27 Eylül 2013 Cuma

Beynin Gizli Hayatı


“Kafamın içinde biri var ama o ben değilim.”
Pink Floyd


Incognito, Türkçeye çevisi "Beynin Gizli Hayatı" kitap beynimizi analiz eden, güzel örnekleri olan ama talihsiz yorumlarıyla insanı şaşırtan bir kitap olarak ortada duruyor. İşte kitabın ana hatlarına ve insanı düşündüren kısımları:

Birçok davranış ve duygumuzun kaynağı bilinçaltımızdır.
Beynin görevi bilgi toplamak, vücudu hareket ettirmek ve davranışları kontrol etmek. Kitapta belirtilmeyen bir yönü de özellikle gözümüzün maruz kaldığı veri bombardımanını filtrelemek, gerekli olanları hatırlamak, ve daha sonra yeni anıları için eski hatıraları silmek... Bu beynin kitlenmesini önler.

Bilinçaltımız hayatımızın genelini yönlendiriyor, otopilot gibi... Özellikle ustalaştığımız etkinlikleri ‘bilinç’ devre dışı kaldığında yapabiliriz. Tenis gibi sporlarda top o kadar hızlı gelir ki, bilinçli bir şekilde vurmak imkansız gibidir. Düşünecek ve karar verecek bir süre yoktur.

Gözlem yeteniğimiz de oldukça yanıltıcı olabilir. İllüzyon gibi algılanan birçok görseli olduğundan farklı algılarız. Ayrıca zihnin kendine has bir ‘varsayım’ hastalığı vardır. Belirsizliği sevmeyen zihin, gelecekle ilgili, göremedikleri veya hatırlayamadıkları ile ilgili ‘boşluk’ları doldurur.

Özellikle odaklanmadığı kısımları... Aynı yerde, aynı olayı yaşayan insanlar olayları farklı şekilde hatırlar. Mahkemelerdeki şahitlerin gerçeği büyük bir oranla yanılttıkları ispatlanmış durumda.

Dolayısıyla zihin sadece ‘öğrenmesi gerektiği kısım’ ile ilgilenir. Bunun yanısıra zihin bilgi ve deneyimlerine göre algılar ve düşünür.



Bir küpün iki boyutlu çiziminde küpün derinliğini iki farklı şekilde algılayabilir. Ama iki seçeneği aynı anda göremez. Ancak gerçek sadece iki boyutlu bir zeminde çizgilerdir.
Kitabın içeriğinde atlanan bir diğer konu da şudur:
Deneyim ve bilgi ‘geçmiş’ kaynaklıdır... Öğrenme ise şimdi gerçekleşir. Bu sebeple yeni bir şey öğrenmek için açık bir zihin şarttır.
Amerika’daki yerliler ilk defa gemileri ile gelen kaşiflerin gemilerini görememişler ve onları gökten inen ruhani insanlar zannetmiştir. Çok uzun zaman kör olan kişi yıllar sonra geçirdiği ameliyattan sonra, gözleri çalışmasına rağmen, görmekte zorlanmıştır. Görme işleme zihin tarafından gerçekleşir.

Diğer bir örnekte ise, sağ tarafı tamamen felç olmuş bir kişi her iki gözünü de kapattığını düşünür. Sağ göz kapağı çalışmaz, göz görmeye devam eder ama kişi bunu algılamaz. O her iki gözünün de kapalı olduğunu söylemektedir. Sağ gözüne gösterilen parmak sayısı sorulduğunda doğru cevap veren kişi, cevabı nasıl bildiği anlamamaktadır. Göz görür, veri beyne gider ama zihin hala gözün kapalı olduğuna inanmaktadır.

Görsel veriler ise duyduklarımıza göre daha belirleyicidir. Venrilog’un sesi kişinin kendinden çıkmasına rağmen, görsel olarak konuşan kukladır ve biz sesin kukladan geldiğine yemin edebiliriz.

Diğer ilginç bir konu da bilinçsiz öğrenmedir. Siz farkında olmadan da bazı şeyleri öğrenirsiniz ve daha sonra nasıl bildiğinizi, o yolu nasıl bulduğunuzu anlamazsınız.



Rober Heath'in ‘Bilinçaltımdaki Reklamlar’ kitabında da sıkça bahsedilen konu, bilinçaltı öğrenme çok kuvvetlidir, çünkü bilinçli olarak yeni bir fikre, bilgiye itiraz olmaz. Zihnin bir özelliğinden biri de dışarıdan gelen tavsiye ve önerileri bilinçaltından tehdit olarak algılamasıdır. Bu da bilinçsiz öğrenmeyi güçlendirir.

