum yüzünden Ozan çelişkiler yaşamakta ve bu da davranşlarını olumsuz etkilemektedir. Kardeşin kardeşe yaptığını kimse yapmamaktadır.

Dedesi onun hayatındaki bir kahramandır. O, insanları çok iyi okur, herkesi olduğu gibi kabul eder, açık sözlüdür, işinin en küçük detaylarına kadar saygılı bir manifaturacıdır.
Ona göre herkes “bizim insanımız”... Herkese herkesin diliyle konuşmasını bilen biridir.
Doğduğu toprakları özlese de sanki sadece hayalindeki gibi hatırlamak istemektedir, çünkü ne zaman gitmeye niyetlense, gitmesine mani olacak bir olay çıkmaktadır.

Babası, dürüst, memleketin hayrı için uğraşan hayat dolu bir insandır. Belediye Başkanlığı yaptığı ilçede, 12 Eylül darbesi ile hayatı sarsılır, yanlız kalır ama ailesi yanındadır.


Çağan Irmak hem yazmış hem yönetmiş. Kendisinin yönettiği diğer yapıtları Mustafa Hakkında Herşey, Babam ve Oğlum, Ulak ve Issız Adam’ı da çok başarılıydı. Hele Babam ve Oğlum'da resmen sarsılmıştık.
Dedemin İnsanları'nın görselliği ve sahneleri de harika; Girit Adası, Ege kıyıları, kasabanın sokakları, bağ evleri...


Genel olarak, tüm oyuncular harika oynamışlar ancak Çetin Tekindor apayrı bir oyuncu.
Onu izlemek müthiş bir keyif veriyor. 1983’deki Küçük Ağa dizisi ile tanıdık onu.
Bu filme uzun süre hazırlanışı, ne kadar usta da olsa onun işine gösterdiği intizam ve saygı. Bu filmde, özellikle Marlon Brando havası vardı Çetin Tekindor’da. Saygımız sonsuz.

23 Kasım 2012 Cuma

Rüyalarımızı Öğrenme Sürecinde Kullanabilir miyiz?



Rüyalar diyarı çoğu zaman semboller, bilinçaltından gelen dürtüler ve korkular ile bağdaştırılmıştır.  Uyku araştırmacıları rüyaların derinine inmek için bir çok çalışma gerçekleştiriyor.

MIT’deki Nöro Bilimadamı Matthew Wilson göre düşüncelerimizin yapısı ve içeriği ile rüyalarımızın yapısı ve içeriği doğrudan ilgilidir. Sanki aynı fabrikadan çıkmış gibi olarak betimlemektedir. Onun çalışmaları öğrendiklerimiz ve hafızamızla rüyalarımız arasındaki bağı araştırıyor.

Rüyalar beynin bilinçli deneyimleri üzerinde çalışmasına imkan veriyor. Rüyalar sırasında beynimiz gün içindekine benzer bir şekilde içdünyamızın geçmişi, geleceği ve diğer yönleri hakkında incelemeler yapıyor. Rüyalarımızdan aklımızda kalanlar, içdünyamızın tezahürüdür.
Ne hatırlıyorsak, bu rüyalarımızın sonuçlarıdır. 



Rüyalar bize mesaj mı veriyor?

Hayat dolu rüyalar genellikle rEm uykusu sırasında oluyor. Bu gözlerin oynadığı evre. Ancak rEm dışı uyku sırasındaki rüyalar daha bölük pörçük gerçekleşiyor. Matthew Wilson çalışmasında rEm dışı uyku evresine odaklanıyor. 
Bu araştırmalar gösteriyor ki, rüyalar insanların öğrenmesine katkıda bulunuyor. 

Current Biology dergisinin Nisan 2010’daki aratışmasında rEm dışı uykusu evresi rüyalarında saatler önce oynadıkları labirent oyununu görenlerin görmeyenlere göre daha hızlı ilerleme kaydettiği belirlenmiş. rEm uykusunda da aynı etkiler geçerliymiş.

Zihnin sadece tek bir oyuna odaklanmayıp, daha önceki deneyimlerle de bu oyunu birleştirmesi mümkün. Zihin genellikle oyun bile olsa bir anlam arayışındadır. Rüyalarda, labirentler gerçektir, veya labirentte başka ayak izleri vardır...



