31 Ocak 2013 Perşembe

Christopher Walken


Türkiye’mizde insanların 50’li yaşlarda, hatta yakın zaman önce 40’lı yaşlarda emekli olduğuna şahit olduk. Yaşlanmadan emekli olmak, tam anlamıyla yaşamadan bekleme haline geçmek...

Bir çok kitapta insanların 35-40 yaşında belli bir farkındalık düzeyine ve dolayısıyla da verimli olmaya başladıklarını okuyoruz. Özellikle Avrupa ve Amerika’da 60-70 yaşlarda birçok aktif iş adamına rastlamak mümkün. Birçok yazar, birçok danışman, konuşmacı o uzun deneyimleri ile insanlara ışık tutmaya çalışıyorlar.

Biz de ise sevgili Müge Cerman’ın 40 yaşından sonra kariyer değiştirmekle ilgili yazısını hem garipseyip hem de alkış tutuyoruz, belki de ‘hadi canım sen de’ diyoruz. Özellikle Hollywood’da yaşlandıkça performansları artan oyuncular dikkatleri çekiyor. Hem ustalık, hem de senede çekilen 3-4 film bunun ispatı...
İşte konunun sinema ile olan ilgisi... Bu sefer yazının bir film ismi değil de oyuncu ismi olmasının sebebi de bu...


Christopher Walken 70 yaşında, Al Pacino 73, Alan Arkin ise 79... Hepsi tam gaz devam ediyorlar. Görebildiğim kadarıyla hiçbirinde bir genç gözükeyim hırsı ve bununla ilgili alametler yok. Her üçü de tam gaz mesleklerine devam etmekteler.


Bu üçlüyü ‘Stand Up Guys’ adlı film bir araya getirmiş. Blue Brothers tadında bir film olmuş; Val 28 sene sonra hapishaneden çıkar ve Doc ve Hirsch ile birlikte son kez eski çete bir araya gelir. Oyuncular harika, film de çok keyifli...


Her ne kadar hepsi birbirinden ünlü de olsa, bu hafta Christopher Walken haftası gibi... Gerçek ismi; Ronald Walken, 1953’de televizyon dizilerinde oynamaya başladığında henüz 10 yaşındadır. Annesi İskoç, babası Alman asıllı olan Walken’in çok ilginç bir karizmaya ve ifadeye sahiptir. Ayrıca mizah yönü yüksek biridir; ‘Saçlarım benden önce meşhur oldu’ diyor Walken. 

Diğer bir sözü ise onun hayat felsefesini anlatıyor:
‘Bir ev yapmayı öğrenmek istiyorsanız, ev yapın. Kimseye sormayın, sadece ev yapın.’


120’ye yakın filmde rol almış Walken, 1978’de The Deer Hunter filmdeki rolü ile Oscar Ödülünü kazanır. Walken’in oynadığı filmlerin gişe hasılatı toplamı 2 milyar dolara yakın. Click, Catch Me If You Can, Pulp Fiction, Last Man Standing, Nick of Time, True Romance gibi filmler ile sinema dünyasına damgasını vuran Walken, Around the Bend filmindeki oyunculuğu çok gerçekli ve dokunaklıdır.


Yine 2012 yapımı ‘Seven Psychopaths’ filminde sıradışı bir filmde müthiş keyif veriyor Walken. Martin McDonagh bu film hem yazmış hem de yönetmiş... Filmde Sam Rockwell ve Woody Harrelson ön plana çıkmışlar. 

İşte Walken’ın oynadığı Hans’ın filmin sonuna doğru olan diyaloğu:

Paulo: Eller yukarı!
Hans: Hayır
Paulo: Ne?
Hans: Hayır dedim.
Paulo: Neden?
Hans: Çünkü yapmak istemiyorum.
Paulo: Ama silahım var...
Hans: Umrumda değil.
Paulo: Bu çok mantıksız!
Hans: Çok kötü!

25 Ocak 2013 Cuma

Karne



Yıl 2013... Yer Şehit Er Ersin İlkokulu, Göztepe Mahallesi, Kavacık...
Öğrenciler okulun önünü hınca hınç doldurmuş, okulun kapısının açılmasını bekliyorlar. Bu sene kare heyecanı bambaşka, okulun tatile girmesine üzülen çocuklarımızın tek tesellisi bu karneler...

Veliler öğrencileri zor tutuyorlar ama bir o kadar da kendileri heyecanlı bu sene, lakin ebeveyn değerlendirmesi de mevcut karnelerde.
Artık karneler değişik, iyi, pekiyi gibi ‘genellemeler’, orta gibi ‘konum’ belirleyen kelimeler tarih olmuşken, 3 – 5 gibi rakamlarla ölçülmüyor ders başlıkları.

Karne artık derslerle ilgili değil, öğrenci ile ilgili!
İşte örnek bir karne:


Batuhan: Eşsiz (Her öğrenci eşsizdir)
Özel yeteneği: Koşmak, zıplamak ve uçmak
Hedefi: Sporcu ve savaşçı olmak
Hareket Planı: Üzerinde çalışıyor
İfade Yeteneği:  Fazla
Mizah yeteneği: Üstün
Öz-güven: Yüksek ama çalışılması gereken konular var
Farkındalık: Üzerinde çalışıyor
Aile sevgisi: Gözlerinin içi gülüyor
Arkadaş sevgisi: Hala gözlerinin içi gülüyor
Toplum önünde konuşma: Güzel ama geliştirilebilir
Analitik Düşünme: Başarılı
Sosyal empati: Gayret gösteriyor
Liderlik becerisi: Ön planda
Problem çözme yeteneği: Hızlı
Takım oyuncusu mu? Evet ama geliştirecek kısımlar var
Eleştiri: Kaldırmıyor
Yaratıcılık: Müthiş karakterler hayal ediyor
Etkili zaman kullanımı: zaman kavramı var, planlama üzerinde gayret etmeli
El becerisi: Çok ilgili değil, temel yetenekler üzerine çalışılacak...
...
Anne-Babanın çocukla iletişimi?
Hayata Hazır mı?

Yok artık demeyin, hayal etmekle başlar her şey...