Bu öğrenmeyi güçlü kılan gerçeklerden biri de, daha önce gördüğümüz veya duyduğumuzu şeyi daha kolay kabul ederiz.
Incognito kitabının üçte birlik kısmından sonra bakış açısının ilgileştiğini söyleyebiliriz. Genel olarak yazar ilginç bir şekilde zihni insanla özdeşleştirip, kontrolün neredeyse hiç olmadığına inanıyor.

Prefrontal Korteksi, zihnin CEO’su gibi görüp, sadece gerek gördüğünde müdahele ettiğini ve genel stratejiyi verdiğini iddia ediyor. Aslında tam tersi, bedeni korumak ile yükümlü olan eski beyin (sürüngen beyin) asıl patrondur. Ancak eski beyin kendini güvende hissederse, Neo Korteks devreye girebilir...

Ayrıca zihni analiz edebilen insanoğlu, zihinden öte olmalı ki, zihni gözlemleyebiliyor... Ayrıca farkındalık düzeyi yüksek olan kişiler, genellikle kontrolleri zihnin çok üzerinde; yazar, diri diri kendini yakarak ve tek kılını bile kıpırdatmayan Budist Rahibi nasıl analiz ederdi?



Bebekler belli bir bilinçle dünyaya gelirler. Beş aylık bir bebeğin bile bir iyi-kötü kavramı vardır. Bu ancak ortak bilinçle birbirine bağlı insanlık olarak açıklayabilirsiniz. Aynen, farklı bir ada maynmunların yeni bir davranış öğrendiklerinde diğer adadaki maymunların da aynı davranışı sergilemeye başlaması gibi. Yazarın ise yorumu, beynimiz bir bilgisayar ve belli yazılımlarla paket halinde hazırlanmış(!)

Genetik olarak ektilişimin minimum olduğu kanıtlanmıştır: Milyonda 2-3 civarında...
Buna rağmen, kitapta insanın tüm beyninden kaynalı tüm çıktılarının genler ve çevresel olduğu vurgulanmaktadır.
İnsanların da birbirleri ile eşit yaratılmadığı...

Son olarak, Kuantum Fiziği’nin Olasılık kavramını tahmin edilemez şeklinde yorumlayan David Eagleman, insanoğlunun hayatı hakkında hiçbir seçim yapamayacağını belirtiyor.
Kendisi dışında sanırım...
Bu güzide kitabı yazma kararını bilinçaltının hangi kısmı vermiş acaba?

26 Eylül 2013 Perşembe

The East


Zal Batmanglij ve Brit Marling, ‘Sound of My Voice’’dan sonra sıra dışı bir yapıta daha imza atmışlar. Yeni filmleri The East, dünyayı kirleten ve insanlara zarar veren ürünler geliştiren firma sahiplerine karşı oluşturulmuş bir terörist ekip ve bu ekibe sızan bir casusun hikayesini konu alıyor.


Suçlu damgasını vurdukları insanlara yaptıklarının aynısını onlara yaparak intikam almaya çalışırlar... 

Suçlu var mıdır? İnsanlık tarihine baktığımızda özellikle son 2,000 yıldır, devam süregelen ayrım, ikilikler insanlara savaşlara ve zulme rastlıyoruz. İkilik ve ayrılık öncelikle bireyde başlıyor. İnsan egosu ve bilinci ayrılıyor. Bireyselliğin illüzyonu ile korku başlıyor... Korku kendini güvende hissetme ihtiyacından doğuruyor.

Fiziksel güvence olan ev, kıyafetin yanı sıra psikolojik güvence arayan birey, daha fazla statü, daha fazla toprak, daha fazla yandaş, daha fazla kontrol istiyor... Bunların sonucunda bencillik doruğa ulaşıyor...


Tüm başımıza gelenler ortak bilincimizin sonuçları; kabul etmek zor da olsa tüm bunları insanlık topyekun kendine çekiyor... Terörist grup kurmak veya onlar suçlu demek de ayrımın ve ikiliğin diğer bir versiyonu ve bu olumsuz enerjinin beslenmesi...

Özde bir olarak, sonsuz varlıklar olarak olumlu enerji yaymak dışında ikilik yaratmamak mümkün mü?


“Biz Doğu’yuz. Biz sizin uyanma çağrınızız. Sizden hiçbir şey saklamıyoruz. Biz siziz. Biz sizin sabah uyandığınız çarkız, açık havada çalışan. Biz sizin ilk kez öptüğünüz ve sizi geri öpen kişileriz. Biz uyuyamadığınız geceler, tavana bakıp ‘Bu mudur?’ diye düşündüğünüz geceyiz. ‘Hayatın teklif ettiği en iyi hayat bu mu?’ Hayır. Sizin içinizde korku tanımayan bir özgürlük var...”

