Yolun yarısı dedikleri noktayı geçeli epey olmuştu. Ne kadar
da çabuk geçiyordu vakit? Bir dakikalık bir videoyu bile sabırla izlemekte
zorlanırken, yılların geçmiş olduğuna inanmak zor geliyordu. Döndü baktı
çocukluluğa. Neredeyse herkes 5 yaşından öncesini pek hatırlamıyordu. O yıllar
kayıptı sanki. Düşündü kendi kendine, “hatırlamadığımız
yıllar yaşanmamış sayılır mıydı?”... Geçen hafta aynı gün hakkında neler
hatırlıyordu? Zorladı kendini. Bir görüşmeye gittiğini hatırladı. Vapura
bindiğini. Ne yediğini hatırlayamadı. Koskoca bir günden hatırladıkları sadece
bir-iki saati doldurdu. Kaldı ki bu sadece geçen haftaydı. O geçen yılları
düşününce sadece ve sadece aşırı yoğun duygu yüklü anları hatırladığını fark
etti. Ne tuhaftı?
Devamlı geçmişte yaşadıklarını anlatan anneannesi geldi
aklına. Bozuk bir plak gibi devamlı aynı olayları anlatıp duruyordu. Belki de
unutmamak içindi bu tekrar. Dedesi sık sık araya girer, “Senin anlattığın gibi olmadı” derdi. Hangisi doğru söylüyordu? Daha
sonra okuduğu bir kitapta hafızanın – hikayesel hafızanın – anılar her
hatırlandığında değiştiğini öğrendi. Yaşadığımız hayatı parçık purçuk
hatırlarken bir de bu anıları az da olsa değiştiren bir organa sahip olduğumuz
gerçeği durumu daha da tuhaflaştırıyordu.
Yeniden döndü çocukluğuna... En çok balıklara yem atmayı,
koşmayı, oyuncakları ile oynamayı seviyordu. Okul başlamadan önceki en büyük
yaşının kıymetini ta o zamanlar biliyordu. İçten içe havuç devrinin başlayacağını biliyordu sanki. Önce derslerde başarı
olması gerekiyordu. Sonra iyi bir üniversite, son iyi bir iş, sonra alacağı
terfi, sonra sıra evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya gelmişti... Tüm havuçları
tek tek topluyordu. Ancak iş aile kurmaya gelince duruyordu. O konuda kendini
hazır hissetmiyordu. Bu yaşına rağmen hala bekar bir kaç arkadaşını buluyor
çapkınlık yapıp, video oyunları oynamaya bayılıyordu.
Topladığı havuçlar – yani ödüller – da onu tatmin etmiyordu.
Son kullanma tarihleri pek kısaydı bu ödüllerin. Giderek de azalıyordu. Daha da
yıpratıcı oluyordu. Değerlerini hiç saymaya başlamıştı. Rekabet içerisinde
olduğu ortama, diğer insanlara yabancılaşmaya başlamıştı. Kendi dediği bu anılar ve özellikler yığını içini sıkıyordu artık. Yapmak
istediklerini yapamıyor, yapmak istemediği davranışları da yaparken buluyordu
kendini. Zihninin nadiren sessizleştiği anlarda geriye tek bir soru kalıyordu:
“Ben kimim?”

İlginç bir şekilde çocukluğu aklına geliyordu yine.
Babasının hiç olmadığı, ablasının ona kötü davrandığı anlar. Tek sıcak duygusu
annesine sarıldığı anlardı. Onun yanında kalıp oyun oynadığı o keyifli
hatıralar... Belki de tüm sıkıntıların kaynağı çok daha derindeydi. Freud’un takıntılı olduğu insanın
çocukluk dönemi onun da hayatını etkilemeye devam ediyor olabilir miydi?
Gittiği bir çalışmada, bir erkeğin erkek olabilmesi için babasına ihtiyacı
olduğunu duymuştu. Evet bedenin bir babası vardı, ancak devamlı seyahat eden ve
geldiğinde de sanki orada başka bir yerdeymiş gibi oturan bir babası olmuştu.
Kızıyordu bunları düşündükçe. Ancak öfkesi uzun sürmedi. Babası da kötü bir
insan sayılmazdı. Göçmen bir anne ve babadan dünyaya gelmiş, babasını erken
yaşta kaybetmişti. Belki de seyahat etmesi ve sanki devamlı birinin ardından
bakıyormuş gibi uzaklara bakmasının sebebi kendi kaderiydi.
Babasının kaderini görmeye başladıkça onu anlamaya başladı.
Sanki sihirli bir şey oluyordu. Onu daha çok hissetmeye, hiç tanımadığı
dedesini ve hatta daha gerisindeki babaları görüyordu. Birden içinde ona yabancı bir güç belirmeye başladı. Gözlerini
kapattı ve hepsine sarıldı. Sanki hepsi bambaşka bir diyardaydı. Hiç gitmese de
anladı birden; burası göç edilen topraklardı... Ana-vatan, tüm bu insanlar,
hepsi birbirine bir şekilde bağlıydı.
Günler geçmeye başladı. Hayattan keyif alıyordu. Havuçlar
umurunda değildi artık; anılar da... Hatıra biriktirmek yerine yolun tadını
çıkarmaya başladı. Ona çocuk gibi davranan müdürü ile yola çoktan ayrılmıştı.
Artık düzenli ilişkisi de vardı. Her şey toz pembe değildi elbet, ancak içinde
kalıcı bir huzur hissediyordu. Ona bir hocasının söylediği geldi aklına:
“Bilmediklerimizin
kölesi, bildiklerimizin efendisiyiz.”