Gelecekte, bilim bize rüyalarımızı hızlı ve etkili bir öğrenme methodu olarak kullanmamıza imkan sağlayacak mı bilemiyoruz ancak rüyalarla ilgili araştırmalardan çıkan tam yedi tane ilginç sonuç var:

1. Rüyalarımızın bir anlamı var ve bize bir mesaj veriyor.
Ancak rüya tabir etmek o kadar da kolay değil.
2. Eğer çok büyük şiddet içerikli kabuslar görülüyorsa, bu bir nöroloji hastalığı uyarısı olabilir. Nöroloğa başvurulması tavsiye ediliyor.



3. Gece kuşu olanlar daha fazla kabus görüyor.
Düzenli uyku saatleri öneriliyor.

4. Rüyalarımız bulmaca çözmemizi sağlıyor. 
Zihin yarım kalan problemleri çözmeye devam ediyor.

5. Erkekler daha fazla cinsellikle ilgili rüyalar görüyorlar.
Erkek beyni ile kadın beyni arasındaki hormonel farklardan kaynaklanıyor.

6. Video Oyuncuları, rüyalarını da oyun gibi kontrol edebiliyor.
Oyundaki yeteneklerini rüya içinde de kullanabiliyorlar.

7. Olumlu rüyalarınız sizi rahatlabiliyor.
Kaliteli uyku uymakla rüyayı bir çeşit meditasyon olarak kullanabiliyorsunuz.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Erkek ve Kadın “Sadece Arkadaş” Olabilir mi?


Bugüne kadar, çoğu filme veya kitaba konu olmuş bu meseleye net bir yanıt getiren olmadı. Genellikle romantik olmayan kadın-erkek ilişkilerinin olmayacağını duyarız ancak günlük yaşantımızda gördüğümüz çoğunlukla kadın ve erkek, sevgili olmadan da beraber çalışır, oynar veya aynı ortamda bulunurlar. Ancak bu durumun yüzeysel olması veya platonik seviyede duyguların olması ihtimali de var.

Yeni araştırmalar sadece arkadaş olunabileceğine dair bir ihtimali destekler gözüküyor, ancak romantik bir yakınlaşma hemen köşede saklanıyor mu?

Bunun derinine inmek için 88 çift ile bir araştırma yapılıyor.  Mahremiyet, çok üst düzeyde tutuluyor. Bireylerin cevapları gizli ve diğer kişiye söylenmiyor. Sonuçlar, erkekler ve kadınları açısından durumun farklı olduğu yönünde.

Ancak, genel olarak düşünülen, erkeklerin karşı cinsten arkadaşlarına hemen ilgi duymaya başlamaları hakkındaki kanının yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Bu, kadınların erkekler hakkındaki tahmini...

Erkeklere göre herhangi bir yakınlaşma karşılıklı... Ancak kadın arkadaşlarının duygu seviyesini anlamakta zorlanıyorlar. Bayanlar da karşı cinsin ne düşündüğünü anlamak konusunda iyi değil. Marslılar ve Venüslüler!

Kadınlar genellikle arkadaşlarına ilgi duymuyorlar, fakat bunun karşılıklı olduğunu var saymaktalar. Sonuç olarak erkekler her zaman kendilerine olan ilginin daha fazla olduğu yönündeki tahminlerinde yanılıyor, kadınlar ise erkeklerin onlara olan ilgisizlik seviyesi kısmında yanılmaktalar.



Erkekler, kendilerinin bilinçaltı “karşılıklı duygular” kısmına kendini inandırıyor. 
Duyguların eşit olduğu durumlarda, erkekler için arkadaşının başka bir ilişkisi olup olmadığının önemi olmuyor, ancak kadınlar bu durumda, biraz daha hassas oluyorlar, genellikle ilişkisi olan birinden vazgeçiyorlar.

Her şeye rağmen, durum gösteriyor ki, ‘sadece arkadaş’ ilişkilerde, erkekler kadınlara göre daha zor zamanlar geçiriyorlar. Ancak bu ‘saldırgan erkek’ ve ‘masum kadın’ algısından kaynaklanmıyor.

Sorun, aynı ilişkiyi farklı algılayan iki bireyin olmasından çıkıyor:
Erkekler daha büyük romantik sinyaller görürken, bayanlar ilişkiyi zararsız bir sevgi olarak görüyorlar. 