Yoksa özgürlüğünün peşinde koşan korku mu?..

25 Eylül 2013 Çarşamba

Arthur Newman


Kendinizden bıktığınız oldu mu? Taktığınız maskelerden yabancılaştığınız?
Eş maskesi, ebeveyn maskesi, evlat maskesi, iş maskesi, arkadaş maskesi...
Başlarından takdir göreme, onaylanma ve dışarı kalmak istememe gibi duygular ile takıyoruz bu maskeleri...

Hepsinden bir günde kurtulmak ve hayata sil baştan başlamak ister miydiniz?

Filmin baş kahramanı Wallace Avery (Colin Firth) varlığından bunalmıştır. Hayalindeki iş yerine eşinin istediği hayatı yaşamış, onu da becerememiş, boşandıktan sonra onun için fazla bir anlamı olmayan bir ilişki yaşamaktadır. Oğlu ile iletişimi sıfırdır. En önemlisi de kendisiyle olan iletişimi...


Bir gün, kendisine başka bir kimlik yaratır, ve çıktığı kamptan geri dönmez... Wallace Avery artık kayıp kişiler arasındadır. Arthur Newman olarak hayali olan golf uğruna Terre Haute’ye doğru yola çıkar. Yolda onun gibi kendinden kaçan Michaela "Mike" Fitzgerald (Emily Blunt) ile karşılaşır... Mike, kleptomandır. Beraberce başkalarının evlerine girip onları kılığında deneyimler yaşarlar, başkalarının maskelerini takıp kendilerinden izler bırakırlar.


Bu iki ruhun kendilerini aradıkları dramı eğlenceli bir şekilde sunan bir film. Bazen değişim ve dönüşümler için büyük kırılımlara, kendimizi tamamen silmeye, öğrendiklerimizi, tutunduklarımızı bırakmamız gerekir. Her an bu tip açık zihin ile yaşayabilirsek, tamamen kendimiz olabilir miyiz?

20 Eylül 2013 Cuma

Kendine Güveniyor Musunuz?


Her şey kendini bilmekle başlar...
Daha kendimizi bilmiyorsak, kendimiz hakkında nasıl güvenli ya da güvensiz oluruz? Onu yargılar ve kızarız? Kendimizi yargılıyorsak, yargılayan kim, yargılanan kimdir? Bu durum 
içimizde bir ikilik yaratır. Bu ikilikten dolayı ortaya çıkan çatışma bir yanılsama değil midir? Yunus Emre'nin dediği gibi "bir ben var benden içeri..." Kendini bilmenin ilk adımı gözlem: Kendini yargılamadan, varsayımlarda bulunmadan, kişisel almadan gözlemlemek... 

Kendimizi gözlemlerken zorlanıyorsak, diğer bir yardımcı etken, dış dünya ile olan ilişkilerimizdir. Bu ilişkiler esnasında hangi duygularımız, hislerimiz oluşuyor? Düşünceler bizi nereye yönlendirmeye çalışıyor? Zihin bu duygulardan oluşturduğu düşünceler ve davranışlar ile otomatik pilotta, minimum enerji harcayarak kendini hayatta tutmaya çalışır. Biz bunlara alışkanlıklar deriz... Gandhi'nin deyişiyle bu alışkanlıklar karakterimize ve daha sonra kaderimize dönüşür.

Dolayısıyla otomatik pilotta gezmeye devam ettiğimiz sürece, zihnimiz bizi asla tam olarak beceremediği ancak devamlı peşinde koştuğu iki amaca doğru sürükler: Korkulardan kaçmak ve arzuları doyurmak.

Harekete geçmeden yapılan gözlem sonucunda artan farkındalığımız ile beraber zihin sakinleşmeye başlar. Otomatik çalışmanın ötesinde artık zihnimizi kendi lehimize kullanabiliriz. Zihnimizi otomatik pilotu olan bilinçaltı asla yargılamaz, ne verirsek onu alır. Dik durmak, yukarı bakmak, gülümsemek, gülmek, olumlu sözler kullanmak ve olumlu düşünmek, beyindeki dopamin seviyesini artırır ve daha iyi hissetmemize sebep olur.

