24 Kasım 2010 Çarşamba

Felsefe - Sokrates


Sokrates bize yol göstererek, iki büyük hataya düşmemizi önlemeye çalışmıştır:
1. Çevremizdekilerin söylediklerini (düşündüklerini) her zaman dinlemek
2. Veya hiç dinlememek...

Bu bizim "azı da çoğu da zarar" atasözünü anımsattırıyor; dengeyi bulmak kolay değil, ancak evrende her partikül hareketli olduğunu ve müthiş bir dengede olduğunu hatırlayacak olursak, doğadan alınacak dersler var...

Çelik fırıl fırıl dönüyor, içi sünger gibi boşluklardan oluşuyor, dağlar hareket ediyor...


Bizler ise, zihnimizi koşullandıran her şeyden bağımsız bir şekilde bakabiliyor muyuz?..

10 Kasım 2010 Çarşamba

Sevmek


Sevmek nedir? Sevginin eyleme dökülmüş hali mi? Sevgi, aşk mıdır? Sevginin en başında, aşk mı var? Evet ise, aşk nedir? Aşk kelimesi, herkesin ağzında sıradanlaşmaya devam etse de, kökeni, aşkın içine düşmek gibi bir anlama gelen "fall in love" kelimesine dayanır. Birbirine aşık olan kadın ile erkek, bir kuyuya düşmüş bir şekilde sevdikleri kişiden başka bir şey görmez olurlar. Ego, belki de ilk defa kendisinden başka biriyle ilgilenmeye başlar...

Aslında, çiftler, birbirlerinin acılarını anladıkları için aşık olmuşlardır. İçlerindeki acılı çocuklar gizliden gizliye anlaşmaya varmıştır. Bu anlaşma, onların sevgiyle yeniden yükselmeleri için bulunmaz bir nimettir. Yeter ki, bu durumun farkına varsınlar ve içlerindeki sevgiye muhtaç çocukları büyüterek bütün hale gelsinler. Sevgili, bize her yönümüzü yansıtan muhteşem bir aynadır... 

Öte yandan, bu çekim evrimsel açıdan bebek yapmaya elverişli koşulları da sağlar. Böylece nesiller çoğalmaya devam eder. Salgılanan hormonlar gözümüzü kör eder ve ne olursa olsun bu kişi ile beraber olmayı arzularız. Ancak hormonların etkisi bir süre sonra geçer...

Eğer kadın ve erkek, ilişkilerini daha derin yaşamayı seçerlerse, kendileri üzerinde çalışıp yeni bir boyuta geçebilirler. Bu boyutta, o ilk zamandaki aşktan ziyade, sevgi, saygı, anlayış ve ruhani bir cinsellik ortaya çıkmaya başlar. Cinsellik seksin ötesinde, iki bedenin bir olması anlamını taşır; eril ve dişil birdir artık...

Evrende, beynin üretmediği tek duygu olan sevgi, ana ham madde haline gelir. Her parçası ile bütünleşen bir kişi kendini olduğu haliyle sever ve saf sevgi olma yolunda ilerler. Bu onun doğal halidir. Sevgiyi karşılıksız ve doğal bir şekilde yaydıkça sevgili ile bir ve bütün olurlar...

9 Kasım 2010 Salı

Acılar

Acılar, hayatın bir parçası...  
İçimizdeki acıları görmezden gelmek, kaçmak sadece içimizdeki parçanın verdiği mesajı ihmal etmektir. İçimizde oluşmuş bu acı ve keder, bizim için bulunmaz bir fırsat olabilir...
Bir kahvenin pişip lezzetini kazanması gibi olgunlaşır ve olduğumuz kim olduğumuzu hatırlayabiliriz. Nasıl hiç bir hastalığa maruz kalmamış bir bebeğin bağışıklık sistemi gelişmezse, biz de bu zorlu evrelerden geçmezsek, bunların meyvelerini toplayamayız.
Bu çözülmemiş travmalardan hayatta kalmış, kurtulmuş, bu güne gelmişizdir. Ortaya çıkan hayatta kalma parçasının asıl görevi bitmiştir. Ancak onun oluşturduğu konfor alanı yüzünden, bizim o acı ile yüzleşmemizi istemez.


