Ey çocuklar! Oturdukları yerden ders dinlemek zorunda kalan,
kalpleri iki kat hızlı atmasına rağmen maske takmaya alışmaya çalışan çocuklar.
Piknik, park veya denize gitmek yerine internet bağlantısını önemseyen
çocuklar... Belki bizim gibi anne ve babasını büyüdüklerinde anlayacak olan
sevgili çocuklar...
Her zaman durum böyle değildi elbet. Bir zamanlar internet
yoktu. Televizyon bile yeniydi bizim için. Belki çoğumuz az da olsa bir kıtlık
yaşadık. Çikolata, muz, oyuncak bile lükstü çoğumuza... Olsa da başkası
özenmesin diye saklanılan bir çok şey vardı evde. Futbol izlerken fazla
karmaşaya gerek yoktu: siyahları mı tutacaksın beyazları mı?
Anne babalarımızın çocukluğunu dinleyince durum daha da
vahimdi. Onların zamanı... Hepimizin defalarca dinlediği roman. Evet onların
hayatı romandı. Bizler ise onlara göre çok rahat büyümenin cezasına
çarptırılıyorduk. Kimimiz şiddete, kimimiz bir çeşit tacize uğradık, kimimiz de
aşırı sevildik. Onların hayatlarının
anlamı, onların evliliklerinin devam etmesinin yegane sebebi olduk. Bariz
bir kötü muameleye maruz kalmayan bu kısım, diğerleri tarafında gıptayla
izlendi. Bir yük de buradan gelen bu sözüm ona kurtarıcı çocuklar, büyük olmak için çok genç, çocuk olmak için çok
yaşlılardı...
Tüm olumlu, olumsuz şartlara rağmen çoğumuzun elinde
sokaklar vardı, parklar vardı. Tüm farkların neredeyse sıfıra indiği bir ortam
vardı. Boş araziler vardı. Bir kaç tahta parçası ile yakılan ateş ve evden
yürütülen üç beş patates... Herkesin dahil olduğu kimsenin (neredeyse) dışarıda
bırakılmadığı paylaşım vardı. Kimimizin kırık dökük bir bisikleti, kimimizin
plastik bir topu, kimimizin oyuncak arabası vardı. Oyun alanı için geniş...
Toprak, ağaç, güneş ve su... Şimdilerde para verip elementleri dinlediğimiz
eğitimleri o dönemlerde bedenlerimiz her gün deneyimliyordu. Ağaçlara
tırmanmak, toprakta yollar açmak, suyla oynamak, zıplamak, koşmak,
yuvarlanmak... Aynı bir kuşun bütün gün cıvıldaması gibiydi.
Hiç bir şey yoksa o gün, ebelemece, köşe kapmaca, uzun eşek,
bir bahçeye dalma, kelime oyunları, ve daha nice uydurulan oyun. Biraz daha
büyüdüğümüzde ise erkek ve kızların birbirlerine bakışları, kavgaları... Adem
ve Havva’dan bu yana gelen tatlı sürtüşmenin mirasını devam ettirircesine
çocuksu ve masum etkileşimler. Hiç bir şey yoksa arkadaşlarımız vardı, sesli
sessiz paylaşım vardı. Kıyaslamaların az olduğu bu ortamda, yalnızlık yoktu.
Hele bir de harçlık kopardıysak babadan, yaşadık. Mahalleye
gelen macuncu, toz leblebici, pamuk şekerci, kağıda sarılı çekirdek ve
mahallenin bakkalındaki gazoz... Organikmiş, glütenmiş, hijyenmiş laktozmuş...
yoktu bu kelimeler lugatımızda. Biraz daha para bulduysak, pastaneler,
sinemalar, kırtasiyeler hazırdı bizi mutlu etmeye...
Ey çocuklar, biz kendimizi ifade edemedik ancak bir çok
basit ancak güçlü kaynağımız vardı. Siz şimdi kendinizi ifade edebilirsiniz,
elinizde kaynaklar çok, kaldırın kafalarınızı, insanlığa boynunun eğdiren bu
teknolojinin, sizi standart hale sokmaya çalışan ne varsa kaldırın
hayatlarınızdan. Gelecek sizin...