29 Mart 2014 Cumartesi

İçimizde

Hiç uzaklara gitmenize gerek yok, hiç bir zaman birini beklemenize veya hiç bir zaman doğru anı beklemenize gerek yok.

‘Sorun’ olarak tanımladığınız tüm şeylerin listesini yapın ve bunların çözümlerinin Cem Yılmaz’ın esprisini yaptığı gibi içimizde olduğu bilin. Hemen burada. Bunu özümsedikten sonraki ikinci aşamada soru: Değişimi ne kadar istiyorsunuz?

Bu değişim için seçimler yapmaya gönüllü müsünüz? Byron Katie’nin “Olanı Sevmek” isimli ünlü kitabında detaylı bir şekilde anlatılan “Çalışma” ile başkalarına yönelttiğiniz eleştiriler, yargılar, hükümler tersine çevirme metodu ile size yansıdığında gerçeği fark etmeye hazır mısınız? Siz değişmeye başladıkça çevrenizin de değişmeye başladığı görmek sizi şaşırtır mıydı?


Buda’nın dediği gibi; bir insan bir mağaranın içinde bile aydınlansa, tüm insanlığa ve gezegene katkısı olur. Çaresiz olduğunuz fikrini bırakıp korku ve öfkenin içinizde eriyip gittiğine şahit olmak ister misiniz?
 Kapanmak yerine genişlemeyi seçer misiniz? 
Seçimlerinizin sonucunda ortaya çıkacak sonsuz olasılıklara hazır mısınız? 

İşte tüm bunlar için bazı öneriler:

1. İlk adım, görmeyi umut ettiğiniz değişiklik bizzat kendiniz olduğudur. Tüm maskeleri, yargılarınızı, inançlarınızı ve dışarıdan satın aldığınız duygu ve düşünceleri bırakırsanız ortaya kendiniz kalacaktır.

2. Herkes, her olay, sizin içindir. Bu sistemin içinde olduğunuzu kabul edin. Bunu bir fırsat olarak görün.

3. Işık olun. Gülümseyin. Olumlu enerji yayın.



4. Genişleyin. Derin bir nefes alın ve bedeniniz merkez olarak kalmak üzere genişlediğinizi hayal edin, gözünüzde canlandırın. Evren kadar olduğunuzu hissedin. Ve dönüp dert ettiğiniz konuya bakın.

5. Geçmişin oluşturduğu hapishaneden kurtulun. Geçmiş bir illüzyondur. Gelecekte oluşacak şimdileri ise bu andaki seçimleriniz belirleyecektir.

6. Acele etmeyin. Evrende yalnız değilsiniz. Dilediğiniz değişikliklerin gerçekleşmesi için taşların yerine oturmasına müsaade edin. Hiç beklemediğiniz olaylar sonsuz olasılıklara götürecektir. Yargısız, nedensiz olanı sevgiyle, tutkuyla, bilinçli bir şekilde takip edin…

7. Güç ve otorite ile olan ilişkinizi kopartın. Bunlara çok mu ihtiyaç hissediyorsunuz? Olmamasından korkuyor musunuz? Bunları temizlerseniz, akışkan ve mütevazi olabilirsiniz. Güç ve otorite sizi yoldan çıkartır.

8. Sahip olmaya çalışmaktansa 'olmaya' dikkat edin. Dış sembollere olan ihtiyacınız azalır.

9. Her zaman büyük resme bakmaya çalışın. Parça parça değerlendirmek sizi yanıltabilir.



10. Evrende hiçbir şey durağan değildir. Öğrenmeye, keşfetmeye, algılamaya devam edin.
Birlik olmakla, yargısız bakış açıları hakkında bilgeliğiniz artırın. Pratik yapın.

11. Her gün gülün, şarkı söyleyin, dans edin, sessiz kalın.

12. Dünyadaki güzelliği fark edin ve bağlı olduğunuzu hissedin.

13. Kalbinize, sevgiye ve iç bilişinize güvenin.
Genişlemeye ve kişisel devriminizi yaratmaya hazır mısınız?

27 Mart 2014 Perşembe

İlk Defa


Bu sabah gördüm kirazın açtığı çiçekleri... İlk defa,
Salyangozun yürüyüşünü... İlk defa,
Baktım gökyüzüne...
Gördüm bulutlarının güneşin ışığı ile buluşmasını... İlk defa.