Doğru Stres Seviyesi
Stres her zaman kötü değildir. En iyi performansımızı orta derecede bir stres seviyesinde veririz. Çok gevşeksek veya çok heyecan isek dilediğimiz kadar iyi yapmakta zorlanırız. Bu sebeple çok rahatsak, kendimizi biraz gerginleştirecek bir durum hayal edip adrenalin seviyesini yükseltebilirsiniz. Aynı şekilde dopamin de benzer rolü üstlenebilir. Eğer çok heyecan varsa, bizi en çok rahatlatacak bir hayal, düşünce veya aktivite stres düzeyini azaltır. 

Gitarın teli doğru gerginlikteyse ancak güzel ses çıkartır.

               Çok az veya fazla stresli olduğumuzda bilinçaltı kontrol ele alır.

Çevremiz de bu sebeple önemlidir. Çevremizde devam şikayet eden, devamlı olumsuz konuşan, dedikodu ile beslenen kişiler ile vakit geçirirsek onlar gibi olmaya başlarız. Yaratıcılık mı istiyoruz? Bunun kaynağı zihin ve beyin veya onun sağı solu değildir.
Aklımıza gelen en iyi fikirler en olmadık zamanda gelir. Einstein, en önemli fikirlerinin tıraş olurken geldiği söylermiş... Zihnin en sakin ve sessiz olduğu an... Bir olduğunuz an. Zihin sadece bilgi ve deneyimlerine dayalı düşünceler üretir, bunlar da geçmişe aittir. 
Yaratıcılık, Şimdi’dedir, yenidir...
Hep başkalarının daha zeki, daha yaratıcı olduğunu var sayarız ancak bu doğru değildir... Hepimiz ortak bilince bağlıyızdır, yeter ki zihnimiz sakişleşsin. Bunun da ilk adımı gözlemleyerek kendini tanımak.


İçimizdeki potansiyeli ve gücü fark ettiğimizde, kendimize güvenmek bir mesele olmaktan çıkar. Kendimizi durduran sadece kendimizi bloklamamızdır. Belirsizlik ve değişimden ürken ego, size birçok gerçekçi bahaneler bulacaktır. Başka meşguliyetler ile bizi oyalamaya çalışacaktır.

Oysa aksiyon almak, korkuyu yenecektir. Aşağı atladıktan sonra korku kalmaz. Ayrıca, biraz stres, heyecan performansı artırmamıza yardımcı olur. Yapmayı arzuladığımız şey hakkında ne hissedeceğimizi şimdiden duyumsamak, yaptığımız halimizi vizyonlamak odağımızı ve motivasyonunuzu yeterli seviyede tutacaktır. 

18 Eylül 2013 Çarşamba

Bilinç ve Doğa


Hiç düşündünüz mü? Düşündüğümüzün farkındayız... Peki farkında olan kim?.. 

Bilim, zekayı, beyni, işleyişini anlamaya çalışıyor ancak ‘Bilinç’in varlığını henüz anlayamadı. 'Bilinç' kelimesini zihnin düşünen kısmını tarif etmek için kullanmıyoruz. Bedene dolasıyla zihne bir adım geriden bakan, gözlemleyen olarak tanımlıyoruz. 

Düşünceleri üreten zihnimiz sınırlı ve limitli; bu Dünya ile kısıtlı olduğunu ve sonunun kaçınılmaz olduğunu biliyor. Bu durum onda korku yaratıyor. Doğal olarak kendini güvende hissetmek onun en büyük arzusu. Güven için mevcut durumun güvenli olması ve bunun sürdürülebilir olması gerekiyor. Bunu devam ettirmek için geleceği tahmin etmesi şart. Elindeki tek kaynak olan bilgi ve deneyimleri  -yani bellek- kullanarak gelecek hakkında durmadan varsayımlarda bulunuyor. Amacı kendini korumak olduğundan dolayı, her zaman bir parça karamsar ve olumsuz. Oysa kendinden çok daha büyük bir sistemin içerisinde yaşarken geleceği tahmin etmek çoğu zaman imkansız.



Korkan zihin, düşünme kabiliyeti ile bizim için daha güvenli, daha statik, göreceli olarak daha konforlu bir alan yaratarak bizim özgürlüğümüzü, merakımızı, yaratıcılığımızı kısıtlıyor mu? Son derece güvenli alanlarda, çok zenginlerin çocukları gibi, bizim özümüzdeki yetenekleri kullanmamıza engel olabilecek bir ortam mı sunuyor? Ego beynin gelişiminde daha güvenli ancak daha kısıtlayıcı bir yaşam mı sunuyor? 
Bilimi gelişirken neler kaybettik?
MÖ 5-6. ve MS 13. Yüzyıllarda müthiş bir aydınlanma yaşanırken, neden insanlık giderek yalnızlaşıyor, giderek açgözlü oluyor? İkilik dolu bir yaşam sürüyor?

