29 Aralık 2020 Salı

Bir Başkadır

Bir başkadır benim memleketim. Memleketimiz insanlarına genel bir bakış atan ilginç bir dizi.

Ülkemiz değişik yelpazeleri barından renkli bir toplum olmuşsa da son zamanlarda siyah-beyaz gibi keskin ayrımlar daha fazla görünür hale geldi. Başını örtenler ve örtmeyenler, sadece pozitif bilimlere inananlar ve sadece hacı-hocaya inananlar, okuyamadan kendine bir dünya kuranlar ve fazla okumaktan dünyayla bağ kuramayanlar… 

Tüm bu kutuplaşmalara yer verilen dizinin kahramanlarının ardında psikolojik olaylar yatmakta. İçinden kolay kolay çıkamayacakları üçgenler mevcut: Kurtarıcı-Kurban-Fail üçgeni gibi.

Meryem

Abisi ve yengesinin yanında yaşayan Meryem, ayılmalara bayılmalara başlayınca kendini psikolog Peri’nin yanında bulur. Gayet zeki bir kız olan Meryem, Peri’nin bazı taktiklerini eleştirmekten de kendini alamaz. Tüm bu modern yaşamın sahte kimlik ve iletişiminin yanında içtenlikle iletişim kurmaya çalışan biridir.

Peri

Zengin ve kültürlü bir ailenin kızı Peri, okulların dışında tatillerini yurt dışında geçirerek ülkesinin insanlarından bir parça uzak kalmıştır. Annesinin oldukça baskın olduğu aile yapısında, ilişki kurmakta zorlanır. Can simidi gibi sarıldığı birkaç spritüel araç da ona tam anlamıyla çözüm değildir. Tüm bu durumdan ebeveynlerini sorumlu tutarken, Danışmanı Merve onu zorlamaktadır. Scott Peck’in dediği gibi ‘Her psikolog önce kendi üzerinde çalışmalıdır.’ Peri seanslarına süpervizyon veren meslektaşı Gülbin’e açılır ancak yüzleşmesi gereken konulardan kaçar durur. Onu çileden çıkartan en temel konulardan biri başörtüsüdür.

Gülbin

Peri’ye süpervizörlük yapan Gülbin’in yaşantısı ailesinin tam tersidir. Kürt asıllı aile, doğudan belli bir mal varlığı ile gelmiş dini bütün bir ailedir. O da kendi ailesini reddetmektedir, tamamen sessiz olan babasının yerini sanki ablası almıştır. Her türlü küfür ve eleştiriyi yapan ablası sonrasında Allah’a sığınmaktadır. Gülbin’in özel yaşamı da iyi değildir. Kendi tabiriyle takıldığı erkek arkadaşını başka bir kadınla yakalar: Melisa.

Melisa

Melisa ‘total’i hedefleyen bir dizide oynamaktadır Halkın göreceli olarak daha fakir kısmına hitap eden diziyi eleştirirken, takipçi sayısının artışından ve kendinden fotoğraf isteyen insanlardan içten içe memnundur. Gülbin onu Sinan ile yakaladığında sinirlenmez bile…

Sinan

Sinan cinsellik bağımlısıdır. Spora gider ve her gece bir kadını evine atmak için sistematik bir şekilde çalışır. Oysa onun da ardında bir aile dinamiği yatmaktadır. Babası vefat etmiş olan Sinan’ın annesi, tipik bir şekilde ona sitem ederken hala onu küçük oğlu gibi görür. Babasından alamamış adamlarla annesinden alamamış kadınların dansıdır bu. Sinan’ın tek devamlı ziyaretçisi temizliğe gelen Meryem’dir.

Ruhiye

Ruhiye, Meryem’in yengesidir. Son derece donuk olan Ruhiye’yi hiç konuşmayan oğlu takip eder. Ruhiye kurbandır, kocası ise kurtarıcı. Onu olduğu gibi sahiplenen, gerektiğinde fiziksel gücünü ortaya koyan ancak sabrının son noktasına gelmiş biri.