Aldım kahvenin kokusunu... İlk defa,
Hissettim simidin sıcaklığını... İlk defa,
Duydum bekleyen servisin sesini... İlk defa,
Bugün gördüm komşumuzu... İlk defa.

Sevgilinin güler yüzünü gördüm... İlk defa,
Aldım derin bir nefes... İlk defa,
Ne daha önce, ne de daha sonra...
Gülümsedin kendi kendime bugün... İlk defa.

Ne daha önce, ne de daha sonra...

25 Mart 2014 Salı

L'homme Qui Rit (Gülen Adam)

“İnsanlar genelde kötü değildirler. Sadece korktuklarında tehlikeli olurlar. Onlara farklı ve anormal gelen her şey, onları korkutur. Gülümsediğinde ise bu daha etkili olur. Ve daha çok korkutur. Bu yüzden insanlar bunu tersler.”
Gülen Adam, Victor Hugo’nun 1869 yılında yazdığı aynı isimli romanın beyaz perdeye aktarılmış versiyonu... Batman’deki Joker gerçek kökeni Victor Hugo'nun Gülen Adamı! Romanın kahramanı yüzünde gülen bir adam imajı veren Gwynplaine... Soylular ve soysuzlar(!) arasındaki uçurumları konu almayı seven Hugo’dan başka bir baş yapıt...


Film, Gwynplaine’nin sözde babası tarafından terk edilmesi ile başlar; soğuk, karlı bir kış gününde, annesi donarak ölmüş bir kız çocuğu bulur. Dea isimli güzel kız kördür. Sığınacak bir yer ararken seyyar evi ile çeşitli işler yapan Ursus onları yanına alır. Bir süre sonra Gwynplaine ve Dea, Ursus’un yazdığı küçük oyunları oynamaya başlarlar ve sonunda kendilerini bir sirkin içinde bulurlar.


Zamanla Dea ve Gwynplaine arasında bir aşk doğar... Tam bu sıralarda düşes Josian, Gwynplaine’in oyunlarına gelir ve ona olan ilgisini açıkça ortaya koyar... İşte bundan sonrası hikayenin sürpriz kısmı... İzleyin ve görün.

Filmin oyuncu kadrosuna bakacak olursak, 1984 doğumlu Marc-André Grondin, Gwynplaine rolünde oldukça başarılı. Gérard Depardieu için söylenecek fazla bir şey yok; bir kere Oscar'a aday gösterilen aktör, oynadığı 200’ün üzerinde bir rekora doğru gidiyor.


Düşes rolünde ise Emmanuelle Seigner oynuyor; kendisini 1988’de çekilmiş Roman Polanski’nin Frantic filminde Harrison Ford’la oynadığı rolden hatırlayabilirsiniz. O dönem 22 yaşındaki oyuncu daha sonraları The Ninth Gate ve The Diving Bell and the Butterfly gibi ünlü filmlerde performansını sergiler.

Filmin görselliği, kostümleri, duyguları yansıtması sıra dışı... Fransız yönetmen Jean-Pierre Améris, aynı zamanda romanı senaryoya çeviren kişi...
“Eğer zengin olsaydım ve de senin kadar asil, belki sevmemize izin verirlerdi. Prens, Prenses, Düşes, insanların ahlaksızlıklarını sonlandırmayı amaçlarlar ama kendinden daha asil birini sevmek olunca konu, son durağın, halk içinde asılmak olur. Zenginlerin cenneti, fakirlerin cehennemi olur bu.”
“Parlamento Lordları, ...İnsan ırkı var! Göz hizanızdan aşağıda. Etrafınıza bir bakın. Ön saflarda yürüyorlar. Emirlere uyuyorlar. İnsanların fakirleşmesi korkunç. İşsizlik her yerde... Majesteleri, halkınızın suratımı gördüğünü bilseniz, ne yapardınız? İnsanlar sakat bırakılıyor. Hakları ellerinden alınıyor, adalet, gerçek, bilgiler. Ağzıma yaptıkları gibi aynı. Ben sizin halkınızım. Umursamayın majesteleri! Gerçek efendi bir gün kapınızı çalacak. Artık bezginlik yok. Ezilmek yok! Küstahlık yok! Kralların ve uşaklarının eziciliği yok! Biz özgürüz!”