Bunu takip eden bir çalışmada, çoğu evli, 249 yetişkine bu tip arkadaşlık ilişkilerinin olumlu ve olumsuz yanları sorulmuş. Katılanlar tarafından olumsuz olarak değerlendirdikleri “bu ilişki, romantik bir ilişki halini alabilir” ifadesi tüm olumlu faktörlerden beş kat daha fazla belirtilmiş.
Ancak erkeklerin bir kısmı bu ifadeyi olumlular kısmına yazmış!
Yaşlı erkeklerde bu oran daha da fazla...


Sonuç olarak ‘kadın-erkek’ arkadaşlıklarına her iki cinsin bakış açıları oldukça farklı. Her ne kadar, iki taraf da dengeleri tutmakta zorlansa da, erkekleri bu konudaki bilinçaltı ve bilinçli algıları kendini yanıltıyor. 

Sonuç olarak; kadınlara göre problem yok, erkeklere bırakırsak her zaman iş başka bir tarafa gidebilir!

20 Kasım 2012 Salı

Uyumak, Hatırlamak için bir Çözüm mü?


Uyumak, dikkatinizi toplamak, hatırlamakla ilişkili mi? 
UCLA’den "uykunun hafıza üzerindeki" ektisini gösteren harika bir araşırma...
Hatıralar ve Entorhinal Korteks
Nörofizikçi Profesör Mayank R. Mehta, entorhinal korteks adı verilen bölgenin uyku esnasında hatıraların konsolide edilmesinde önemli bir rol oynadığını keşfetmiş.
Hatıraların konsolide edilmesini hatıra parçalarının düzenlenmesi, ve gerektiğinde dosyasında çıkarılması gibi algılayabilirsiniz. 


Deneyinde beynin uyku sırasında entorhinal kortekste olan aktivitenin çok benzeri gün sırasında bir şeyi hatırladığımızda hippocamus’da oluşan aktivite ile çok benzerlik göstermiş. Hippocamus bölgesi hatıralar için ‘merkez’ tabir edilen bir bölge.
Bu bulgulardan nasıl sonuçlar çıkartabiliriz?

Uyku, Alzheimer hastalığına çözüm mü?
Az uyku uyuyan ve uyku problemi çeken hastalarda daha fazla gözüken Alzheimer hastalarının hatıra dosyaları açılabilir mi? Uzmanlar, bunun için Alzheimer hastaları ile daha uzun vadede çalışmalar yapılması gerektiğini belirtiyor. 

Düzenli uyuyun ve zihniniz açık olsun.
Bu araştırma gösteriyor ki, hayat tarzımız ile hayatı kavrama, özümseme seviyemiz arasında bir bağ var.
O halde düzenli ve ihtiyacımız kadar uyumamız zihnimizin dinç olmasında önemli.


Ne kadar süre uyumalıyız?
Çoğu insan günde 7 veya 8 saat uykuya ihtiyaç duyar. Geceleri uygun olan bu saatler kadar dinlenin. Ayrıca kaliteli uyku da uykunun süresi kadar önemli. Yatmadan 3-4 saat kadar önce yemeği ve alkolü kesmeniz gerekiyor. Banyo almak gibi rahatlatıcı aktivitelerin yanısıra, zihninizi boşaltmak da size kalite bir uyku sağlayacaktır. 
Bu şekilde 6 saatte bile çok dinç kalkabilirsiniz.
Diğer bir uygulama ise öğlen arasında yarım saat kestirme.
Rivayete göre Leonardo Da Vinci tüm gün boyunca her 4 saatte bir 15 dakika uyurmuş.
En önemlisi kendinizi, bedeninizi dinleyip, ihtiyacınız olan miktarı bulmanız.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Dört Yapraklı Yonca


Dört yapraklı yonca aramayan, göz ucuyla da olsa bakmayan var mıdır? Şans var mı hayatta? Spritüel veya değil hepimizin inançları var. Pazarlamacılar, markalar bunları kullanıyor mu?

Bu inanışlar davranışlarımızı etkiliyor mu? Zihinsel Pazarlama bize bu konuda ışık tutuyor.
İlk hikâyemiz Nepal’e, Himalaya dağlarına kadar uzanıyor. Burada mucizevi bir böğürtlen yetişmekteymiş. Bu böğürtlenin ismi Goji… Goji’nin kelime anlamı ise mutluluk.