24 Ocak 2013 Perşembe

Uzay Müzesi



İstanbul'da sadece bir yerde çocuklar ayın üzerinden selam verebiliyorlar.
Burası Uzay Müzesi, Marmara Forum... 'A Human Adventure'


Her ne kadar tüm o aya gidiş hikayelerini, roketlerini, uzay mekiklerini bilsek de, onları müzede görmek çok farklı duygular yaşatıyor insana. O dönemleri yeniden yaşıyor, o heyecanı tekrar hissediyorsunuz. Dünyayı dışarıdan bakmanın, galaksiler, nebulalar görmenin insanın bakış açısını sonsuza değiştirdiğine inanıyorum.


1960’lı yıllarda, Rusların ve Amerikaların soğuk savaş döneminin belki de tek faydalı tarafı uzay konusundaki rekabetidir. Bunun sonucunda Amerikalı ve Rus maymun ve köpeklerden sonra insanoğlu uzaya çıkıp, daha sonra da Kennedy’in Ay’a gidişi hedeflediklerini açıklayan o müthiş konuşmasından tam 7 yıl sonra insanlar aya bastılar.


İnsanlık olarak, 1969’daki teknoloji ile sınırları nasıl aştığımızı, nasıl bir cesaret gösterdiğimizi daha iyi anlıyorsunuz. Bir konserve kutusuna benzeyen o dönemki roket ve araçlar ve içindeki kablo ve mekanik parçaları görünce insan bir kez daha şaşırıyor.


Şu anda neler oluyor? Mars’da gezen bir aracımız, Evren’in elinden geldiği kadar gözlemleyen Hubble teleskobu ve uzayda 6 mürettebatı ile yörüngede gezen Uzay İstasyonu... Uzay konusunda, ülkeler arası rekabetin azaldığı bu dönemde keşifler ve ilerlemeler azalmıyor...


2001 Space Odeyssey, o seneye yetişmedi ama uzayın o muhteşemliği ve sonsuzluğu ile keşifler devam edecek ve ‘sınırsız’ olan Evren'e açılmaya devam edeceğiz...

23 Ocak 2013 Çarşamba

Why Stop Now



Türkçeye ‘Neden Şimdi Duralım’ diye çevirebileceğiniz film, mütevazi kadrosu ile küçük bütçeli bir komedi...
Pazar sabahı sineması deyip geçebileceğiniz bir film gibi dursa da, bir gencin, bir öğrencinin hayatına güzel bir bakışı var filmde.

Eli, piano çalmaya tutkusu olan bir gençtir. Annesini uyuşturucu bağımlılığından kurtarmak için rehabilitasyon merkezine giderken, bir şekilde uyuşturucu satıcıları tarafından rehin alınırlar ve macera komedi unsurları ile devam eder.


Eli’in babası ortalıkta yoktur, bu sebeple annesine annelik, kız kardeşine babalık etmektedir. Kız kardeşi ise artık duygularını elindeki bir kukla aracılığı ile ifade etmeye başlar ve onu ayrı bir karakter olarak algılar...
Mel Gibson’ın oynadığı ‘Beaver’ filmini hatırlatır bu kısım.

Eli, piano çalarken 'kendi'nin yok eder, sadece pianoya konsantre olur...

İşte o an’da Varlığını hissedebilir!
Uyuşturucu dağıtıcısı olan Sprinkles da gençken 100mt koşunda madalya almış ama sonradan bu hedeften vazgeçmiş biridir. Sprinkles ile Eli arasında bu konu üzerine bu yakınlık oluşur.

Filmde görebileceğimiz gibi bir öğrencinin veya bir gencin yeteneğini bilmesi, çalışması yetmez, onun hayatındaki tüm faktörleri birbirini etkiler. Aile yaşamı, özel yaşamı, sağlığı... Kendi başarısından herkes gibi kendi sorumlu olsa da, herkesin bir ‘yol göstericiye’ ihtiyacı vardır.

Sonunda annesi bu sorumluluğu kabul eder, işler düzelecek bir şekilde raya oturur...


1983 doğumlu Jesse Eisenberg’i The Social Network adlı filmdeki Oscar’a aday olduğu Mark Zuckerberg rolü ile hatırlayabilirsiniz. 2012’de To Rome with Love filminde de o kadar ünlü arasında gayet başarılı bir performans sergilemişti. Kesinlikle takip edilecek bir oyuncu...
Melissa Leo ise The Fighter filmde en iyi yardımcı kadın rölü ile Oscar ödülünü 2010 yılında kazanmış. 1960 doğumlu Melissa’nın oynadığı 100’e yakın film ve TV dizilerinden en ünlüleri 21 Gram ve Righteous Kill...
Sinema yazarı, senatist ve yönetmen Ron Nyswaner,  1993’de Philadelphia en iyi senarist dalında Oscar’a aday gösterilmiş...
Bu film de ustalığını göstermiş...

22 Ocak 2013 Salı

Sosyal Olmak Seni İnce Yapabilir mi?


Sosyal olmak kilo vermenizi sağlar mı? Cevap... Belki! Peki ya sosyal medya? Son araştırmalara göre, daha çok sosyal ilişkide bulunan fareler, yalnız olan ve daha az yemek yiyen farelere göre daha zayıf kalmışlar. 
Bilim insanları sosyal hayat ile meşgul olanların tez düze hayata sahip ola kişilere göre daha zayıf olacağı kanısındalar. Arkadaşları ile bir araya gelenlerin ‘kahverengi yağ’ oranını artırıyor. Bu yağ tipi ısı elde etmek için kullanılan bir tür. Fareler daha fazla beslense de sosyal ortamdan dolayı özellikle karın bölgesinde oluşan yağ oranı 4 haftada %50 oranından daha az oluşuyor.
Artan kahverengi yağ oranı beyindeki ‘beyin kaynaklı nörotrofik faktör’ [BDNF] denilen bir kimyasalın da salgılanmasına katkıda bulunuyor. Bu kimyasal mevcut nöronları koruyor ve öğrenme, hafıza ve nöron gelişiminde faydası bulunuyor.
Burada önemli olan iki mesele var:Birincisi, deney fareler ile yapılmış. Kemirgenler ve insanların sosyal ortamlardan etkilenmeleri farklı olabilir.

İkincisi, sosyalleşme deneyi bıyık bıyığa (farelerin sosyalleşmesi) yani yüz yüze yapıldı. Bu sebeple İnternet üzerinden sosyal ortamda bulunmanın gerçekten kontak kurmak ile farklı olacağı aşikar.  Yüz yüze kurulan diyaloglar daha fazla duygu ve beyin yoğunluğu içerecektir. Tweeter veya Facebook gibi sosyal mecralardan mesaj atmak veya duvarına yazı yazmak aynı sayılamaz. 