18 Mart 2014 Salı

One Chance


Malcolm Gladwell’in ünlü kitabı Outliers (Çizginin Dışındakiler-Bazı İnsanlar Neden Daha Başarılı Olur?) kitabında bir kuraldan bahseder: 
"Bir işte usta olmak için 10,000 saat süre harcamanız gerekir." 
Bu kadar süreyi hercarken severek ve gönülden yapıldığını eklerseniz bunun doğruluğunu araştırmaya başlayabilirsiniz. Her gün üç saat partik yaparsanız, yaklaşık 10 yıl sonra ustalaşmış oluyorsunuz. Bu da genellikle bir çok kişinin genç yaşlarda başladığı aktivitelerde nasıl başarılı olduğunun da ispatı...

İşin daha ilginç tarafı, ilk 2,000 saatten sonra bir işte gerçekten iyi oluyorsunuz. Bu 20-80 kuralına çok benziyor. %20 zaman size %80 derecede ustalık veriyor. Ancak orası nispeten çoğunluğun bulunduğu alan. Bu çoğu zaman bizi “Rahatlık Alanı”mızda  tutmaya yetecek kadar olabiliyor. Ancak iyi bir araba sürücü ile bir Formula 1 yarışçısı arasındaki farkı kalan %20’lik dilim belirliyor... Bunun için de kalan 8,000 saatlik süre...

Sadece çalışmak yeter mi?

Çorbaya sadece ‘içtenlik’ ve 'sevgi' katılması lezzeti değiştirecektir.


“One Chance” (Bir Şans) filmi hayatı boyunca Opera sanatçısı olmak isteyen Paul Potts’un gerçek öyküsü. Galler’de yaşayan bir ailenin tek oğludur Potts. Babası fabrka işçisi, annesi ev hanımıdır. Annesi destek olsa da babası Paul’un bu kadar Opera’ya düşkün olmasından biraz rahatsız olur ve onun da bir fabrika işçi olmasını ister.


Çevresi de Paul’e hiç iyi davranmaz, çünkü o gruba uymamaktadır. Galler’in fakir mahallesinde kimse Opera söylemez... Bu sebeptendir ki diğer çocuklar tarafından devamlı tartaklanır. Hayallerinin peşinden gitmeye karar veren Paul Venedik’te Opera eğitimi alır ancak özgüven eksikliğinden dolayı pes eder ve cep telefonu satıcısı olarak hayatını sürdürmeye başlar. 


2007 yılında 37 yaşındayken İngiltere’nin televizyondaki yetenek yarışmasına katılır... En sevdiği arya olan Nessun Dorma’yı söyler. (Üsteki videoda Paul'un ilk performansını izleyebilirsiniz.) Jüri üyesi şöyle söyler:
Elimizde elmasa dönüşmek üzere olan bir kömür var.

Paul daha sonra çıkardığı albüm “One Chance” rekor üzerine rekor kırar. O bile belki de bunun bir şans olduğunu düşünmektedir... Peki ya siz?

16 Mart 2014 Pazar

Her


Önce bedenlenir dünyaya geliriz... Bir bütünüzdür, bedenimizi bile algılamayız önceleri. Bebek anne ile kurduğu sevgi bağı ile kendini onunla bir bütün olduğunu zanneder. Onun sevgisi dahil tüm duygularını alır sahiplenir... O mutlu olursa kendisi de mutlu olacaktır. Daha sonra farklı bedenlerin olduğunu idrak eder. Bu ayrı “ben” oluşumunu ortaya çıkartır ve önceleri annesinin onu sevmesi yeterken, daha sonraları diğer insanların da onu sevmesini arzulamaya başlar. 

