21 Mart 2019 Perşembe

Psycho


“Bir oğlanın en iyi arkadaşı annesidir.”
Hayata geldiğinde her bebek anneye bağımlıdır. Anne Tanrı gibidir. Bebek kendisini annesi ile aynı beden sahip olduğunu düşünür. Büyüdükçe farklı bir birey olduğunu kavrar ve daha sonraları kendine bir kişilik oluşturur. Yaşadıklarıyla bu kişilik katmanlı bir şekilde gelişir. Ebeveynlerinin onayladıkları davranışların üzerine otorite ve toplum değer yargıları eklenir. Onaylanmayan yönleri derinlere gömülür. Derinlere attığımız gölge taraf onun peşini bırakmaz. Özellikle de içimizde ayrı birer kişilik gibi hareket etmeye başlayan parçalar. Bu parçalar travmatik bir olaydaki anda donup kalmış olabilir. En güçlü parçalar ise en eski parçalardır. Çocukluk zamanlarında olan olaylar bu yüzden daha önemli olabilir. 

The Psycho, sadece basit bir korku filmi değildir. Filmin genelinde zihnin bölünmelerini, gölgeleri ve zıtlıkları yansıtan bir film. Filmin bir çok karesinde ayna veya cam da oyuncuların yansıması ve duvarlarda net gölgeler belirir. Kendi çocukluğunda Katolik bir anne ve baba tarafından sık sık cezalandırılan ve genelde yalnız bir çocuk olan dahi yönetmen Hitchcock, Psycho romanı ile hemen etkilenir.


Filmin başrol oyuncusu Marion, son derece dürüst ve ailesine itaat etmek etmek isteyen bir kadın portresi çizerken yaşadığı uygunsuz ilişki ve sonrasında yaptığı hırsızlık ile zıtlaşan yönleri ortaya çıkar. Yolda onu durduran polis, onun karşı gelmek istediği otoriteyi temsil eder. Otelde karşılaştığı Norman ise onun hayatının tam ters gibidir... Yani Gölgesi. İki birbirinin gölgesi gibidir. Herkesin içinde bir Norman ve bir Marion olabilir. Bastırılan her yön mutlaka karşımıza çıkar. Diğer insanlar ve olaylar bize hatırlatmaya devam eder.

Öte yandan Norman’ın durumu oldukça vahimdir. Norman yıllar önce kaybettiği annesini garip bir şekilde içinde yaşatır. İçindeki parça annesine tehdit olan her kadını yok eder...

“Beni kandırmış olabilir ancak annemi kandıramadı.”

19 Mart 2019 Salı

Bilmediklerinin Kölesiydi


Yolun yarısı dedikleri noktayı geçeli epey olmuştu. Ne kadar da çabuk geçiyordu vakit? Bir dakikalık bir videoyu bile sabırla izlemekte zorlanırken, yılların geçmiş olduğuna inanmak zor geliyordu. Döndü baktı çocukluluğa. Neredeyse herkes 5 yaşından öncesini pek hatırlamıyordu. O yıllar kayıptı sanki. Düşündü kendi kendine, “hatırlamadığımız yıllar yaşanmamış sayılır mıydı?”... Geçen hafta aynı gün hakkında neler hatırlıyordu? Zorladı kendini. Bir görüşmeye gittiğini hatırladı. Vapura bindiğini. Ne yediğini hatırlayamadı. Koskoca bir günden hatırladıkları sadece bir-iki saati doldurdu. Kaldı ki bu sadece geçen haftaydı. O geçen yılları düşününce sadece ve sadece aşırı yoğun duygu yüklü anları hatırladığını fark etti. Ne tuhaftı?

Devamlı geçmişte yaşadıklarını anlatan anneannesi geldi aklına. Bozuk bir plak gibi devamlı aynı olayları anlatıp duruyordu. Belki de unutmamak içindi bu tekrar. Dedesi sık sık araya girer, “Senin anlattığın gibi olmadı” derdi. Hangisi doğru söylüyordu? Daha sonra okuduğu bir kitapta hafızanın – hikayesel hafızanın – anılar her hatırlandığında değiştiğini öğrendi. Yaşadığımız hayatı parçık purçuk hatırlarken bir de bu anıları az da olsa değiştiren bir organa sahip olduğumuz gerçeği durumu daha da tuhaflaştırıyordu.