Aslında, bazı bilim insanları aşırı bilgisayar kullanımının sosyalleşme ve egzersiz yapmaya engel olduğunu ifade ediyorlar. Sosyal ortamlarda fırtına gibi esenler, en ilginç fotoğraflarını koyanlar, sosyal ortamlardan çekingen olabiliyorlar. Burada sanal alemde fazla sosyal olup, arkadaşlarına ayırabilecekleri değerli zamandan kısıntı yapılabiliyor. Bu konuda sosyologlar da dikkatli olunması gerektiğini vurguluyorlar.

Sonuç olarak, araştırmanın ilgi çekici olan noktası, sosyal olmanın insanlarda da kalori yaktırıyor olma ihtimali... 
Bazı kişilerin ince ve zarif oldukları için daha çok arkadaşı olduğunu düşünüyor musunuz?  Belik de tam tersidir, arkadaşlarının varlığı onları formda ve çekici tutuyordur. Ne dersiniz?

19 Ocak 2013 Cumartesi

Öğrenmeyi Öğrenmek


Eğitim ve öğretim temel ihtiyaçlar arasında yer alır... Eğitim ve öğrenim çok önemlidir; özellikle de bizlere sunulan hayat planında... Ekonomik gücü yeten için inanılmaz tutarlardaki eğitim bedelleri ödendikten sonra, çocukları rekabetle yoğrulmuş iş hayatına atılır. Bu yatırımın maddi olarak geri dönüşü yaklaşık otuz yıl sürer. Bu sürede yaklaşık 55 yaşına gelmiş kişilerin çocukları varsa, onlar da kendi çocukları için bu harcamaları yapar ve genellikle sağlıklarından olmaya başlarlar... Böylece sağlık ve emeklilik sektörü için yapılan ve yapılacak harcamalar başlar. Böylece hayat sürer gider.

Tüm bunlar size normal geliyorsa, problem yok. Ancak biraz tuhaf ve boş yere atılmış bir yaşam gibi geliyorsa; şu soruyu sormakla başlamalıyız. Bu eğitim sisteminde, insanların ne öğrendikleri mi önemli, yoksa nasıl öğrendikleri mi? Başka bir deyişle, sadece bilgileri ezberlediğimiz bir eğitim sistemimiz mi var? Yoksa bizleri daha bilge yapacak bir sistem mi? Bize anlayış ve bakış açısı katacak... Kısaca öğrenmeyi öğreniyor muyuz?

Her şeyin her an değiştiği ve hareket ettiği bir Evren'de, geçmişe ait bilgileri ezberleyerek ne öğrenebiliriz? Belki inşaat yapabilir, saati öğrenebilir ve hesap yapabiliriz. Bunlar fiziksel ve teknolojik olarak bizim işimizi kolaylaştırabilir. Ancak psikolojik olarak bizi bir yere götürür mü?

Öğrenim hayatımız boyunca, sadece ezberlediğimiz bu bilgiler, hayat deneyimlerimiz ile birleşerek hatıralarımızı ve belleği oluşturur. Nereden bakarsak bakalım, bunların hepsi geçmişe aittir ve eskidir. Hatta bazıları öyle inançlar oluşturmuştur ki, aksi bir fikir ile karşılaştığında zihnimiz kendini tehdit altında hisseder. Haklı olduğumuzda ortaya çıkan testesteron hormonu bizi güçlü hissettirir. Öyleyse tüm bu bilgi ve deneyimler yeni bir şey öğrenmek veya keşfetmek için önümüzde engel oluştururlar.


Geçmişe bakarak gelecek hakkında tahminler ve varsayımlar üreten zihnin amacı yenilik veya anlayış geliştirmek değildir. Derin bir anlayış zihnin ötesinde sezgilere dayanır. Einstein'in dediği gibi...
"Zekanın keşif yolculuğunda çok az payı vardır. Farkındalığınızdaki bir sıçrama, buna ‘sezgi’ diyebilirsiniz, size çözümü getirir... Ve nasılını veya nedenini anlamazsınız."
Newton yer çekimini bulduğunda ağacın altındaydı, Arşimet ise banyo yapıyordu. Einstein, keşiflerinin çoğunu tıraş olurken gerçekleştirmiş... O halde, dingin ve sakin bir zihin, öğrenmeye açık bir zihindir... Vereceği cevabı düşünmeyen, varsayımlarda bulunmayan bir zihin... Peki bu nasıl mümkün olabilir? Zihinden özdeşleşmekten nasıl özgürleşebiliriz?

Zihnin nasıl çalıştığını gördüğümüzde, gözlemlediğimiz şey ile özdeşleşmemiz azalmaya başlar... Duygu ve düşüncelere cevap vermediğimizde, onları beslemediğimizde zayıflamaya ve durulmaya başladığını görürüz... 

Herkesin kendi yolculuğu farklı olacaktır, ancak işte bazı fayda sağlayabilecek öneriler:
1. Kendimizi yargılamadan sabırla gözlemeye devam etmek...
2. İnandığımız her şeyi bir kenara bırakıp, başka bir görüş olabileceğine açık olmak...
3. Bedeni ve/veya nefesi hissederek anda olmak...
4. Bize zamanı unutturan işler yapmak...
5. Ertelememek - Ertelemek için bahane bulmak korkunun kılık değiştirmiş halidir.
6. Çevrenizde sizi mevcut bakış açılarına geri çekmeye çalışan kişilere kulak asmamak...
7. Disiplinli olmak kuralcı olmak değildir. Disiplin sabırlı bir şekilde tutarlı ve sebatkar olmaktır.
8.
Sürecin tadını çıkarmak; yolculukta eğlenmek... Sonuçlar sadece yan ürünlerdir... 
9. Yolculuktaki her küçük adımı kutlamak...
10. Paylaşmak... Paylaştıkça çoğalacaktır...
11. Erken kalkmak ve sabahın ilk saatlerinin kıymetini bilmek.
12. Sessizliğe zaman ayırmak
13. Davranışların inançlarının bir göstergesidir, söylediklerinin değil. Derine inmek...
14. Şükretmek...
15. Size ilham verecek kişiler ile vakit geçirmek...
16. Başımıza gelen her şey, bir sebepten dolayı geliyordur, bunun sebebini düşünmektense, bunu bir fırsat olarak görüp sorunun kaynağına odaklanmak.
17. Hayatın oyun alanı olduğunu hatırlamak...