Hayvanlar ve doğa sistemik olarak insanlardan daha önce var oldular. Kıdem açısından insanlardan daha kıdemliler... Bu açıdan doğa ve hayvanlar bizlere bir çok açıdan örnek olabilecek durumdalar...

Doğanın, hayvanların, bitkilerin ve hatta Dünya’nın da başka bir seviyede bilinci vardır. Büyük bir eko-sistem tüm her şeyi belli bir şekilde birbirine uyumlu bir şekilde bağlar. 
Zoolog George Monbiot, kitabında ve aşağıdaki TED konuşmasında Dünya'yı yeniden vahşileştirmekten bahsediyor. Neden mi?


Yaptığı araştırmalara göre bazı bölgelerdeki ağaçlar boylarını orada yaşayan fillerin boyuna göre adapte ediyor, doğal parkta bile kurtların dahil edilmesi ekolojik olarak büyük faydalar sağlıyor ve nehirler yapılarını kurtlara göre ayarlıyor. Bununla da bitmiyor, fazlaca balık tüketimi yapan balinaların azalması, balıkların da azalmasına sebep oluyor... Çünkü balinalar balıkların beslenecekleri gübreyi sağlıyorlar. Ayrıca balina zemindeki planktonları hareket ettirerek yukarı çıkartıyor ve atmosferi temizliyor...



Doğada tehdit gibi gözüken tüm faktörler, ekolojik sistem için son derece önemli. Tehditlerin bol kıtlık döneminde mağara duvarlarında hiç obez insanların çizimlerine rastlamıyoruz. Bu bir tesadüf olabilir mi? Zihnin kendini koruma arzusunun farkına varıp, bir adım geri çekilip akışa uyum sağlamak ve kendimizi, doğayı gözlemlemek, bizi bilgeliğe ve daha doyumlu, daha yaratıcı bir hayata götürür mü?

15 Eylül 2013 Pazar

Ölüm


Sadece kelimesi bile tüylerimizi diken diken mi ediyor? Rahatsız mı oluyoruz? Ölüm konusunu hasır altı etmeyi tercih mi ediyoruz?  
Korkuyor muyuz ölmekten?
Klasik söylemler olan, “ölüm de doğum kadar doğal bir şey” veya “hepimiz nasıl olsa öleceğiz” veya “yarın ölecekmiş gibi yaşa” cümleleri hakkında gerçekten oturup düşündük mü? Anladık mı? Yoksa ölüm bizden çok mu uzakta? Ya da ondan uzak durmak için maddi, manevi her şeyi yapıyor muyuz? 

Her konuda varsayım bulunup ve tahminlerle geleceği için olan endişelerini azaltmayan çalışan insan zihni, gerçekten tek bir konuda kendinden emin olabilir; var olduğu ve bedenin bir gün öleceği... Bilinç sayesinde bu bilgiye sahibiz. Hiç bir başka canlı öleceğini bilmiyor ve geleceğe dair hiçbir endişe olmadan ‘yaşıyor’...

Kim olursak olalım, ne başarmışsak başaralım, yine de ölüm korkusu bizi başka kılıklara girerek etkileyebilir. Hangi dürtünün, sıkıntının köküne inerseniz, eninde sonunda egonun korkusunu bulursunuz; belki bu korkuların en dibinde de yok olma korkusu yani ölüm geliyor...


Ölüm kelimesinin çağrışımları da genellikle olumsuzdur; acı, tasa, üzüntü, keder ve en yaygın olan 'kayıp' kelimesi... Sanki oyundan atılmak gibi bir şeydir ölüm... Bu şekilde düşününce paralize oluruz ve onu düşünmemeye çalışırız. Çok uzun zamanımız olduğunu sanarız.
Öte yandan, ölümün bir çeşit dönüşüm olduğunu düşünsek ne olurdu? 
Bizi oluşturan atomların içine bakan Kuantum Fizikçileri enerji alanları ve olasılıklar dışında bir şey bulamadılar... Ya ölüm sadece bu enerji alanının bir başka forma dönüşümü ise, nasıl hissederdik? Bir şeyi değiştirir miydi bu? Ölen her şey, yeni doğan için uygun bir ortam yaratmaktadır. Bu şekliyle doğal düzenin bir parçası olarak değerlendirebilir miyiz? Bunu başarabilir miyiz? Yoksa yine korku mu devreye girerdi?