Bu hayatta kalma parçası bize bambaşka kimlikler ile hayatta kalmayı öğretmiştir adeta... Oysa oluşan bu kimlikleri beslemek hiç de kolay değildir. Olmadığımız maskeleri beslemek için devamlı dikkat dağıtıcılara ihtiyaç vardır; para, ün, pozisyon, dedikodu, devamlı başarı peşinde koşmak, takdir ve onay arayışı, futbol taraftarlığı ve bir gruba körü körüne bağlılık, şiddet, adrenalin, yüzeysel ilişkiler, aşırı cinsellik, ev, araba, içki, kumar, yemek, alışveriş gibi...
Bunlar geçici mutluluklar vererek, bizi bir sonraki durağa sürüklerken, büyük bir kısır döngüye sokar; içimizdeki boşluk ise büyümeye devam eder. 
Öncelikle gerçekler ile başlamakta fayda vardır: Yaşanan neyse, o geçmiştedir ve biz bundan sağ kurtulmuşuzdur. Henüz farkına varmasak da, bu olayın bir hediyesi mutlaka vardır. Bu hediyeyi almak için, çözülmemiş meseleleri çözmek gerekiyor. Travma deneyimlerinden biliyoruz ki, yaşanan olayın daha kolay atlatılabilmesi için beyin bazı fonksiyonlarını kapatıyor ve kişi, anıları ve duyguları tam olarak hatırlamıyor. Genellikle bunun farkında bile olmadan yaşıyor. Freud'a göre bilinçaltı, bu yarım kalmış meseleyi tamamlamak için tekrar tekrar benzer durumları hayatımızda çekiyor.


Çözüm ise konuya olan bakış açımızı değiştirmekte yatıyor. Merceğimizin odağını değiştirdiğimizde daha geniş bir açıda, olayın arkasında yatan dinamikleri görmeye başlıyoruz. Ailemize ve atalarımıza olan derin bağlarımızı anlamaya, onlar için yaptığımız şeyleri veya onların yerine taşıdığımız bazı yükleri görüp, dinamikleri keşfettiğimizde hiç bir şeyin kişisel olmadığını, ikinin olmadığını, herkesin birbirine görünmez bağlarla bağlı olduğunu fark ediyoruz...

Bu farkındalık, olanı olduğu gibi kabul etmemizi sağlayarak, bizi özgürleştiriyor...

1 Kasım 2010 Pazartesi

Felsefe

Gurdieff’in en büyük öğrencilerinden biri olan Ouspensky kendi öğrencilerini eğitirken bir konunun üzerinde özellikle duruyormuş. Eğer biri ona “Dün bana demiştin ki...” diye söze başlarsa, onu keser ve şöyle söyle dermiş: “Dün ben seni şöyle anlamıştım...”

Neden böyle söylüyor olabilir? Öncelikle, en yaygın şekilde kullandığımız iletişim metodu kelimeler kullanarak konuşmak ve yazmak...  Her kelimenin anlamı kişiden kişiye değişebileceği gibi, bazı kelimeler ifade ettiği şeye göre çok kısıtlı olabilir veya sadece tarif ediyor olabilir. Orman dediğimizde, aslında ortada orman diye bir nesne yoktur. Bir çok ağacın beraberce yer aldığını kastederiz. Soyut kavramlar ise daha da karmaşıktır: Algılarımıza ve kültürümüze göre değişir... Hatta bazen kelimeler bazı dillerde varken, bazı dillerde karşılığı bile olmayabilir.


Kelimelerin anlam ve kısıtlamasının ötesinde diğer önemli konu ise, insanın okuduğunu veya dinlediğini kendi perspektifi ile algılaması. Zihnimizdeki filtreler, kalıplar, dirençler ve inançların ışığında bakarız genellikle. Zihin bir parça dinginse, algılarımız ve sezgilerimiz devreye girer... O an, neyi anlamamızın gerekiyorsa onu anlarız. Bu da anlayışımızda bir değişime yol açar.