18 Ocak 2013 Cuma

Kon-Tiki



En iyi yabancı film dalında Oscar adaylarından biri Kon Tiki...
Film muazzam bir hayat hikayesinden yola çıkılarak yapılmış.
Filmin kahramanı Norveçli antropolog ve kaşifin Thor Heyerdahl hayat hikayesi  çok ilginç.
Kim olduğunu bilen ve hayatını keşifler yapmak için adayan biri Thor.
Oslo Üniversitesi'nde öğrenciyken Pasifik Okyanus'undaki Markiz Adaları'na gider. Polinezyalılar üzerinde yaptığı uzun araştırmalar sonucu adalara ilke gelenlerin deniz yoluyla doğudan (Peru) geldiğini öne sürer. Kimse ona inanmaz, ciddiye almaz ve sponsor bulamaz. Bunların hiç biri Thor’u engelleyemez.

Aynı şekilde bir sal yaparak 1500 yıl önceki seyahatin olabileceğini ispat etmek üzere 1947'de beş arkadaşı ile Peru kıyılarından yola çıkar. Kon-Tiki adı verilen sal ile tam 101 gün süren badireli yolculuktan sonra  8,000 km yol aldıktan sonra Polinezya kıyılarındaki kayalıklara varır. Yolda köpekbalıkları, dev balinalar, uçak balıklar ve tabi fırtınalar ile karşılaşırlar.

        28 Nisan 1947'de başlayan yolculuk 7 Ağustos 1947'de sona erer.


Tekne, adını İnkaların "Güneş ve Fırtına Tanrısı" Tici Viracocha'dan almıştır. "Kon-Tiki" bu tanrının çok daha eskilere uzanan bir başka adıdır. Heyerdahl'ın orijinal salı şimdi Oslo'da bulunan "Kon-Tiki Müzesi"nde sergilenmektedir.

                                             Kon Tiki Müzesi
Thor Heyerdahl'ın dünyaca ünlü kitabı Kon-Tiki bu yolculuğu anlatır.

Bu kitap Türkçe olarak da yayınlanmıştır. Heyerdahl, daha sonra papirüsten yapılmış bir tekneyle Fas'tan yola çıkarak Güney Amerika'ya varmak ister. Teknesi bir süre sonra suya dayanamaz duruma gelince yolculuğunu yarıda kesmek zorunda kalsa da 1970 yılında bunu tekar dener ve bu sefer yolculuğu başarıyla tamamlar.


Thor Heyerdahl, 1950 yılında kendi yönettiği belgeseli ile Oscar ödülünü kazanır. 2002 yılında 88 yaşında bu dünyadan ayrılır.

Yönetmenler Espen Sandberg ve Joachim Rønning’in en önemli filmleri yine bir gerçek hikaye olan Max Manus ve Bandidas.
Başroldeki Pål Sverre Valheim Hagen’i Max Manus’daki yan rollerden hatırlayabilirsiniz. Thor rolü ile kariyerinde önemli bir adım attığını ileride görebiliriz.
Son olarak Thor’un eşinin adaya varınca açılacak olan mektubu çok anlamlıdır. Onu ne kadar çok tanıdığının, inandığının ve sevgidiğinin kanıtı gibidir...

Sevgili Thor,

Başardın. Fatu Hiva’daki gece Tiki’yi anladın.
Yüzme öğrenmene de gerke yok.
Suya düşersen de iradenle yüzersin.
Anlamış olacağın üzere, ben, Tahiti’de seni bekliyorum.
Çünkü bu bizim hayatımız ve kuralları sadece biz koyarız.
Sen kim olduğunu biliyorsun.
Ve hayatının sonuna kadar her an günabatımını kovalayacaksın.
Thor, bu pasifik Okyanusunu keşfetmekle ilgili değil.
Gitmenden önce neden gittiğin önemliydi.
Her şeyi geride bırakamadın ve bilinmeze doğru yol aldın.
Ama bu sensin.
Benim sevgili Thor’um.
Komik olan şu ki ben seni yine de seviyorum.
Ve bizi uzaklaştıran şey de bu.

Liv

14 Ocak 2013 Pazartesi

The Sessions



Mark O'Brien, 31 Temmuz 1949’da doğmuş bir Amerikalı. 1955’de, 6 yaşındayken tüm vücudu felç geçirir ve kalan hayatını demir bir solunum aletine bağlı olarak geçirir. Onun çalışan sadece üç kası vardır: biri boynunda, biri çenesinde ve biri de sağ bacağında. Mark'ın mesleği? O, şair ve yazardır...6 yaşında yazar olma hayalinden vazgeçse de okuldan mezun olunca bir kaç şiir yazar. Ağızdaki çubukla bu hayaline tekrar tutunur ve şiirlerine devam eder.

Mark, tüm şartlara rağmen Tanrı’ya olan inancını yitirmemiştir, filmde de bol bol seyredeceğiniz kilisenin rahibi Brendan ile sık sık duygularını paylaşmaktadır.

Mark 38 yaşına gelir ve kendi kendine bile olsa bir cinsellik deneyimi yaşamamıştır. Bundan dolayı Seks Terapsi almaya karar verir. Seks terapisi için Brendan’dan onay isteyen Mark’a şöyle der: “Öyle hissediyorum ki, Tanrı senin için tek seferlik bir bilet veriyor. Lütfen devam et.”

Halen mesleğini sürdüren, kanseri yenmiş, şu anda 68 yaşında olan seks terapist Cherly Cohen Greene (Helen Hunt), Mark ile tanışınca hayatının değiştiğini söylüyor: “Mark, hayatımda rastladığım en cesur kalbe sahip insan.” diye tanımlıyor Cherly.
Cherly Cohen Greene ise şu aralar bir kitap çıkarma hazırlıklarında...

Helen Hunt... Bu filmdeki rolü ile Oscar ödüllerine adaylar arasında yeralıyor. Yıllar geçtikçe olgunlaşan şarap gibi... Helen Hunt. Mad About You isimli dizi ile yıllarca televizyonda tanınan Helen, As Good as It Gets filmdeki rolü ile Oscar ödülünü kazanmış. 2000 senesindeki Mel Gibson ile oynadığı What Women Want filmindeki performansı ise görülmeye değer.  