Bu arzu sonuçları ile olumlu veya olumsuz uçlara gidebilir; bu Hitler ve Gandhi arasında fark gibidir ama temelinde ihtiyaç aynıdır. Sevgiye muhtaç olma durumu, sevilme ile benlik yaratmak... Bu durum o kadar travmatik bir hal alır ki ve aşkın içine (fall in love) düşülür...


“Her” filmi insanoğlunun sevgiye olan ihtiyacını analiz eden baş yapıtlardan biri mi? Filmde sevgiyi arayan bir adam en sonunda bir yazılıma aşık olur. İşin en sıra dışı yanlarından biri ise Theodore’un yazılımın diğer insanlara hizmet ettiğini anlamasıyla ortaya çıkar. Yazılıma aşık olan Theodore onu kıskanmaya başlar! Filmde, Amy, 'aşkın içine düşme'yi (fall in love) sosyal açıdan kabul edilebilir delilik olarak tarif eder.

Her türlü duyguyu deneyimlediğini düşünen Theodore yeni duygular yeni heyecanlar aramaktadır; bunu ona Samantha adlı yazılım vermeye başlar. Samantha, Theodore’un duymak istediklerini söyler bir bakıma... Cinselliği bile deneyimleye başlayan çift, kaçınılmaz sona doğru mu ilerler?
Byron Katie, tek bir dua edecek olsa şöyle olurdu dermiş:
“Tanrım, beni sevgi, onay ve takdir arzusundan kurtar.”

Beş dalda Oscar’a aday gösterilen film, en iyi orijinal senaryo dalında ödül kazanır. Filmin yönetmeni Being John Malkovich, Adaptation filmlerinden hatırlayacağınız Spike Jonze. Yazılımdaki ses Scarlett Johansson’a ait. Filmin kahramanı ise çok uzun süredir beğenerek takip ettiğim Joaquin Phoenix...

İlk defa Gladiator filmindeki rolü ile Oscar’a aday gösterilir. Joaquin PhoenixTo Die For, U Turn, 8MM, Gladiator, Signs, The Village, Ladder 49, Hotel Rwanda, ve Walk the Line gibi filmlerde kariyerini sağlam bir noktaya getiren Joaquin Phoenix, 2012’deki The Master ile bir kez daha Oscar ödülünü çok yaklaşır. 
http://tuvaletkagidinanotlar.blogspot.com.tr/2013/02/the-master.html
“Samantha: Geçmiş kendimize anlattığımız bir hikayedir sadece.”

9 Mart 2014 Pazar

Stanley Kubrick


Filmler bizleri farklı dünyalara götürür; kimi zaman kendimizi buluruz, kimi zaman konuşulmayanı gösterir kimi zaman da hayallerimizin ötesinde bir dünya yaratır.

Filmde rol alan sıra dışı oyuncuları görürüz ve içtenlikte rollerini canlandıranları takdir ederiz; yönetmenler az da olsa arka planda kalırlar. Her ne kadar filmin konusunda ve bende bıraktığı lezzeti üzerinde durup, işin sanatsallığı üzerinde durmamış olsam da, iyi bir yönetmenin sanatkarlığı sizde kalan lezzeti doğrudan etkilemektedir.

Dünyanın en büyük film arşiv sitesi olan IMDB’nin gelmiş geçmiş en iyi yönetmenler listesine baktığınızda ilk üçte Martin Scorses, Tim Burton ve Stanley Kubrik’i görüyorsunuz. Ardından Quentin Tarantino, Robert Rodriguez, Frank Darabont, Danny Boyle, Spielberg, George Lucas gibi isimler geliyor.

Danny Boyle bir kenara diğer tüm yönetmenler üç aşağı beş yukarı tarzları bellidir. Bir Tarantino’dan, bir Scorsese’den çıkmış bir film sizi şaşırtmaz. Kubrick filmlerinin ise bir tanesini diğerine benzetemezsiniz; sıra dışı ve şaşırtıcı olmalarının dışında çok da ortak yönü yoktur. Tüm yönetmeliği boyunca sadece 13 film yöneten Kubrick, neredeyse son kırk senede sadece 8 filme imza atmıştır. Bu filmler, Kubrick tek yetkili olduğu yapımlardır. 