Oysa Rukiye’nin donup kalmasının ardında bir çocukluk travması vardır. Hesaplaşma olmadığı sürece iyileşmeden bu yara için geçmişe dönmek kaçınılmazdır. Kurbanın fail, failin kurbana döneceği an yakındır… 

Hayrunnisa

Babası hoca efendi, annesi ise sessiz bir ev kadını. Oysa kendisi hiç de bu dünyaya ait değilmiş gibi. Onları seviyor sevmesine ancak ne ailesi ne de mahallesi ona yakın gelmiyor… O da diğerleri gibi atalarından gelen kaderin görünmez etkileri ile oradan oraya yalpalıyor. Onu da bu durumdan kurtarmak isteyen biri var: Meryem’in abisi Yasin.

Yasin

Yasin’in ailesine veya geçmişine dair fazla bir bilgi yok. Ancak kurtarıcı ve koruma rolü ortada. Hem eşinin problemlerine rağmen onu seçmiş hem de kardeşine bakıyor. Eşinin ruhen başka bir yerde olması onun gözünü başkasına kaydırmış gibi. Oysa o hala karısının iyileşmesini, çocuğunun konuşmasını arzuluyor.

Tüm bu çabaları sonuç vermeyince ortaya çıkan duygular ise öfke ve sonunda çaresizlik. Çözümü ise yüceleştirdiği hocada arıyor: Ali Sadi Hoca’da…

Ali Sadi Hoca

Hocanın hayatı Allah ve onun yardımını isteyen müridlerinden ibaret. Her şeye, herkese bir çift sözü, çözümü olan hocanın, kendi hayatının varlığını ancak eşinin vefatı ile idrak ediyor. Kızının da Konya’ya dönme kararı onu derindeki yalnız çocukla baş başa bırakıyor.

İşte bir başkadır bizim insanımız…

Herkes başkalarına kalbinde bir yer açtığında hem dış dünyamızda hem de iç dünyamızda tüm ayrımlar, kutuplaşmalar sona erecek.

Bir biz var, bizden içeri” diyeceğiz…

26 Aralık 2020 Cumartesi

Where We Belong

Hocaya sormuşlar; ‘Biz evleniyoruz, ancak hangimizin ülkesinde yaşayacağımıza karar veremiyoruz. Bize yardımcı olur musun?’ Hoca demiş ki, ‘Hanginiz ülkesini daha çok seviyorsa öbürünün ülkesinde yaşayın.’ Demek oluyor ki ülkemizle ne kadar barışıksak, dilediğimiz yerde yaşayabiliriz. Ülkemizden ne kadar nefret ediyorsak, ne kadar reddediyorsak, başka bir yerde yaşama şansımızı da o kadar tepiyoruz. Bu durum hayatımızın tüm alanlarında geçerliliğini koruyor. Ailemizi, bir kişiyi, kendimizi, kendimizin bir yanını reddediyorsak o durum hep karşımıza çıkıp duruyor.

Nereye aidiz diye çevirebileceğimiz film Where We Belong’un kahramanı Tayland’lı ergen kızın hayali Finlandiya’ya gitmek için burs kazanmaktır. Babasının erişte dükkanında erişte pişirmekte, diğer bir yandan İngilizce kursuna gitmektedir. Ergenlikle başlayan kimlik arayışında babasıyla yaşadığı iletişimsizlik arkadaşlarıyla da başak bir boyutta ortaya çıkar. Çocukluğumuzda yaşadığımız olaylar bağlanma modellerini belirler. Her iki ebeveynle kurduğumuz farklı ilişki farklı bağlanma modellerini de beraberinde getirebilir. Dolayısıyla içimizde oluşturduğumuz parçalar farklı davranır. Arkadaşlarımıza güvenle bağlanırken, romantik ilişkimizde kaçıngan bir tavır sergileyebiliriz.

Baş roldeki Sue’nun çocukluğuna bakınca neler görüyoruz? Annesinin erken kaybından sonra evin annesi gibi babasına her konuda yardım eden Sue, babasının muhtemel depresyonundan dolayı onunla fazla bir bağ kuramıyor. Dolayısıyla Sue, kaçıngan bir bağlanma modeli gösteriyor. En iyi arkadaşı Belle ile bile belli bir yere kadar yakınlaşabiliyor. Belle ise onun kurtarıcısı gibi; devamlı kendini arkadaşını savunurken ve koşulsuz bir şekilde onu desteklerken bunuluyor.