Her ne kadar Mark, çok hareketsiz bir karakter de olsa, bu tip rollerin büyük hazırlık ve çaba gerektirir. Bu konuda John Hawkes’ın hakkını yememek lazım. The Sessions’deki Mark rolü ile Hollywood Film Festival’de ödüle hak kazanmış olan Hawkes, Winter’s Bone adlı filmde En İyi Yardımcı Erkek dalında Oscar ödülüne aday gösterilmiş. Hawkes’i, John Cusack ile beraber oynadığı Identity filminde otel müdürü rolü ile hatırlayabilirsiniz.

Yönetmen Ben Lewin 1946’da Polonya’da doğmuş. Ağırlıklı olarak TV dizileri üzerine çalışan Lewin, hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği Paperback Romance, The Favour, the Watch and the Very Big Fish, ve Georgia gibi filmler ile ön plana çıkmış. Mark’ın hikayesi çok etkileyici bulan Lewin bu hikayenin senaryosunu da beyaz perdeye aktarmış.

                             Mark sevgilisi Susan ile birlikte...
Mark 1999’da 49 yaşında bu dünyadan ayrılır.
Cenaze töreninde Brendan şunları söyler:
'Dinamik bir sesti felçli bedeninde. Hayatını dolu dolu yaşadı. Ve her zaman görevini biliyordu aşkı... Duygusal ve fiziksel aşkı ve Mark böyle yaşadı. Nefes alıp verdi sevgiyle... 49 yıl. Sevdi ve sevildi...'
Aşk Şiiri Ama Kimseye Özel Değil
(Love Poem to No One in Particular)
Sana kelimelerimle dokunmama izin ver ellerim yerine,
Kelimelerim saçlarını okşasın
Ve sırtından akıp gitsin.
Ellerim... Işığı olsun uçsun etrafında,
Bir dilek gibi... Arzum olsun
Ve kelimelerim aklını alsın
İşkence gibi olsun,
Ne olursa olsun bunu kabul et
Kibarca beni yaşa.
Mark O’Brien

10 Ocak 2013 Perşembe

Now is Good



Eckhart Tolle der ki, sadece ‘an’ımız var, ne geçmiş var, ne de gelecek...
Geçmiş dediğimiz önceden yaşadığımız an’larımız, gelecek ise gelecekteki an’larımız.
Şu an olmayan hiçbir zaman dilimi yoktur.


Her şeyin cevabı bugün'dedir, şimdi'dedir. Yarın da gelince sonuçta ‘bugün’ olur. Anlarımız tek sahip olduğumuz zaman dilimidir ve bu yüzden kıymetlidir. Diğer bir taraftan gelecek olan ‘an’larınızı güzel yaşamak, hayallerinizi gerçekleştirmek için plan yapıp bu anda hareket etmek gerekir. Bu yazının konusu olan film, insanı bu noktalara götürür nitelikte.
 


Now is Good (Şimdi Güzeldir) filmi lösemiye yakalanmış genç bir kızın tedavisini sonlandırmasının ardından hayatının son döneminde yaşadıklarını konu alıyor. Tessa’nın anne ve babası ayrıdır. Sorumluluk almayan bir annesi, bu sebepten ötürü tamamen kızına anne olmuş ve ona aşırı düşkün bir babası ve bir erkek kardeşi vardır Tessa’nın. Ancak Tessa’ın ihtiyaç duyduğu ikisi de değildir. Tessa, hayatının kalanı için hayalindeki yapmak istediklerini listeler ve bu listeyi tamamlamaya çalışır.

Zaman geçtikçe listedekilerin bazıları önemini yitirir, bazı yeni maddeler gelir. Tessa'nın yapmak istediklerinin başında da biri ile beraber olmak gelmektedir. Ancak bunu tanımadığı biriyle yapmak istemez, derken komşusuna (Adam) aşık olur ve son dönemini onunla beraber geçirir. Komşusu Adam, liseyi bitirmiş ama hiçbir planı olmayan bir gençtir. Tessa, Adam’ım hayallerini düşünmesi ve harekete geçmesi için örnek olur.

Listedeki maddelerin bazıları çılgınca da olsa, denemekten çekinmeyen Tessa, yaşadıklarıyla listesini kontrol edip güncellemektedir. Açık sözlü, hayatına tutunan, cesur bir karakter Tessa...

Aile dinamiği ne olursa olsun, Tessa ailesine ve hayata isyan etmiyor, olanı olduğu gibi kabul ediyor ve kalan anın değerini biliyor. Ne olursa olsun kaderin arkasında çok daha büyük bir gücün olduğunu bilir gibi...



Oyunculara gelince...
Dakota Fanning’i 2009’daki aksiyon filmi Push’dan ve The Twilight Saga’dan hatırlayabilirsiniz. 1994 doğumlu Amerikalı oyuncu, bu filmde harika bir performans sunmuş. Amerikalı olmasına rağmen bu rolü gereği Fanning filmde muazzam bir İngiliz aksanı ile konuşuyor.

Anne rolündeki Olivia Williams, insanı çileden çıkartacak bir karakteri hakkını vererek oynamış. Roman Polanski’nin The Ghost Writer filminde en iyi yardımcı oyuncu ödülü alan Williams, filme değer katmış.
 


Film, Jenny Downham’ın ‘Before I Die’ kitabından uyarlama. Senaristi ve yönetmeni Ol Parker İngiliz ve 1969 doğumlu. Çok ilginç bir konusu olan The Best Exotic Marigold Hotel filminin de senaristi olan Parker, İngilterenin çok güzel doğasını iyi kullanıp müthiş kareler yakalamış. Kendisini takip etmeye devam edebilirsiniz...
 


Her ne kadar hüzünlü gibi gözüken bir hikaye de olsa, yaşamın ancak ölümle var olacağını hatırlatan, ancak bunu anlayınca şükür dolu bir hayatımızın olabileceğini hatırlatan çarpıcı bir film... 
"Hayatlarımız bir seri anlardan oluştur. Hepsinin gitmesine izin ver. Anlar. Hepsi birleşip şu anda birleşir."

8 Ocak 2013 Salı

Sufle mi? Mutfak mı?