Kubrick, televizyonun sinemacılığı tehdit ettiği dönemlerde, Hollywood’un daha içten ve cesur yapımlarda savaşabileceğine inanmaktadır.



Stanley Kubrick: A Life in Pictures adlı belgeseli Tom Cruise seslendiriyor. Kubrick ile beraber çalışanları, meslektaşları ve ailesi ile yapılan röportajlarla süslenmiş belgesel tüm filmlerin üzerinden akıcı bir şekilde geçişler yapıyor.

Stanley Kubrik’in mesleği fotoğrafçılık’tır. Bir video veya bir film hızlı bir şekilde gösterilen sabit fotoğraflardan oluşur. Aynı zamanda kitap okumayı seven Kubrik’in en çok sevdiği hobisi satranç oynamaktır. Kubrik’in fotoğrafçılıktaki bakış açısı ve satranç oynarken kullandığı zekası ve detayların üzerinde özenle durması, okuduğu kitaplardaki çarpıcı hikayeler belki sinema tarihinin en ilginç yönetmelerinden biri olmasında katkısı olmuştur...

İlk filmi 1953’deki Fear & Desire’ı çekmesi için babası kendi hayat poliçesini bozdurup oğluna destek olmuş... Ailesinin desteği alan Kubrick, kendisi de hayatı boyunca ailesine düşkün eğlenceli biri olmuş. Belki de ailesi sayesinde özgüveni yüksek, mizah anlayışı olan, sızlanmayan ve şikayet etmeyen biri olmuş.

Sadece onunla çalışanlar, Kubrick'in titizliği ve detaycılığı sebebiyle sıkıntı yaşamışlar. Kubrick, hemen hemen hiç bir projesinde zamanı dert etmeden, tamamen içine sindikten sonra filmlerini tamamlamış.



Hem Alman hayat arkadaşı ile tanıştığı hem de ilk defa sesini duyurduğu film olan Paths of Glory’nin başrol oyuncusu Kirk Douglas’tır. Üç sene sonra dört dalda Oscar alan meşhur film Spartacus’ün yönetmen koltuğuna oturması, filmin aynı zamanda yapımcısı olan Kirk Douglas sayesinde olmuştur. Bu film onun ününü sağlamlaştırırken, bu deneyimde daha önemli bir şey öğretmiştir: 
Bir daha asla son sözü söylemediği hiç bir projede çalışmayacaktır.
Her filmini eşsiz bir proje olarak ele alan Kubrick insanlığın tüm ‘olumsuz’ olarak nitelendirilen tüm yanlarını alır ve yansız, çıplak bir şekilde sahneler... Bu tüm durumlara rağmen umut olduğunun gizli mesajıdır ancak çoğu zaman anlaşılmaz Kubrick ve ağır bir şekilde eleştirilir.



İlk bomba 1962 yılında, o döneme göre radikal olan film “Lolita"dır. Bir dalda Oscar’a aday gösterilen filmde James Mason ve Sue Lyon yer almıştır. Yetişkin bir adamın genç bir kızla olan yakınlaşmasını konu alan film dönemin en cesur filmlerinden olur.



İki sene sonra ise Peter Sellers ile çok eğlendikleri, biraz absürt olan nitelendirilen Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb, bu kez dört dalda Oscar’a adaydır. Soğuk savaş döneminde, potansiyel bir nükleer savaşı ile dalga geçen filmde Peter Sellers canlandırdığı bir çok karakter ile muazzam bir performans sergilemiştir.



Dört sene aradan belki de Kubrick’in en ünlü filmlerinden biri olan ve bir dalda Oscar ödülü kazanan 2001: A Space Odyssey, tarih öncesini ve geleceğin ötesini inanılmaz izleyici ile buluşturur. Belki hepimizde olduğu gibi ilk defa seyredildiğinde anlaşılmayan film, Kubrick’in henüz dünya’nın uzaydan nasıl gözüktüğünün bile bilinmediği 1968’de asrının ötesinde bir yönetmen olduğunu ispatlamıştır.