Sue tüm bunlardan bıkmış ve çözümü Finlandiya’ya gitmekte arıyor. İçindeki yaraların ya farkında değil ya da onlarla yüzleşmek ona çok zor ve acılı geliyor. Çocukluğunda yaşana erozyon ergenlikle kasırgalara yol açıyor. Oysa her zaman bir destek vardır ve destek ona hiç beklemediği bir yerden geliyor...

13 Aralık 2020 Pazar

David Attenborough: A Life on Our Planet


1937’de sadece 2.3 milyar olan insan nüfusu, 2020 yılında 7.8 milyar olurken, havadaki karbon oranı %48 artar ve doğal alanlar %100 düşerek sadece %35’e geriler.

'Matriks' filminde Ajan Smith insanın yayılışını şöyle tarif eder:

“…anladım ki sizler aslında memeliler sınıfına dahil değilsiniz. Bu gezegendeki tüm memeliler, yaşadıkları çevre ile içgüdüsel olarak bir denge kuruyorlar. Ama siz insanlar öyle değilsiniz. Bir bölgeye yerleşiyorsunuz ve çoğalıyorsunuz, tüm doğal kaynakları tüketene kadar çoğalıyorsunuz. Canlı kalabilmenizin tek yolu başka bir bölgeye yayılmak. Bu gezegende bu şekilde yaşamını sürdüren bir organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musunuz? Virüsler. İnsanlar hastalıktır. Bu gezegenin kanserleri. Sizler vebasınız.”

Kabul etmesi zor ancak insanın, bir memeli olarak yaşadığı dönemler yaklaşık 50,000 yıl önce Tarım Devrimi ile yavaş yavaş sona ermiş. Biriktirmek hayatta kalmanın yerine elimizdeki tutmak ve daha fazlasını elde etmek için çalışan zihinler oluşturdu. Daha fazla güvenlik ve daha fazla üretmek kısır döngü gibi devam ederken, artan güvenlik sayesinde nüfus artışı uçarak tavan yaptı. Sıcak savaşların yerine soğuk savaşlar ve sinsi politikalar alınca iş başkalarını öldürmek yerine başkalarını sömürmeye dönüştü. Gelirin son derece adaletsiz dağılımı tüketimi körüklerken dünyada çevresel sıkıntılar baş göstermeye başladı.


Doğa dostu David Attenborough yaptığı belgeselde hayat boyu edindiği bilgileri paylaşıyor ve durumun vahim olduğunu belirtiyor. Konuşmak, gösteri yapmak yerine bir an önce harekete geçilmesi gerekiyor. Sadece örgütler veya devletlerin değil bireylerin harekete geçmesi şart. Her mum kendini aydınlattığı gibi yakın çevresini de aydınlatabilir. Detaylıca araştırmak belli herkesin harcı değil ancak çok basit üç madde bize büyük nefes aldırır.

1. Tüketmemek: Hiç bir şeyi fazla almamak; özellikle paketli ürünlerden, içeriğinde plastik, ağaç-kağıt, hayvanlar bulunan ürünler. a) Her konuda minimalist yaşamak, daha detaylar için minimalizmle ilgili yazıyı okuyabilirsiniz

2. Fazla Doğurmamak: Her çiftin iki çocuğu olsa teorik olarak dünya nüfusu sabit kalırdı. Demek ki ölüm oranından çok fazla bir şekilde doğum oranı var. Çoğalıp kendi türünü, inancını, hükümdarlığını büyütmeye çalışan zihin, zaten insanlığın sonunu getirecek.

3. Farkındalık: Zihinsel olarak düşülen ikilemin farkına varmak ve her bireyin kendi yapacağı yolculuk ile içsel çatışmalarının farkına varması; iç huzuru dış huzuru getirecek dolayısıyla dışarısı ile uyumlu bir şekilde yaşamaya başlayabileceğiz. Elbette farkındalık bilgiyi de içerir. Çevremize duyarlı olarak ve uyanık olarak yaşamak gereksiz yere kaynak kullanımını ve çevreyi kirletmeyi engelleyecektir.