Boşluk olduğunda korku her yeri doldurur. Ölüm hakkında anlayış gelişmedikçe sinsi bir şekilde başka şekillerde karşımıza çıkar. Ölüm korkusunun temelinde varlığımızın yok olacağı varsayımı yatar. Dolayısıyla var olmak, kendimizi göstermek bizim için hayatta kalma meselesidir... Kendimizi göstermek ve var olmak için de genellikle başarı yalanına sarılırız. Bu, bize öğretilmiş bir durumdur. '
Başarısızlık korkusu’ bazen, ölümün kendisinden daha fenadır. İnsanların büyük başarısızlıkların ardından intihar etmeleri veya ölü gibi yaşamaları bunu ispatlar gibi durur.

Sürekli bir şeyler başarmaya çalışırız. Başaramayınca da dünya başımıza yıkılır. Başarınca da keyfini sürmeyi kısa sürede bırakıp yeni bir hedefe yöneliriz. İçimizdeki boşluk hala açtır ve asla doymaz...
Sanki varlığımızın kanıtı başardıklarımızmış gibi...
Oysa ki, korkunun üstesinden gelmek istiyorsak, onunla yüzleşmeliyiz... Peki bu ne demek? Yüzleşmek; gözlemlemeyi beraberinde getirir. Kendini gözlem, ancak sakinleşmiş, düşünme bağımlılığından kurtulmuş berrak bir zihin ile mümkündür. Korku, korkandan farklı bir şey midir? Üstesinden gelmek; savaşmak, çabalamak, korkuyu korkandan başka gibi görmek anlamına geliyorsa; bu şekilde korkunun önüne geçilemez.


Korkunun zihinde oluştuğunu fark ettiğimizde, onun sadece geçici hatıralar demeti olduğumuzda bir dönüşüm gerçekleşir. Düşüncelerden bağımsız, dingin bir zihin geçmiş ve gelecek endişesine sürüklemez bizi... Bu anlayış bizi özgür kılacaktır... Bu bütün olmaktır, olan’ı kabul etmek, hayatın döngüsünü anlamaktır.

Hayatımız ileride gelecekmiş gibi plan yapıp, onlara sarılan zihin, kendini tatmin olmamış hisseder ve içsel dengeyi yakalayamaz. Oysa hayatımız, sadece şu andadır, şu an bu yazıyı okuduğumuz andır... Eğer, başarısızlık, korku, ölüm gibi yadsıdığımız ancak her an içimizde olan kavramlar yerine ‘özgürlük’, ‘sevgi’ ve ‘şefkat’ gibi kavramlara kendimizi açtığımızda hayatımız nasıl olur? Kendimizi bütün ve özgür hisseder miyiz? 

Bunların cevaplarını bize verecek veya bize öğretecek kimse olamaz! Bunu ancak her birey, kendi bulacaktır. Her bireyin buna yetkinliği vardır. Herkes, zihnini gözlemleyerek zihnin nasıl çalıştığını anlayabilir. Anladığımız zaman onun esiri olmaktan kurtuluruz. Böylece her an açık bir zihne sahip olursunuz. Yargısız olmak, çok önemlidir, özellikle de kendimize karşı! En kolay kendimizi yargılar ve suçlarız. Sadece bir illüzyon olan varsayımlardan kurtulursak artık zihni gözlemlemeye hazır oluruz.


Bir çok öğretiye göre bizler bir enerji alanıyız veya ruhuz... Ve bu gerçeklikte geçici bir süre bedenlerimizle varız. Hayat bize verilmiş bir lütuftur. Yaşamak dışında bir işimiz var mıdır? Ölüm, sadece ruhun oluştuğu enerji alanına veya Yaradana dönüş değil midir? Kalıcı olanın geçici olandan korkması ne tuhaf değil midir?

11 Eylül 2013 Çarşamba

Bee Movie

Vanessa (İnsan): Tek ilgi alanım çiçeklerdir. 
Barry (Arı): Biliyor musun? Son kraliçemiz de bu slogan sayesinde seçimi kazandı.

Çocuklarımızla sık sık animasyon film seyrediyoruz. Bazılarında yetişkinlere göre espriler ve bilgiler mevcut. Çocuk filmi deyip geçeceğimiz bir arı filminde (Bee Movie) ilginç bir mesaj vardı: “Arıların çalışmayı bırakmasının hayatımızı çok ciddi bir şekilde etkileyeceği...

Garip bir şekilde tam banyo penceremizin önünde yapılmış arı kovanına saygı gösterip arılar ile barış içerisinde yaşarken tatil dönüşü baktık ki, ikinci kovanı da yapmışlar...