Ne faydası var bu Goji’nin? Saymakla biter cinsten değil; kanserden, şeker hastalığına, bel ağrısından kan dolaşımına, depresyondan cinselliğe kadar herşeye deva… Efsaneye göre Li Qing Yuen’in her Goji yiyerek 252 yıl ömür sürmüş.

Doğal olarak, bu ürünün her türlüsü tüketicilere ulaştırılıyor. Goji esanslı içeren firmalar arasında PepsiCo, Coca-Cola, Schweppes, Dr.Pepper ve Campbell’s var.

Dünyadaki Goji üretimini %90 tedarikini sağlayan firmanın yıllık cirosunun $250milyon doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor.
Gerçekten mucizevi bir böğürtlen mi Goji? Yapılan bir çok araştırmanın sonucunda bazı faydalarına rastlanmışsa da saydığımız tüm o uzun liste hakkında net bir delil elde edilmemiş. Tüm bu bilimsel araştırma sonuçlarına rağmen, neden bu kadar talep?
Yine zihnimiz bize oyun mu oynuyor?

İnsan beyni, bilinçaltından duygusal bağlantılar kurabilme yeteneğine sahiptir.
Goji daha çok Çin ve Malezya’da yetiştiği halde pazarlamacılar bu ürünün Himalaya’da yetiştiği üzerine iletişim kurup, paket tasarımını bile bunun üzerine oturtmuşlar.



Himalaya deyince zihnimiz otomatik olarak bağ kurmaya başlıyor: Himalaya, Eşsiz, En Yüksek, Daila Lama, Tanrı’ya Yakın, Saf, Temizlik, Budizm, Aydınlanma, Bilgelik!

Bazı Pazarlama uzmanları, pazarlamayı müşteriye bir vaadi satmaktır diye tanımlarlar. Son zamanlarda tüketicilere yoğun bir şekilde “sağlık, güzellik ve güç” vaadinde bulunulmakta. Aslına bakarsanız ‘algılanan’ sağlık, güzellik diye gider…

Popüler kelimeler ortaya çıktı:

Organik, Doğal, Lifli Yiyecek, Doymamış Yağ Oranı, Antioksidan, Trans Yağlar vs.
Evrende doğal olmayan bir varlık olabilir mi? Organik olmayan bir yiyecek?

Bu kelimelerin anlamlarını biliyor muyuz? Veya bize çağrıştırdıkları, zihnimizin bağ kurduğu kavramlar gerçekten ürünle ilgili mi?
En başta gelen ‘Doğal’ kavramı… ‘Bir yiyecek doğalsa sağlıklıdır’ varsayımı son derece tehlikeli. Zakkum da doğal, zehirli mantar da… Gerçek ve doğal patatesten yapılan bir cips rakiplerine göre daha az zararlı olabilir ama halen işlemden geçmiş, yağ oranı yüksek ve düşük besin değerine sahip.

“Enerji” içecekleri en güzeli… Enerji ne demek? Enerji demek kalori demek. Eğer yüksek kalorili içecek satıyoruz ve bu size enerji verecek denseydi satışlar nasıl etkilenirdi acaba?

Özellikle çocukları hedefleyen ‘gerçek meyve tanecikleri ‘ile yapılan meyve suları… İçerisinde ne kadar şeker olduğuna dikkat edin.
Transyağlar… Yiyecek işlenirken meydana çıkan yağlar. Güneş altında yetişen her üründe “transyağ” sıfırdır, ama doymuş yağ oranı yüksektir. Sıfır transyağ diye reklam yapmak aslında “silahım yok, ama el bombam var” demek gibidir.

Yiyecek sektörü kadar, güzellik ve kozmetik sektörlerinde de benzer vaatler ve karmaşalar mevcut.

Özellikle kremler medikal ürünler olmadıkları için vaatlerinde rahat hareket edebiliyorlar; bir gece kremi stresi azaltıcı özelliği olduğu bile iddia edilebiliyor. Doktor Eric Finzi’ye göre bu tıbben imkansız ve kozmetik sektörünün %98’inin sadece pazarlama olduğuna inanıyor.

La Prairie’in Skin Caviar Crystalline Concentre ürününün 30ml’si 850 TL den alıcı bekliyor. Bu cilt sıkılaştırıcı krem hücresel bileşimler sayesinde insan cildini sıkıştıracağını iddia ediyor. Finzi’ye göre hiç bir hücre bir kremde canlı kalamayacaktır, ayrıca bir bitkinin hücresinin bir insan hücresine faydası olmayacaktır.

