İnsanlık tarihinin 300,000 yıldan fazla olduğu ön görülüyor.
Eski çağlardaki “kabile dinamiklerini”
anlayarak bugün modern dünyadaki davranışlarımızı çözmeye başladık.
Atalarımızdan gelen miras; milyon yaşındaki Neo Korteksimiz dahil olmak üzere
beynimize kazılı gözüküyor.
Günümüzde üstlenmek durumunda kaldığımız bir çok rolün
olmadığı o çağlarda en temel ayrım cinsiyet üzerine: Kadın ve Erkek. Erkek avlanmaktan
ve savaşmaktan sorumlu iken, kadın bebeklere hayat vermekten ve onlara
bakmaktan sorumluydu. Bu şekilde evrilen kadın ve erkek beyni birbirinden belli
açılardan fark gösteriyor, ancak herhangi biri diğerine göre daha üstün değil. Özetle
erkek dış işlerden sorumluyken, kadın da iç işlerden sorumlu... Bu durum kadını
multi-fonksiyonel ve daha empatik yaparken, erkek beyni ise tek bir şeye
odaklanmakta ve navigasyonda daha iyi...
Sadece son 5-10 bin yıl önce tarım hayatına geçiş ve son 200
yılda gerçekleşen endüstriyel devrim ile fiziksel tehlike azalmış ve avlanmak
yerine günümüzdeki gibi daha az kas gücüne dayalı meslekler ortaya çıkmıştır.
Kas gücünün önemi azalsa da erkekler, genel olarak geçmişten gelen
pozisyonlarını kaybetmeyecek şekilde organize olmaya devam etmiştir. Kadın
beynindeki hipokampüs ve corpus collasum kısımlarının daha büyük
olması onları empatik yapmaktadır. Belki de kadınların ruhsallığa daha yakın
olan bu empati dolu özellikleri erkekleri korkutmuş olabilir. Tüm bu olası
dinamiklerden ötürü kadın, bebeklere hayat veren kadın, genellikle arka planda
kalmıştır. Oysa sistemik olarak bakıldığında dışlanan her zaman temsil edilir. 20. Yüzyıl bu değişimlerin çok
yoğun yaşandığı bir dönemdir. Derisinin renginden, inanışlarından,
milliyetlerinden dolayı dışlanan bir çok grup ön plana çıkmaya başlamıştır. Savaşlar
ve çatışmalar zirve yaparken, yüzyılın sonlarına doğru durulmalar ile dengeler
yerine gelmeye başlamıştır.
20. Yüzyıl Kadınları
isimli filmde üç farklı yaş grubundaki kadının bu yüzyıldaki farklı evreleri
nasıl yaşadıkları ele alınıyor. Baş roldeki Dorothea,
1924’de doğmuş, kasvetli zamanlarda büyümüş; 16 yaşında savaş patlat vermiş
ve savaş pilotu olarak yetişmiştir. Çalıştığı şirkette ilk kadın çalışan olmuş,
kocasının evi terk etmesi ile oğlu Jamie
ile baş başa kalmıştır... Çocuğunu konuşturmayan ve aşırı korumacı bir tavrı vardır.
Bu fedakar tavrı, dışarıya karşı da böyledir. Arabasında çıkan yangını söndüren
itfaiye görevlilerini bile eve yemeğe davet eder...
Oğlu büyüdükçe zorlanmaya başlayan Dorothea, evinde yaşayan Abbie ve oğlundan biraz büyük olan Julie’den yardım ister. Julie’nin
tepkisi ise oldukça manidardır:
“Bir erkeği
yetiştirmek için bir adama ihtiyacın yok mu?”
Evde kiracı olan diğer kişi ise bir erkektir: William... William’ın babası tamirhane
yöneticisidir. O da babası gibi araba tamirini öğrenmiş, koleje gitmek istemiş
ancak buna maddi imkanları el vermemiş. 63’de zeki, cesur ve zengin olan Theresa ile evlenmiş. Aşık çift bir
komüne yerleşmiş. William eşini kaybetmemek için hiç olmadığı bir kimliğe
bürünmüş. Muhtemelen babasından yeterince beslenememiş William kadınlarla ne
yapacağını bilmemektedir.
“Elimi küçük
pencereden içeriye soktum, parmağımı sıktı ve ona hayatın çok büyük olduğunu
söyledim... ve bilinmez. Ona hayvanların, gökyüzünün, müziğin, filmlerin
olduğunu... Kendi çocukların olduğunda, aşkı, tutkuyu, hayatın anlamını, onun
annesi babası olduğunda anlarsın.”
Tüm bu ortamın içerisinde ergenliğe adım atmış Jamie, babasını sadece Noel'de ve doğum
gününde görmektedir... Kendinden iki yaş büyük olan en yakın arkadaşı olan Julie’ye
ilgisi vardır. Öte yandan annesini izleyerek ona soru önemli sorular sorar:
-
Anne mutlu
olduğunu düşünüyor musun?
-
Bak, mutlu
olup olmadığını merak ediyorsan kısa yoldan depresyona giriyorsundur.
Dorothea’nın 1964’de anne olduğu dönem, insanlığın ilk defa
her şeyin daha fazlasına sahip olduğu dönemdir; güzel ev, arabalar, kaos,
karışıklık, uyuşturucular, bilgisayarlar ve sıkıntı... Soğuk savaşın tırmandığı
bir dönem...
Jamie’nin arkadaşı Julie’nin annesi psikologdur. Boşandıktan
sonra kızı olan bir adamla evlenmiş ve Julie üvey kardeşi ile yaşamak durumunda
kalmış. Kendini, kendinden yıkıcı olarak tanımlayan Julie, annesinin grup
terapilerine zorla katılmış...
Filmin son kahramanı 1955’li Abbie... Sanatçı olmak için New
York’a taşınır. Öğretmenine aşık olur. Daha sonra kanser olduğunu öğrenince
arkadaşları onun pek ilgilenmez. Annesine gider. Annesinin kendinden önce iki
düşüğü olduğunu öğrenir. Annesinin o dönemde kullandığı ilaçların kızında rahim
kanserine yol açabileceğini öğrendiğinde kızını görmek ona ağır gelmeye başlar.
Bu durum karşısında Abbie sakince yaşayabileceği bir yere taşınır.
Filmdeki tüm karakterlere baktığımızda görülebiliyor ki,
kadınlar artık erkekler olmadan da yaşayabiliyor. Tek başına çocuk yetiştirip, iş
hayatına veya yeni maceraya atılabiliyorlar. Adamlar ise babaları güçlerini
kaybettiklerinden dolayı erkek olmayı unutuyorlar. Belli de denge bu sefer tam
tersi tarafa kayıyor. Oysa kadın ve erkek, eril ve dişil birbirini tamamlayan
kavramlar. Hiç bir tek başına biraz yavan... Dengeler tamamen yerine oturana
kadar, tüm olaylarda olduğu gibi daha bir çok gel-git yaşanacak.
Kendini tehlikeye attığı bir olaydan sonra Dorothea ve Jamie
arasındaki diyalog:
·
Neden
böyle saçma bir şey yaptın? Sadece arkadaşlarına uymak için mi? Neredeyse
öleceğini biliyorsun değil mi? ...Neden kendine zarar veriyorsun?
·
Peki sen
niçin sigara içerek kendini öldürüyorsun? Neden yalnızken ve üzgünken iyi
oluyorsun?
·
Benimle bu
şekilde konuşamazsın. Bana bunları söyleme...