Bu üç faktör bize az da olsa nefes aldırır; yoksa yok olacak Dünya değil insanlığın kendisidir. Dünya her şart yeni döngülerle kendini dengeye kavuşacaktır. Tüm bunları hala ciddiye almıyorsak veya ‘bana ne’ diyorsak yeni bir Nuh’un gemisi kapıda demektir. İnsan bu konuda bir şeyler yapıp kaderini değiştirecek güce sahip mi?

Yoksa kaderimize razı olup olanları izleyecek mi?

8 Aralık 2020 Salı

Farkındalık

Son zamanlarda çoğumuzun ağzına sakız olmuş sözcüklerin başında yer alıyor ‘farkındalık’ kelimesi. Hatta ‘Farkındalığınız pek yüksek’ gibi söylemlere de rastlamak mümkün. Pek çok yeni kelimede olduğu gibi bu kelime de tam olarak özümsenmeden günlük konuşma dilimize giriveriyor. Oysa bu kelime yabancı bir kelime değil. İngilizce ‘Awareness’ sözcüğünün Türkçe karşılığı… Fiil hali, fark etmek. Dolayısıyla iş, fark etmek ile başlıyor. Farkındalık, fark etmek ile oluşuyor. O zaman neyi fark etmemiz gerekir? 

Neyi Fark Edeceğiz?

Her şeyin kökeni zihnimiz…

Zihin yüzbinlerce yıldır bizi hayatta tutmaya çalışırken, beynimizi en verimli – yani en az enerji harcayarak – kullanmanın yollarını keşfetmiştir.

86 milyar nöron barındıran bu muazzam ağ, bedene giren oksijenin yaklaşık %20’sini harcar. Bu sebeple her dakika bilinçli bir şekilde düşünmek ve karar vererek son derece masraflıdır. Zihin geçmişten gelen bilgi ve deneyimler ile bize otomatik düşünce ve davranış kalıpları yaratarak fazla enerji tüketimini engeller.

Tüm bu otomatik pilot, bir süre sonra hayatımıza yön vermeye ve temel düşünce şeklimizi ve alışkanlıklarımızı belirler. Her şeyi kendi çerçevemizden görmeye başlarız. Bu filtreleme sistemine ‘Dar-görüşlülük’ diyebilirsiniz. Bu sistemi besleyen bilgi ve deneyimler önce ailemizden sonra da içerisinde yaşadığımız topluluklardan gelir. İçgüdüsel olarak bu topluluklara ait hissetmek isteriz. Bunun da temelinde hayatta kalmak vardır.

Öyleyse ilk adım bu oto-pilot sistemi fark etmektir, sorgulamaktır. Durmak ve izlemektir. Fiziksel olarak duramasak da, içsel olarak bir adım geriye çekilip zihni gözlemlemek - ki bu meditasyondur. Zihnin nasıl başka fikirleri kendine tehdit olarak gördüğünü ve mevcut düşünce yapısına nasıl sadık olduğunu fark etmek, farkındalığın en önemli adımıdır. Bebekken zincirlenen ve büyüdüğünde ayağında bir zincir olmamasına rağmen bir yere gidemeyen fil gibi, biz de zincirlerimizi fark ettiğimizde artık adım atmaya, gönlümüzün götürdüğü yere gitmeye ve gönülden gelenle fark yaratmaya başlayabiliriz. 

Ben Kimim?

Sessiz bir şekilde gözlemleme bizi bambaşka bir bakış açısına götürür. Her durumun, olayın, kişinin ardında olana bakmaya ve anlamaya yol açar. Bu durum, bir araştırmacı gibi her şeyi kurcalamanın ötesinde bize derin anlayış sağlar. Evrendeki hiç durmadan hareket halinde olan ve birbirini etkileyen sistemleri fark ederiz.

Hiçbir şeyin kişisel olmadığını gördüğümüzde hayatın bu derin anlayışı ile uyumlu hale geliriz. Büyük bir sistemin bir parçası olduğumuzu kavramak bize güç verir. Sınırlı da olsa içerisinde bulunduğumuz sistemde özgür irademizi keşfederiz. Savaşlar biter, uyum sağlama güdüsü, bir şey olma zorunluluğu, bir şey başarma arzusu kaybolur.

Sadece nihai bir soru kalır geriye: Ben kimim?