He-man dizisi ve Shrek 4, Antz gibi filmlerde rol almış iki yönetmenin elinden çıkmış bu keyifli film, Bee Movie, çocuklara da arıları sevdirecek gibi gözüküyor. Bu arada, arılar konusunda bilinçli olan sadece filmin senaristi değil. Nizhoni Küresel Bilinç Okulu (Nizhoni School for Global Consciousness)’nin yönetisi Navjit Kandola’nın ABD Başkanı Obama’ya yazdığı mektubun özeti:
“Sn. Başkan Obama,
Size arı nüfusunun girdiği sıkıntı hakkında bilgi vermek isterim. Belirtmek isterim ki bu konuda bir şeyler yapabilecek gücünüz mevcut.Arılar olmadan birçok sıkıntı yaşayacağımız kesin. (GMO’lu mısır ve Neonicotinoids’li kraker yemeyeceksen tabii ki, bildiğiniz gibi bunlar sağlıklı değiller.) Lütfen gerekli yerlere, Monsanto, Bayer Cropscience, DuPont, gibi GMO konusunda önemli şirketlerin yöneticilerine iletin, toprağımızı, tohumlarımızı, ekinlerimizi zehirlemekteler. Olay çok basit. Politikasız yapabiliriz ama arılar olmadan yapamayız!
Saygılarımla,
Navjit”
Navjit’e göre bireysel olarak da yapabileceklerimiz şeyler var:
Nektarı bol çiçekler yetiştirmek... Bırakın arılar, balkonlarınıza, bahçenize, pencerelerinize gelsinler. Unutmayın ki, siz bir şey yapmadıkça, arı sizi sokmaz, bu onun için ölüm demektir. Sadece kendini tehlikede hissederse sizi sokacaktır. Çocuklara da korkulacak bir hayvan olmadığını göstermek gerekiyor.



Navjit’in sitesinde ilginç bir de araştırma var: National Geographic dergisin hazırladığı tablodan görebileceğiniz gibi bir gıda için elimizde tohum çeşitliliği 80 senede 3000’lerden 300’lere düşmüş... 

Çevremizde hayal ettiğiniz değişimi, ancak bireysel olarak başlatabiliriz...

6 Eylül 2013 Cuma

Now You See Me

                      J. Daniel Atlas:
                      "Sihir Nedir? Odaklanmış Aldatmacadır...

                      Ne kadar yakından bakarsan, o kadar az görürsün.
                      Sihrin ilk kuralı: Odadaki en akıllı adam olmaktır."

Avrupa’lılar Amerika’ya ilk ayak bastığında yerlilerin gelen gemileri göremedikleri söylenir. Gemilerden inenleri sanki gökten inermişçesine geldiğine şahit olan oranın yerlileri bu Truva atına ‘ruhani’ bir saygı göstererek kıtaya buyur eder...

Üç yaşında gör kabiliyetini yitiren bir kişi 46 yaşında, iki çocuk babası iken bir ameliyat sonrası tekrar görme yetisi kazanır. İlk defa gözleri açıldığında, gözü görme işlemini yapabilmesine rağmen bir süre beyni gelen fotonlara, verilere bir anlam verememiştir. Tıpkı yerliler gibi...


Görme işlemeni gözlerimizin yaptığını zannederiz. Aslında bu işlemini beynimiz yapmaktadır. Beynimizin yaklaşık üçte biri görsel verileri işlemek için seferber edilir. En önemli bölge ise görsel kortekstir (visual cortex).

Bazıları bizim çok zayıf gözlemciler olduğumuz yönünde ilginç bakış açılarını dile getirse de, beynin başka bir amacı vardır.


Beynimizin amacı, gözümüzün mazur kaldığı milyarlarca fotonun veya verinin gerekli olanını alıp “geçmiş” deneyimleri ile “varsayımda” bulunarak bir tahminde bulunmak ve sonuç olarak hızlı, verimli ve en az enerji harcayarak belleğimizi şişirmeden gelen mesajı anlamlandırmak.

Bebeklerin ilk öğrendikleri şekil annelerinin yüzü olduğundan, özellikle beyin ‘yüz detektörü’ gibidir.
Bundan dolayı neye odaklanırsak onu görürüz. Sihirbazlığın sırrı da burada yatar, sizin dikkatiniz başka yerdeyken olan olmuştur... Hatta işin tuhaf tarafı, daha sonra o görüntü hatırlamaya çalışanlar farklı farklı tarifler verirler, çünkü her bireyin beyni ‘boşluk’ları kendi gözlem ve deneyimlerine göre doldurur.