Diğer önemli bir konu ise sağlıklı, güzel, çevreci ve duyarlı olmanın pahalı hale gelmesi.
Global Ekonomik krizle beraber hayatlarımız küçüldü ve basit bir hale geldi. Kupon toplar, en ucuz markete gider, kendi kendimize mobilya yapar ve tanrıya daha çok dua eder olduk. Huzur, Basitlik, Denge, Mutluluk gibi değerler materyalizmin biraz da olsa önüne geçmeye başladı.

Daha çok kişi işlerini bırakıp, sanatla, tarımla uğraşmaya , daha doğru yaşamaya başladılar.
Bu eğilimlerle bereber daha çevreci firmalar, ürünler artmaya başladı. Bir anda yeşil bir dünya hayali satmaya başladılar.
GFK firmasının yaptığı araştırmaya göre katılımcıların yarısından çoğu ‘yeşil, etik, organik ve çevreci’ ürünlere daha fazla ödeyebileceklerini belirtti. Marka değerinin ve sıralamasının yanında artık "en yeşil markalar" da sıralanıyor. Dünya sıralamasında ilk 7 markasının üçü araba, üçü de elektronik markası! Araba ve elektronik mi?

Zihinsel pazarlama araştırmalarından çıkan en çarpıcı sonuçlardan biri de, bir şekilde yeşilci ürünleri tercih edenlerin vicdanlarını biraz rahatlattıkları için diğer konularda daha rahat davranmaya başlamaları. Çevreci bir araba alan kişi, çöplerini geri-dönüşüm kutusuna atmamaya başlıyor veya timsah derisi çizme giyebiliyor.
Bu, tüm ünlülerin Çevrecilik Konferansına cipleri ile gitmesine benziyor.


Psikolojik olarak bu durum, çevreci görünerek veya çevreci ürünleri alabilecek kadar zenginim imajı vermek olarak tanımlanıyor. Diğer bir araştırma ise bunu destekliyor. Eğer yanımızda bizi gözleyen biri varsa çevreci ve sağlıklı ürünler tercih ederken, yalnızken en fiyat performansı yüksek ürünleri tercih ediyoruz. Gerçekten çevreci olmak, sağlıklı beslenmek ve huzurlu olmak, umut etmek… Zihninize dikkat edin!

18 Kasım 2012 Pazar

Motivasyonu Yüksek Tutan Üç Etken



Movite misiniz? Motivasyon olmadan çalışmak işkence gibi mi geliyor?
Psikologlar motivasyonu destekleyecek üç faktör tespit etmişler.
Otonomi
Eğer işin sorumluluğunun aldıysanız, bu motivasyonunuzu olumlu etkileyecektir.
Araştırmacıların bulgularına göre otonoma bir hedefe koşan kişilerin enerjisinde saklı.
Rochester Üniversitesi psikologları Edward L. Deci ve Richard M. Ryan 2006’da yaptıkları deneyde otonomi ile yönlendirmeli çalışma arasındaki farkı bulmaya çalışmışlar.
Buldukları en temel fark, otonomi ile çalışanlar, bir problemi ve sorun üzerinde çalışırken daha uzun süre çaba harcıyorlar. Deci ve Ryan sonuçları şöyle değerlendiyorlar:
Baskı altında aksiyon almak zoraki bir davranış.
Sizin yürüttüğünüz bir proje ise enerji verici.
Değer
Yaptığınız işe değer ve inanç katarsanız motivasyon düzeyi gelişecektir.
Maryland Üniversitesi psikologları Allan Wigfield ve Jenna Cambria 2010’daki gerçekleştirdikleri çalışmalarda bir değer uğruna çalışanların motivasyon değerlerinde artışlar gözlemlemişler.
Bir şey sizin için ne kadar anlamlı ve değerliyse o kadar o işe yatırım yapar, yüreğinizi koyarsınız.
Ustalık
Bir işe ne kadar zaman ayırırsanız, o konu hakkındaki yetenekleriniz gelişir ve belli bir ustalık derecesine ulaştığınızı hissedersiniz.
Democritus Thrace ve Thessaly Üniversitelerinin psikologları 2006 yılında 882 öğrenci ile atletizme olan ilgilerine dair bir araştırma gerçekleştirmiş:
Öğrencilerin kendilerinde hissettikleri ustalık derecesi ile spor yapma istekleri arasında doğru orantı bulmuşlar.
Yaptıkları antremanlar kendilerini daha usta hissetmelerini sağlamış.
Kazandıkları ustalık, onların antremanlara ilgilisini arttırmış.
İlk adım çok önemli; önce onları cesaretlendirecek kolay bir proje, göreve veya yetki alanı. Çok başarılı olmasa da motive edici, cümlelerin ardından öneriler ve bir üst düzey için yeni bir görev...
Kendinizi spora gitmekte isteksiz mi buldunuz? Düşünün ne eksik olabilir?
Zorla mı gidiyorsunuz? Anlamsız mı buluyorsunuz? Veya yetenekleriniz mi Uygun değil? Bunlara vereceğiniz cevaplar farkındalığınızı artıracaktır; tabi ki ‘seçim’ sizin.