1971 yapımı, A Clockwork Orange, belli ki Kubrick’in en sert ve fazlaca eleştirilen filmi olur. 4 dalda Oscar’a aday gösterilmesine ve gişe rekorlarına rağmen Kubrick’in filminin özellikle gençleri şiddete teşvik ettiği gerekçesiyle suçlanır. Özellikle İngiltere de olan şiddet olaylarının sebebi olarak bu film gösterilir. Kubrick dağıtımcı firma olan Warner Bros’dan filmin gösterimini durdurmasını ister ve başarılı olur. Bu da bir yönetmenin ne kadar işine hakim ve Warner Bros gibi bir firmaya sözünü dinletebildiğini gösterir.



Beş yıl sonra Kubrick, çok özenle çektiği 7 dalda Oscar’a aday gösterilen ve dördünü kazanan filmi Barry Lyndon’ı çekti. Bu filmi de çok uzun ve sıkıcı olarak yorumlandı. Ancak dönemi canlandıran en iyi filmlerin başında gelen Barry Lyndon, mum ışığında F0.7 lense ile çekilmiş ve kötü sahne bir tabloyu andırmaktadır. Kubrick renk ve ışıkla oynamakla ilgili hüneri bir kez daha göstermiştir.



1980’de ise en gerilim Kubrick filmi olan The Shining, Stephen King’in romanından beyaz perdeye aktarılmıştır. Belki de sıradan olabilecek bir korku filmi, Jack Nicholson’ın da müthiş performansı ile bir klasik olmuştur. 



Yedi senelik aradan sonra 1987’de çektiği Full Metal Jacket, bir dalda Oscar’a aday olurken, askerlik ve savaşı iki bölümde, tüm çıplaklığı ile izleyiciye ulaştırır. 



Son olarak Eyes Wide Shut filminde, Kubrick cinselliği konu alarak insanlığın analizini tamamlamıştır. Tom Cruise ve Nicole Kidmann’ın harika performansları 14 ay çalışmanın sonucunda ortaya çıkmış.

Mütevazi, ailesine düşkün, işine özen gösteren, her bir yapıtını benzersiz ve kendi dilediği gibi yapan Kubrick’in hayat hikayesini izlemek bir keyif... Filmlerini anlayan, anlamayan, seven, sevmeyen ve eleştiren herkes...  Bu filmleri birkaç kez seyredin, mutlaka farklı bulacaksınız...

7 Mart 2014 Cuma

Mükemmelin Peşinde mi Koşuyorsunuz?


Hep mükemmel olsun diye çaba mı harcıyorsunuz?
Çevreniz sizi anlamadığında veya desteklemediğinde kendinizi yalnız mı hissediyorsunuz?

Hiç üzülmeyin. Mükemmellik kavramı çok mu mükemmel? Hiç de değil... 
Mükemmellik içinde yargıyı barındırır.
Yargı ise zihnin olumlu ya da olumsuz ayrım için kullandığı en güçlü silahtır. “Onların aklı kıt” der ve kendini üstün bir hale getirerek kendi için yarattığı kimliği güçlendirir. Olumlu yönde ise, “Onlar da bizim gibi kolejli” der ve egoyu topluluk boyutuna çıkartır, hem de kendi yarattığı kimliği destekler.

Bunun tam tersi ise yermedir, ‘ben hep hastayım’ veya ‘ben yaratıcı değilim’ gibi bahaneler ile kendini yargılayarak kendi için bir bahaneler kimliği oluşturur. Zihin için, yarattığı maskenin üstün ve aşağıda olmasının çok da önemi yoktur; ona öncelikle bir maske gerekmektedir.

Gelelim “mükemmeliyetçilik” kavramına... 