-“Anne nerede oğlum?”
-“Muffakta baba”... 4  yaşındaki çocuğun cevabı...
Kitabın ismi “Sufle”, yazarı Aslı E. Perker...
Hep bu yazının başlığını ‘Mutfak veya Muffak’ diye atma azminde ve hissiyatındaydım. 
Üstadımız Yasemin Sungur’un Aslı Perker ile yaptığı söyleşide öğreniyorum ki, Aslı Hanım da bilgisayarında kitabın dosyalarını Mutfak’da diye kaydetmiş...


Mutfak Evren’in merkezi mi? 
Tüm evren, dünya, biz insanlar için. Aile, toplumları oluşturan en temel birimi... Aile de bireylerden oluşuyor. Bu bireyler için ise ev çok önemli. Evde de Mutfak...  
Kitapta bolca verilen mesaj; ‘Evet, Mutfak Evren’in merkezi.’

Mutfak sadece kadınlar için önemli değil... 
Erkekler için de mutfak evin en önemli kısımlarından biridir. 
Genellikle televizyon gibi bir faktör olmadan bir araya gelinen yer Mutfak.
Bizim ailede kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği hep mutfakta yenirdi. Yemekler, tatlılar, börekler burada pişer, okuldan eve geldiğimde olumlu veya olumsuz günün kritiği mutfakta yapılır, akşam yemekleri ya babamın hayat hikayesi ile veya bize attığı fırçalarla uzar giderdi...

Sevinçler, kavgalar, kutlamalar, kırılan tabaklar, tokuşturulan kadehler hep mutfağımızda olurdu. Hele bir de fırından ve ocaktan gelen o muhteşem kokular...

Özellikle Mutfak düşkünü, Tatlıcı ve geleceğin Pasta Tasarımcısı bir kadın ile evlendiğimi bilmediğim bir dönemde 'Mutfak Savaşları' başlıyor evde; dar geliyor mutfak bize. Herkesin kendi çöplüğü derler ya öyle bir durum. Ben iddialı olmasam da on yıldır bekar yaşamanın getirdiği alışkanlıklarım vardı. Mutfaktaki sihirli yemeklerin yapı taşlarının hayranı olmuşumdur her zaman. Makarna veya omlet bile yapsam çok özenir, her bir malzemenin nasıl oluştuğunu, kimlerin katkısı olduğunu, kimlerin taşıdığını, kimlerin sattığını düşünürüm hep.

Bir süre mutfağı ayrı ayrı kullanmak gibi geçici bir çözümden sonra yıllar geçtikçe Ying Yang gibi bir karşıt uyum sağlayarak mutfakta dans eder gibi hareket etmeye, birbirimizi anlamaya, saygıyla pişirdiklerimize katkıda bulunmaya başladık.

Mutfak evren’in merkezi ise bu Sufle tatlısı nereden çıkıyor? 
“Aynı gün yorgun bir kadın ve kederli bir adamın da ellerini uzattıklarını bilmediği kitabı tereddüt etmeden uzanıp aldı. Sufle: En Büyük Hayal Kırıklığı. Güzel, kaprisli kadın gibiydi sufle; ne gün ne yapacağı belli değildi. Hiçbir kitapta için tam kuralı yoktu. Kimse tam yirmi beş buçuğuncu dakikada fırından çıkartın diyemezdi, hiçbir fırının ısısı standart olamazdı. Her aşçı deneyerek en iyi tarifi bulabilirdi. Kendi kaplarını, kendi fırınını defalarca kullanarak, eskiterek, her biriyle defalarca didişerek.”

Sufle’de yazar, her karakteri sufle ile özdeşleştirmiş. 

Sufle yapımı için gereken malzemeler çok basit: un, şeker, kakao, yağ, süt, yumurta... Tarifi de kolay. Ancak tutturması zor. Her kişide veya koşulda farklı sonuç alınabiliyor, tam vaktinde kapağı açmanın bile çok kritik olduğu bir hassaslık var. Özellikle suflenin ortasının çökmesi, kahramanların hayatlarının çökmesi gibi bir ekti yaratıyor ama denemek vazgeçmiyorlar.



Sufle kitabı üç ayrı ülkede geçen, üç ayrı karakteri anlatan sürükleyici hikayelerden oluşuyor. Kahramanlarımız: Lilia, Marc ve Ferda.
Bu üç karakterin yanı sıra, müthiş yan karakterlerle ile muazzam bir duygu analizleri yapılmış. Kitap, William Faulkner’ın sözü ile başlıyor: 
“Keder mi hiçbir şey mi seç deseler, ben kederi tercih ederim.” 
Bu üç karakter hayatlarında ‘hiçbir’ şeyi seçerek pasif kalmışlar. Başlarına farkındalık yaratacak olaylar gelmekte, ve bu olaylar ile kendilerini, duygularını, geçmişlerini analiz edip anlamaya ve küçük de olsa bir aksiyon almaya çalışıyorlar.
Kitabın genelinde duygular çok derin ve etkileyici bir şekilde ifade ediliyor.

Lilia:
Lilia, Filipinler’den Amerika’ya gelen, adını, hayallerini, sınırlarını bırakan bir kadın. Kocası Arnie de toplumdaki şablonlara aynen uyan bir biri. Lilia da aynen Arnie’ye uyum sağlamış, tek rahatlamayı yemek yapmakta bulmuş.

Lilia hiçbir zaman iletişim kurmamış, tipik zevksiz ama uyumlu bir Amerikan kadını olmuş. Kendinden başka herkesi suçlar ama bir türlü kendinde bir hata bulamaz. Sınırlarını belirlemekte ve aksiyon almakta cesaret gösterememiştir hayatı boyunca.
Lilia, yıllar sonra anlar ki, kendi hayatını değil başkalarının hayatlarını yaşamış ve bunun sorumlusu sadece kendisidir. 

Canı yandığı zamanlarda bile gerçekçilikten uzak bir umutla gerekli değişiklikleri yapmamış, sınırları koyamamış, sadece kendini avutmuştur. Kimseye zarar vermemeyi bir marifet olarak gören Lilia sonunda bunun zararlarını fazlasıyla yaşamış ve hissetmiştir.
Lilia’nın hikayesinde Amerikan yaşamındaki yalnızlık ve sosyal bozulmuşluk da yeriliyor.