Bu sebeple, belki bu kitaptaki bir çok cümle size tekrar gibi gelebilir veya tam tersi tekrar olan kelime veya cümleler bile size ilk defa görüyormuşsunuz gibi hissettirebilir. Ve kitabı ikinci kez okuduğunuzda, daha önce hiç okumamış gibi olduğunuzu düşünebilirsiniz. Altını çizerek ve notlar alarak okumak, tekrar okuduğunuzda işinize yarayabilir. Aradaki benzerlik ve farklar anlayışınız için faydalı olacaktır...

Felsefe sözcüğü hepimiz biliriz. Hatta sık sık kullanırız: “Felsefe yapma bana” gibi... Oysa, bu kelimenin anlamını biliyor muyuz? Kökenini inceledik mi? Türk Dil Kurumuna baktığımızda, “Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması, görüş, düşünüş...” gibi açıklamalar yer alır. Bu açıklamanın detayına girmeden görülüyor ki, felsefeyi, fikir ve düşünce ile fazlaca özdeşleştiririz.

Felsefe kelimesinin İngilizce karşılığı olan “Philosophy” kelimesi ise Yunanca “Philosophia” dan geliyor. Bunu da detaylı araştırınca görüyoruz ki , anlam tam olarak Bilgelik Sevgisi (Love of Wisdom). Bilgelik ve bilgi ayrı kavramlar. Bilgi, dışarıdan ve kendi deneyimlerimiz sayesinde elde edilirken, bilgeliğin kaynağı ise sezgilerimiz ve daha derinden gelen bir kaynak. Bu, hiç eğitim almamış köylü kadınının veya bir kabile hayatı yaşayan insanlarda olan bilgelik... Einstein’ın belirtiği gibi, “Keşiflerin zeka ile bir ilgisi yoktur; bilinçte bir eşik atlanır ve nasıl olduğunu anlamadan keşif gerçekleşir... Buna, sezgi diyebiliriz.”


Bu bilgeliğin ortaya çıkması için zihnin dingin olması gerekiyor. Lakin, zihin ya geçmişle ilgili düşünceler üretir ya da gelecekle ilgili hayal kurar, varsayımda bulunur. Öğrenmeye açık bir zihin için dikkat şarttır. Nasıl sevdiğiniz bir şeyi yaparken, tüm dikkatiniz o şeyin üzerindedir, aynen bu şekildeki bir dikkattir bu... Karşıdan hiç bir şey yapmıyor ve düşünüyor gibi gözükebilirsiniz. Belki ilk bilgelerin, filozoflar yanlış anlaşılmasının sebebi budur... Biz onları düşünüyor sandığımız için, “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen bir insanlık yarattık. Son yüzyılların en büyük problemi olan, düşünceyi...

İşte tam bu noktada, zihninizi gözlemleyin. Şu ana kadar okuduklarınıza karşı olacak iki klasik tepki vardır: (1) “Ya, evet adam doğru söylüyor, gerçekten öyle”, (2) Hadi canım, bu safsata da nedir?”... Evet, zihin ya hemen onaylamak ve kendini bu onay ile o gruba, fikre ait olmak ister, ya da tepki göstererek, kendi mevcut fikir ve görüşlerini korumak ister. Yapısı ve amacı itibariyle ikinci seçenek daha muhtemeldir. Zihin için kendi düşüncelerinin, inanç kalıplarının dışındaki herhangi bir fikir, tehdittir. Haklı olduğunda da beyin testesteron hormonu salgılar ve kendimizi daha güçlü hissederiz. Bu hormon türü, erkek beyninde daha yoğun  bulunduğundan, erkek beyni için “haklı olmak” ve yeni fikirlere kapalı olmak daha yaygın görülebilir.

Erkekler olarak, bu konudan çok fazla rahatsız olmamıza da gerek yoktur, çünkü beyin, sadece bedenin bir organıdır. Onu gözlemlediğimizde, o olmadığımızı görebiliriz... O olmadığımızı fark ettiğimizde ise, o sakinleşmeye ve dinginleşmeye başlar. Artık tüm dikkatimizle okumaya başlayabilir bir hale geliriz...