Mükemmel nedir?
Kişisel olarak, herkese göre “mükemmel” diye tarif edeceğimiz nesne, kişi, olay değiştiğine göre bu sadece bir yargı, varsayım, düşüncedir. Düşüncenin kaynağı olan zihni besleyen iki ana madde ise deneyim ve hatırasındaki bilgidir. Bunlar geçmiş kaynaklı olup sınırlıdır.



Peki ya, evrensel boyutta “mükemmellik” – belki de ruhani boyutta – var mıdır?
Benim bakış açıma göre ya her şey ama her şey mükemmeldir, veya tamamı değildir. 
En doğrusu olanı, olduğu gibi algılamak... Verdiğimiz her etiket bir kelimeyi beraberinde getiriyor ve kelimeler de anlatmaya çalıştıkları kavramın kendisi değil sadece temsilciliğini yapıyor. Bu sebeple Taoizm’deki gibi “Tao, Tao değildir.”

Mükemmellik adına verilen çabaya, bunun için özünüzden feragat edilenlere değer mi? Tüm zamanlarda, mükemmellik ve normallik uğruna kendiniz ve bedeniniz ile ilgili yarattığınız tüm yargıları, tüm halüsinasyonları yıkıp, yaratımını iptal etmeye gönüllü müsünüz?

2 Mart 2014 Pazar

Büyüyünce Ne Olmak İstiyorsun?


Çocukluk döneminde bize sıkça sorulan ilginç sorulardan biridir. Bu sorudan kasıt büyüyünce hangi mesleği seçeceksin, hangi işi yapacaksındır... Soru bu hali ile o kadar kalıplaşmıştır ki, kişiler kendilerini işleri, meslekleri veya uzmanlık alanları ile tanımlama eğilimine girmişlerdir.

Hava alanında uçağa giderken bir iş adamı diğer arkadaşına anlatır:
“Bir zamanla bir kızla beraberdim. Kız bana ne dese beğenirsin; hayattaki ideali hemşire olmakmış!” Karşındaki adam, ona saygısından mı yoksa aynı fikirde olduğundan mı bilinmez, gülümseyerek onu onaylarmış gibi bakar. Anlatan kişi son noktayı koyar: “Hemen bıraktım.”

Meslekleri insanları tanımlamak için kullanmamıza mı yanarsınız, yoksa bazı meslek grupları hakkındaki yargılarımıza ve etiketlemelerimize mi?


Ebeveynler bile çocukları ile, ‘Bizim kız doktor, bizim oğlan mühendis’ veya ‘Bizimki müdür’ gibi meslekten öte pozisyonları, rütbeleri ile gurur duymaya başlarlar.

Bebekliğimizin süper kahramanları anne ve babamızı mutlu etmek en temel arzularımızdan biridir. Gerçi onların ‘işi’ endişe etmek ve kontrol etmek olduğundandır genellikle pek memnun edemezsiniz. Ve içten içe ya onların vizyonlarında ya da tam tersi yönde isyankar bir tutumla bir yöne doğru gidersiniz.

Gerçekten sizin neyle uğraşmaktan keyif aldığınız, keyif aldığınız işi yaparken ortaya çıkan verim, yaratıcılık... Sizin için zamanın durması gibi konularla kim ilgileniyor?

Öte yandan, asıl meseleyi kaçırmaya başlıyoruz. Bir meslek sahibi olmak demek o konu ile ilgili üniversiteyi bitirip diploma almak demek. Bir pozisyon, bir mevki sahibi olmak ise bir şirkette işe girip, belli bir hizmet süresinden sonra terfi alıp “müdür, koordinatör, direktör, yönetici” vs gibi unvanlar almakla oluyor çoğu zaman...


13 yaşındaki Logan LaPlante TED’deki konuşmasında bu soruya “Mutlu olmak” diye yaklaşıyor ve mutlu olmak için doğa ile bir olmanın, mevcut eğitim sistemindeki kafa yapısının değişmesi gerekliliğinden bahsediyor.

Peki ya siz gerçekten ne olduğunuzla ilgileniyor musunuz? Zihniniz sustuğunda kalbiniz size nasıl sesleniyor? Sezgileriniz size ne söylüyor?