17 Kasım 2012 Cumartesi

Peaceful Warrior



Sonunda yazar olmuş bir kahramanın gerçek hikayesi...
Peaceful Warrior, Dan Millman’ın hayatındaki dönüşümle ilgili bir film.

Hikayenin içinde birçok öğreti var; Socrates takma isimli yarı gerçek yarı hayali bir bilgenin Dan’in hayatında yaptığı değişikleri konu alıyor.

1946 doğumlu Dan, okulda en iyi jimnastikçilerden biridir. Yakışıklı, hırslı, biraz ukala, her şeyi bildiğini düşünen bir gençtir.  1966’da, gördüğü kabusların etkisi ile sabah üçte benzin istasyonuna gider ve burada Sokrates ile tanışır.


Dan hırslıdır ve altın madalyayı almak tek amacıdır. Kimsenin gerçekleştiremediği hareketleri dener. Madalya kazanamama endişe ise onda korku yaratmaktadır. Bu sebeple kabuslar görür ve bir gece rüyasında bacağının kırıldığını görür. Dan’in kabusları gerçek olur ve gerçekten motosiklet kazası sonucunda bacağı on yedi yerinden kırılır ve devamlı kalacak bir metal konulur bacağına. Doktorlar Dan’in bir daha jimnastik yapabileceğinin imkansız olduğunu söylerler ve Dan’in koçu da buna inanır.

Dan sadece on ay sonraki seçmelere katılmak için çalışmaya başlar.
Bu sırada Sokrates’ten öğrendikleri onun hayata ve kendine bakış açısını değiştirir.
Sokrates ilk adım olarak Dan’in zihnini boşaltmasını ister ve Şimdi’ye odaklanmasını. Dan’in zihni devamlı gelecekteki altın madalyada olduğu için kendini an’a veremez. Uzun zaman alsa da Dan her anın eşsiz olduğunu, her şeyin her zaman değiştiğini, her an bir şey olduğunu anlar. Dan yemeğini bile hızlı yer; yavaş ve hissederek yese yediğinin tadına varacaktır.

Sokrates kendine Huzurlu Savaşçı der, çünkü verilmesi gereken savaş insanın içindedir.

Sokrates, her şeyi bildiğini düşünen Dan’e “Bilgi” ve “Bilgelik” arasındaki farkı açıklar:
“Bilgi, bilgidir, Bilgelik ise yapmaktır.”
Sokrates’e göre Hayatın üç kuralı vardır:
1. Paradoks
   Yaşam bir gizem, nasıl olduğunu anlamak için zaman harcama.
2. Mizah Anlayışı
    Mizah anlayışını kaybetme, özellikle kendinle ilgili olan kısmını
3. Değişim
    Her zaman her şey değişim içindedir.


Hayatta her yaşadığımız olayın bir sebebi vardır, Dan’in kazasının bile, bunu bulmak kişiye kalmıştır. Bu olayları ve kişileri biz çekeriz. Seçimlerimiz hakkında bilinçli olmalıyız, hareketlerimizden de sorumlu.

Altın madalya ve başarıya takıntılı bir hale gelmiş Dan’e Sokrates şöyle der:
“Elde etmek istediğin şeyi elde edemediğin için acı çekiyorsun, ama istediğini elde edince de acı çekeceksin, çünkü istediğin şeyi uzun süre elinde tutamayacaksın veya sana yetmeyecek.”