Erkek ve kadınların odak noktaları farklıdır. Göz tarama testlerinde erkek ve kadın farkını yukarıdaki bir testin sonucundan anlayabilirsiniz. Bu sebeple erkekler kadın ne giydiğini, aksesuarlarını hatırlamazken, kadınlar bu detayları daha geniş hippocampuslarının da sayesinde çok sonra bile hatırlayabilirler.

Gelelim, biz bu konulara girmemize sebep olan filme; Now You See Me bir grup sihirbazın aksiyon dolu hikayesi... Her kahramanın farklı ustalıkları vardır, ve doğal olarak filmin sonuna kadar neler olup bittiğini anlamadığınız bir kurgu ile çekilmiş film. Sihirbazlar, illüzyonları kullanıp, yüz ve tepkileri gözlemleyerek Beyin Okur, insanlara alfa modunda hipnoza sokar ve komutlar verirler...

Hipnozu, Trance filminden hatırlayabilirsiniz...


Filmin kadrosu özenle seçilmiş. Morgan Freeman (76) ve Michael Caine (80) gibi büyük ustalar filme kalite katarken, Woody Harrelson ve Mark Ruffalo genç oyuncularla uyum sağlamışlar. Özellikle To Rome with Love ve Why Stop Now filmlerinde dikkati çeken 30 yaşındaki Jesse Eisenberg’in oyunculuğu sıradışı...


Yönetmen Louis Leterrier’in, ise Clash of the Titans, The Incredible Hulk, Transporter 2 gibi aksiyonu bol yapımlarla başarılı bir grafiği var. Şimdi Now You See Me 2’nin hazırlıklarında...

Filmde diğer bir konu ise en etkili ve kalıcı öğrenmenin ‘bilinçaltına’ verilen mesajlar olduğudur. Bir kişinin Fransa’dan Las Vegas’a gelmesi için ona gizli mesaj verilmesi o kişinin bilinci tarafından algılanmadığında bir itiraz veya karşı sav gelmeden kabul görür. Bilinçaltına ne verirseniz onu alır...

4 Eylül 2013 Çarşamba

Just Like a Woman

        "Dans ederken beyninizi kullanmayın, ruhunuzla dans edin."
Baş kahramanımız Marilyn'in 10 yıllık eşi, işsiz bir şekilde oturmakta ve eşinin kazandığı maaşı geceleri harcamaktadır. 7 senedir çalıştığı firmadan bir sabah, ansızın kovulur, eve gider ve eşini başka bir kadınla bulur...

Tanrılar Okulu'nun yazarı Stafeno D'Anna der ki, "Kurban her zaman suçludur." İyi veya kötü yoktur. Kötülük daima iyilik için vardır. Hayatta ne çekiyorsak, kendi dönüşümümüz için çekeriz. Özellikle büyük yoksunluklar ve acılar çeken kişilerin içindeki 'boşluktan' hakikate ulaşmak daha kolay olabilmektedir.



Benzer bir şekilde Marily'in bakkalda tanıştığı Mısır'lı Mona, 5 seneler çocuğu olmadığı için kayın-validesinin zulmünü kendisine çekmektedir. Marilyn'i ve Mona en büyük ortak yanı ise Göbek Dansına olan düşkünlükleridir. Mona, kültüründen gelen bir içtenlikle dans ederken, Marily ise gece kurslarına gitmektedir.

Başına gelenlerden sonra evi terk eden Marilyn, Santa Fe'deki seçmeler için beş parasız yola çıkar. Yolda Mona ile karşılaşırlar. Kadınsı empati yetenekleri ile birbirlerine destek olurlar. Bir parça Thelma & Louise havasında geçen film keyifli danslarla devam eder.



Filmin bir yerinde, tek başına, bir benzin istasyonu işleten bir Kızılderiliden benzin alırlar. Pek fazla konuşmayan bu adam, Marilyn ve Mona'yı izler. Tartışan Marilyn, Mona'yı orada bırakır gider. Dansöz kıyafeti ile adamın yanına oturur Mona... Bir süre sonra pişman olan Marilyn geri döner ve Mona'yı gelir alır. Adam hiçbir aşamada bir tepkide bulunmaz, olanı o haliyle 'yargılamadan' izler. Kızılderilinin yaşam felsefesinde insan veya doğada olan olaylara müdahale etmek, yargılamak yerine şefkat, uyum ve sevgi vardır...
"Hayatınızda dayanamayacağınız bir an geldiyse, bu değişim olmak üzere olduğunu gösterir..."