Marc:
Marc ‘ın hikayesi ise sevdiği eşi Clara’nın ölümü ile başlar. Marc hayatı boyunca eşinin uydusu olmuş, son derece silik bir hayat yaşamıştır. Kimse ile, özelikle de ‘kendisi’ ile bir ilişkisi olmamış, Clara’nın çocuğu gibi yaşamıştır, bu sebeple de ailesinin bile özlemini duymaz. Clara’yı ebeveynlerinin yerine koymuştur. 

Belki de Marc karakterinin okuyucular tarafında sevilmesinin en büyük sebebi, Marc’ın tüm acılarına rağmen, farkındalığa ulaşması ve yeni hayatında kendi ile yüzleşerek cesaret göstermesidir. Yeniden mutfakta yemek yapmayı başlaması Marc’ın aynı zaman yeni hayatını ve çabasını simgeliyor.

Mutfaktaki küçük ayrıntıların detaylarını öğreniyor ve bu mucizelere tanık oluyordu.
Marc’ın en önemli farkındalıklarından biri, kendini hiç bir zaman başka insanların hayatına dahil edemediği gerçeğiydi. En yakını bile olsa Clara’sız bir Marc olmamıştır.
Ama Marc için artık nefes alma ve değişme vakti gelmiştir, ve artık o da biliyor ki bu durumda sonra değişiklik gösterebilir.

Ferda:
Ferda da hayattan kaçışı mutfakta bulanlardan. Hayallerinin peşinde olmamış, bunun yerine topluma uygun davranan, iyi huylu olduğu için kendini avutan biri. 
Kızı yurt dışında olan Ferda evde annesine bakmaktan bunalmıştır. Annesi gibi olmaya karşı ‘direnç’ göstermektedir. 

Ferda hikayesinde bolca anne-kız ilişkisi üzerinde duruluyor. Özellikle Ferda’nın annesine benzememe direnci... Elinde sonunda onun gibi olacak ya da bunla yüzleşmesi gerekecektir. Ferda Hanım, belki de fedakar annelerimizin ve yokluk bilinci ile yetişmiş neslin temsilcisi... Hep veren, fedakarlık gösteren, lüks ve pahalı hediyeler aldıklarında açmadan başkasına hediye eden bir nesil. Vermeyi bilen almayı bilemeyen, alma-verme dengesini tutturamayan... Hikayenin sonunda Ferda Hanım da kendisini şımartmak isteyenlerine fırsat vermesi gerektiğini anlıyordu.


İşte tüm bu karakterlerin derin hayat hikayelerini zevkle okunuyor.
Ayrıca, Aslı Perker’in insanın içine işleyecek müthiş bir anlatım tarzı var. 

İşte kitaptan bazı alıntılar:
“Bir nar tanesinin içine şırıngalanacak pekmezin insanın içini gitgide katranlaşacağını, kederden sürükleyeceğini tahmin edemezdi kimse.”
“Sonunda kendisi kadar bakımsız bir kadın gördüğünü zannedip rahatladığında, gördüğünün vitrindeki kendi yansıması olduğunu anladı.”
“Yatağın öteki yanındaki boşluk her akşam ve sabah kalbini kırıyor, tek çatal sesi daha çok çınlıyordu.”
“Lilia her zaman bir sonraki adımı göremeyecek kadar umut dolu olmuştu.”

7 Ocak 2013 Pazartesi

Dil


Bir gün, Türk kökenli bir lokantada ‘peynirli hamburger’ istedim. Çocuk bana yabancı bir dil konuşuyormuşum gibi baktı... Anlamadı, bir daha sordu, tekrar ettim. Sonra da ‘Haa, Cheeseburger!’ dedi gitti!

Başka bir gün, eğitim esnasında ‘geleceğin eğilimleri’ dedim, dediğime de pişman oldum. 'Trend' diyecekmişim. Tamam dedim, pes ediyorum. Diğer bir yandan 'Artık pes ettim' derken, bunu bir mücadeleye çevirmemiz gerektiğini hissediyorum, işe bireysel temizlikle başlamalı; herkes kendi evinin önünü süpürmeli... 

'Dil ve Güzel Türkçemiz' konusunda ahkam kesmek ve bu konuda mücadele vermek ne kadar doğru, onu da tartışmakta fayda var. Öz-Türkçe olmasına rağmen kimsenin bilmediği kelimelerin bu saatten sonra yerleşmesi mümkün değil; dışarıdan gelecek bir baskı ile de sonuç alınamaz, önemli olan kişisel düzeyde mevcut dilimizi kullanmak ve korumak.
Birey olarak neler yaparız? Tabi ki, günlük hayatımızda ‘eğitimli’ haber spikerleri ve tiyatrocuları gibi konuşamayacağız, ancak kelimeleri doğru kullanmak iki açıdan önemli:

1. Kelimeler enerjimizi yükseltir; doğru ve olumlu olmaları önemlidir.
2. İletişim için kullanılan dil ve Türkçemiz bozuldukça, nesiller arası ve şehirler arası uçurumlar artacaktır.



Dilimizi ve iletişimimizi bozan sadece yabancı kelimeler değil, işte karma örnekler:
...size dönmüş olacağım... (Nasıl yani?)
...yapıyor olacağım... (Olmak yada olmamak!)
...kendine iyi bak... (Doğru farkındalık açısından önemli!)
...top model... (Aynen Türkçe okunuyor, bundan dolayı kavga çıkardı eskiden)
...marketing bütçelerimizden allokasyon... (Ne?!)

Yeni fiiller türedi:

Twitlemek, Check-in yapmak, Googlelamak, Layk etmek, Çüş falan olmak, Kal gelmek, Online olmak, Login olmak, Zaplamak vs.

Bir de ilginç kalıplar var:

*Dürüst olmam gerekirse... (daha önce yalan mı söylüyordun?)
*Aslına bakarsanız... (Başka nereye bakacaktık?)
*Gerçekçi olmak gerekirse... (Kuantum fiziği açısından da bakabiliriz.)
*Partilere patlayacağız... (Patlayacağız birazdan!)

Son olarak belirtilmesi gereken bir konu daha var: Ziyadesinden fazla –ebilir takısını kullanıyoruz. 