Yeniden döndü çocukluğuna... En çok balıklara yem atmayı, koşmayı, oyuncakları ile oynamayı seviyordu. Okul başlamadan önceki en büyük yaşının kıymetini ta o zamanlar biliyordu. İçten içe havuç devrinin başlayacağını biliyordu sanki. Önce derslerde başarı olması gerekiyordu. Sonra iyi bir üniversite, son iyi bir iş, sonra alacağı terfi, sonra sıra evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya gelmişti... Tüm havuçları tek tek topluyordu. Ancak iş aile kurmaya gelince duruyordu. O konuda kendini hazır hissetmiyordu. Bu yaşına rağmen hala bekar bir kaç arkadaşını buluyor çapkınlık yapıp, video oyunları oynamaya bayılıyordu.

Topladığı havuçlar – yani ödüller – da onu tatmin etmiyordu. Son kullanma tarihleri pek kısaydı bu ödüllerin. Giderek de azalıyordu. Daha da yıpratıcı oluyordu. Değerlerini hiç saymaya başlamıştı. Rekabet içerisinde olduğu ortama, diğer insanlara yabancılaşmaya başlamıştı. Kendi dediği bu anılar ve özellikler yığını içini sıkıyordu artık. Yapmak istediklerini yapamıyor, yapmak istemediği davranışları da yaparken buluyordu kendini. Zihninin nadiren sessizleştiği anlarda geriye tek bir soru kalıyordu: “Ben kimim?”


İlginç bir şekilde çocukluğu aklına geliyordu yine. Babasının hiç olmadığı, ablasının ona kötü davrandığı anlar. Tek sıcak duygusu annesine sarıldığı anlardı. Onun yanında kalıp oyun oynadığı o keyifli hatıralar... Belki de tüm sıkıntıların kaynağı çok daha derindeydi. Freud’un takıntılı olduğu insanın çocukluk dönemi onun da hayatını etkilemeye devam ediyor olabilir miydi? Gittiği bir çalışmada, bir erkeğin erkek olabilmesi için babasına ihtiyacı olduğunu duymuştu. Evet bedenin bir babası vardı, ancak devamlı seyahat eden ve geldiğinde de sanki orada başka bir yerdeymiş gibi oturan bir babası olmuştu. Kızıyordu bunları düşündükçe. Ancak öfkesi uzun sürmedi. Babası da kötü bir insan sayılmazdı. Göçmen bir anne ve babadan dünyaya gelmiş, babasını erken yaşta kaybetmişti. Belki de seyahat etmesi ve sanki devamlı birinin ardından bakıyormuş gibi uzaklara bakmasının sebebi kendi kaderiydi.

Babasının kaderini görmeye başladıkça onu anlamaya başladı. Sanki sihirli bir şey oluyordu. Onu daha çok hissetmeye, hiç tanımadığı dedesini ve hatta daha gerisindeki babaları görüyordu. Birden içinde  ona yabancı bir güç belirmeye başladı. Gözlerini kapattı ve hepsine sarıldı. Sanki hepsi bambaşka bir diyardaydı. Hiç gitmese de anladı birden; burası göç edilen topraklardı... Ana-vatan, tüm bu insanlar, hepsi birbirine bir şekilde bağlıydı.

Günler geçmeye başladı. Hayattan keyif alıyordu. Havuçlar umurunda değildi artık; anılar da... Hatıra biriktirmek yerine yolun tadını çıkarmaya başladı. Ona çocuk gibi davranan müdürü ile yola çoktan ayrılmıştı. Artık düzenli ilişkisi de vardı. Her şey toz pembe değildi elbet, ancak içinde kalıcı bir huzur hissediyordu. Ona bir hocasının söylediği geldi aklına:
“Bilmediklerimizin kölesi, bildiklerimizin efendisiyiz.”