Dan geçmişte sahip olamadığı ve hiçbir zaman sahip olamayacağı bir şeye teslim olmaktadır: “Kontrol”... Dan’in kendini, çevresini, hayatını kontrol etmek yerine hayatın akışına güvenmesi gerekmektedir.

Sokrates, başkalarının inançlarına veya doğrularına göre değil, kendi içinden gelecek cevaplara göre hareket etmesini söyler.

Sokrates savaşçı olmakla ilgili şunu söyler:
“Savaşçı sevdiği şeyi yapmaktan vazgeçmez. Savaşçı olmak mükemmel olmakla ilgili değildir, zaferle ilgili değildir, zarar görmemekle ilgili değildir, savaşçı olmak tamamen savunmasız olmakla ilgilidir. Gerçek cesaret işte budur.” Kalkanlarımızı indirirsek kendimizi bulabiliriz.

Sokrates bir gün Dan’e ilk günden beri onu götürmek istediği bir yerden bahseder; artık hazır olduğunu ve bunu hakkettiğini söyler. Dan çok sevinir, mutlu bir şekilde yaklaşık üç saat tırmanırlar. En sonunda Sokrates ona yerdeki taşı gösterir. Dan hayal kırıklığına uğrar, çok daha kıymetli bir şey beklemektedir. Ancak yolculuk sırasındaki keyifli zamanı anlayınca şöyle der: “Yolculuk bize Mutluluğu getirecek, Hedef değil...”

Filmin sonunda Dan, Olimpiyat seçmelerine katılır, filmde Dan’in performansı ile biter, çünkü madalya önemli değildir artık...


Dan Millman jimnastik kariyerini dört altın madalya ile tamamlar.
Daha sonra Psikoloji Bölümünden mezun olup öğretmen ve yazar olur.

Sokrates’den derin bir öğreti ile bitirelim:
“Ölüm üzücü değildir, çoğumuzun hiç yaşamamasıdır üzücü olan.”

16 Kasım 2012 Cuma

Umudunu Kaybetme



"Sadece, her şeye karşılık ortaya kendisini sürebilen bir kişi, tüm varlığıyla değişmeye çalışan ve isteyen biri başarabilir."

Tanrılar Okulu kitabından bu alıntı ile 'Umudunu Kaybetme' filmindeki Chris Gardner'in gerçek hayat hikayesi ile yakından ilgili...



Chris Gardner, 1954 doğumlu, bir çocuklu bir satıcıdır. Satmaya çalıştığı tarayıcı ile başarılı olamayan Chris, ona daha fazla dayanamayan sevgilisi tarafından terk edilir ve çocuğu ile tek başına kalır. Chris pes etmez. Bir gün, bir Ferrari'den inen adama ne iş yaptığını sorar ve Borsacı olduğunu öğrenir. Borsacı olmayı kafasına koyak. Çok fazla aday olmasına rağmen başvuru yapar. 

Eğitimi, tecrübesi ve çevresi yoktur...

Israrla karar mercilerindeki kişiler ile iletişim kurmaya çalışır. Hatta iş görüşmesine yüzü başı boyalı ve gömleksiz gider. Yine de öz-güveninden bir şey kaybetmez ve durumu açıklar.

Mülakat yapan kişi sorar:
"İş görüşmesine gömleksiz gelen biri nasıl işe girebilir?"
Şöyle cevap verir:
"Çok iyi bir pantolon giymesi gerekir."

Bu cevaptan ve Chris'den etkilenen heyet, ücretsiz de olsa deneme sürecine alırlar. Diğer adaylar ile yarışma halinde olan Chris, her gece yatacak bir yer ararken, bir de çocuğu ile ilgilenmesi gerekmektedir. Bu sebeple daha verimli olmak adına işte su içmez, hatta tuvalete bile gitmez...



1981'de tam zamanlı bir çalışan olur, 1987'de kendi firmasını kurar, 2006'da milyon dolarlar karşılığında şirketini satar ve CEO olarak çalışmaya devam eder. Ayrıca, eğitime katkıda olacak birçok Sosyal Sorumluluk Projesinde rol almaktadır.

Bugün Chris, Michael Jordan'dan satın alıdğı bir Ferrari'si var, ve arkasında "NOT MJ (Michael Jodan değil) yazıyor.

Oğluna şu öğütte bulunur:
"Hayalinin peşinden koşmanı engelleyecek biri olursa onu dinleme, bu ben olsam bile. Bir hayalin var, git ve onu al!"