Yapabilir misin? Verebilir misin? Gidebilir misin? Alabilir misin? Yardım edebilir misin?
Özellikle erkek zihni, bu tip dolaylı soruları bilinçaltından meydan okuma, yeteneğini sınama şeklinde anlamakta. 
Bunların yerine,
-Yapar mısın? Verir misin? Gider misin? Alır mısın? Yardım eder misin?
Çok daha doğru sorular...




Son zamanlarda hayatımıza giren diğer bir iletişim aracı ise "emoji"ler... Kalpler, kahkahalar, danslar havalarda uçuşuyor... Her birimiz için bu sembollerin anlamları farklıyken, son derecede sinirli bir ruh halinde bile yazdığımız mesajın sonuna bir 'gülücük' koymak suretiyle durumu yumuşatıyoruz...

Son olarak da kullanılan olumsuz kelimeler... Türklerin kültür kodunda çıkan acı ve keder, bizim oldukça olumsuz bir yapıda olduğumuzu gösteriyor. Devamlı şikayet edip, olumlu olmayan kelime ve kalıplardan gün boyunca dinlemekteyiz... Bu konuda bir çok örneğe gün boyunca rastlıyoruz. Oysa olumlu titreşimler, olumlu olayları çekecektir. Enerji dolu kelimeler seçmek dediğimde aklıma Gladyatör filmindeki “Bu hayatta yaptıklarımız, sonsuzluktaki yankıdır.” cümlesi geliyor... Bu kelimeler için daha da geçerli.


İletişim, dinleme, anlama ve kendini ifade, hayatımızda çok kritik olgular... 
Kendi ülkemizde kendi dilimizi nasıl kullanıyoruz? Anlamak ve anlaşılmak istiyor muyuz? İşe ancak kendimizden başlayabiliriz...

6 Ocak 2013 Pazar

Life of Pi



Sakın vazgeçme! Sakın vazgeçme! Sakın vazgeçme!
Umudunu kaymetme ve Tanrı’ya güven, ona şükret.
İşte Pi’nin fantastik yaşam öyküsü.



 
                    Pi'ye ismini veren havuz şu anda sanatsal aktiviteler için kullanılıyor.
Pi islamı, hıristiyanlığı ve hinduluğu bir arada yaşayan, hayatının ruhani anlamda yolunu arayan bir Hintli gençtir. Pi ismini Fransa Paris’deki bir yüzme havuzundan alır: Piscine Molitor... Kısaca Pi! 

Babası bir hayvanat bahçesi işletmektedir. Onunla genelde aynı fikirde olmayan abisi ve babası, onunla daha empati kuran ve cesaretlendiren annesi ile yaşamaktadır.
Pi rakamının en az 100 basamağını ezbere bilir.

3.141592653589793238462643383279502884197169399375105820974944592307816406286208998628034853421170679...

Tüm hayvanları ile beraber ailesini Kanada’ya götürmek üzere yolan gemi batınca Pi kendisini bir cankurtaran teknesi, bir orangutan, bir çakal, bir zebra ve bir kaplan (Richard Parker) ile bulur...


                                       Filmin müziklerinden Coldplay - Paradise... 
Vazgeçmemek Pi’nin doğasında vardır. Korkusu onu ayakta tutmaktadır. Bir bakıma Richard Parker onun cesaretini temsil etmektedir. Vazgeçmemenin tersi vazgeçmek, dolayısıyla olduğun gibi kalmaktır; bir şey yapmamaktır... Tembelliktir. Genellikle de tembelliğin sebebi korkudur. Pi korkusunu kendine yaşama enerjisi yapmıştır.

Pi’nin en önemli özelliklerinden biri de şükretmesidir.
Pi: [balık yakaladıktan sonra] “Teşekkürler Tanrı Vişnu. Bir balık kılığında gelip hayatlarımızı kurtardığın için sana minnettarım.” derken o durumda bile şükretmeyi ve Tanrı ile konuşmayı ihmal etmez. 
Pi ‘inanç’ı birçok odası olan bir eve benzetir. İnancını da ona şüphe ederek güçlü tutar. İnancı başına gelen olaylarla test edilmektedir...



Film 3-Boyut için ideal. Kullanılan tekniklerle Ang Lee harika kareler yaratmış... Hayalgücü ve teknolojinin buluşmasına şahit oluyorsunuz. Okyanusdaki yaşamdan çok şaşırtıcı sahneler izleyenleri bekliyor.



Yönetmen Ang Lee, Sense and Sensibility (1995), The Ice Storm (1997)  da dikkatleri üzerine çekiyor. Hulk ve ona Oscar adaylığı getiren 4 Oscar ödüllü filimi Crouching Tiger, Hidden Dragon ile hem içerik dolu hem de aksiyon filmlerinde ne kadar başarılı olduğunu ispatlar. Nihayet Brokeback Mountain ile de en iyi yönetmen dalında Oscar ödülünü kazanır.

Genç Pi rolündeki Suraj Sharma’nın ilk filmi... Şimdiden bu filmdeki rolü ile Sierra Ödülünü kazanmış. Kendisi ile yapılan röportajda fimlin setinde tam bir aile gibi olduklarını belirtiyor. Sette yaşananları anlatan bir videoda ağlayan Sharma’yı Ang Lee sarılarak teselli etmektedir. Sharma’nın diyaloğu çok olmasa da perfromansı müthiş!




Film yine aynı isimli kitaptan uyarlama. Yazar İspanya doğumlu Kanadalı Yann Martel kendi hayat felsefesi olan bu kitabı yazarken Brazilyalı Moacyr Scliar'ın 1981 yılında yayınladığı Max ve Kediler adlı kitabından ilham almış. 1963 doğumlu Martel’in yedi tane yayınlanmış kitabı bulunuyor.


İşte filmdeki bazı ilginç replikler:
Pi: Mamaji sana ne anlattı? Yazar: İnsanların Tanrı’ya inanmalarını sağlayacak bir hiyaken olduğunu söyledi. 
Pi: [gülerek] O bunu iyi bir yemek için de söyler. 
Pi: [sandalda fırtınaya bakarak] Richard Parker, gelip bunu görmen lazım! Çok güzel! 
Pi: Sanırım, hayatının bütünü, geride bırakmak eylemidir, ancak en çok canını acıtan veda için bir anın olmamasıdır.
Bir uyarı: Bu bir aile filmi değil. Postere bakıp aldanmamak gerekiyor. Küçük çocuklar için sakıncalı...