16 Mayıs 2020 Cumartesi

Pleasantville


Öyle bir yerde yaşıyorsunuz ki, hiç bir atışınız kaçmıyor, herkes her dakika neşeli. Hep kibar ve güler yüzlü. Hiç bir zaman yağmur yağmıyor, hiç bir zaman başınıza bir şey gelmiyor. Her şey çok güvenli. Her gün her zaman aynı olaylar oluyor... Başta kulağa hoş gibi gelse de, bu durum belki de sadece bedeni hayatta tutmak isteyen içgüdüsel beynimiz harika bir yer olurdu.

Pleasantville isimli filmin kahramanı David, kendini okulda kendini dışlanmış hisseder. Babası ayrılmış, annesi kendinden genç bir sevgili ile beraber, kız kardeşi ise çapkınlık peşindedir. Tüm bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunu Pleasantville isimle 1960’lı yıllarda geçen siyah-beyaz bir dizi izlemekte bulmuştur. Bu dizide ilk başta anlatılan gibi mükemmel olarak tabir edilen ideal Amerikan yaşantısının bir örneğidir. Baba işten gelir, anne yemeği hazırlar, çocuklar okula gider, sporunu yapar...

Bir gün hiç umulmadık bir şey olur ve David, kız kardeşi ile beraber bu dizinin içerisinde bulurlar kendilerini. Onlarda siyah beyazdır. Gerçek hayatta olduğunun aksine zıtlıklar yoktu orada. Sadece olumlu durumlar ve mutluluk. Oysa bu düzen ardında, her şeyin belirli olmasından kaynaklı derin bir boşluk vardır. Zıtlıklar olmadan, insanları geliştirecek bir zorluk olmadan, duygular olmadan hayat fazlasıyla yavandır. David ve kardeşinin müdahalesiyle kasabada yaşayanlar bazı duygular hissetmeye başlar. Artık renklenmeye başlarlar. Siyah beyaz kalan ise düzenin bozulmasından rahatsız olmaya başlar. Her yenilikte veya hem yeni bir fikir ortaya çıktığında olduğu gibi, yeni bir düşünce zihin için bir tehdittir. Bu toplumsal düzeyde de aynıdır. Her şey normalleşene kadar değişik olanlara, farklılıklara karşın direnç olacaktır.


Bir süre sonra David tüm kasabayı rengarenk yapacak tüm adımların atılmasını sağlayacaktır. Bu kendi iç dünyasındaki siyah-beyazlığı da iyileştirmektedir. Artık olaylara bambaşka bir açıdan bakabilecektir.

9 Mayıs 2020 Cumartesi

My Sister’s Keeper


O planlı bir bebekti. Kendi ablasına tıbbi donör olması için planlanmış bir hamileliğin sonucunda doğmuştu. Bebekliğinden itibaren ablasına kan verme veya ilik nakli gibi bir çok konuda yardım ediyordu. Ona sorulmasa da... O ailenin üçüncü çocuğuydu. Bir de abisi vardı. Babası itfaiyeci, annesi de hiç vazgeçmeyen bir avukattı.

Ablası çok küçük yaşta lösemi olmuştu. Annesi bir türlü kızının başına gelen hastalığı kabullenmiyordu ve bu hastalığı savaşılacak bir nesne olarak görüyordu. Oysa bu savaş kimseye fayda sağlamıyordu. Ne ablasına ne de ailenin diğer fertlerine. Yıllardır evde kararları veren taraf olmuştu. Son derece uyumlu ve sevecen kocasına sadece sabretmek düşüyordu.

Ablası için çok üzülüyordu. Neden onun başına geliyordu tüm bunlar? Annesinin baktığı gibi haksızlık mıydı? Yoksa yaşamın bir parçası mıydı? Peki yıllardır ablasının kan değerlerini saymaktan dolayı abisinin disleksi problemini çok sonraları fark etmeleri, kendisinin biraz da zorla tıbbi prosedürlerden gelmesi doğal mıydı? Sağlıklı olmak abisinin ve kendisinin suçu muydu? Bunu dile getirmek veya konusunu açmak bile imkansızdı; sonunda hep aynı kart çıkacaktır karşılarına: “O hasta...

Yolun sonuna doğru yaklaşıldığında bile hazır olmayan tek kişi vardı: O da hep savaşan annesiydi. Kimse gerçekten çocukların ne istediğini, ne hissettiğini göremez hale gelmişti. O gitmeye hazırdı. Bir ömrün süresini belirleyen neydi? Tanrı mı? Kader mi? Ne kadar yaşamak doğaldı? 100 yıl? 70 yıl? 30 yıl? 5 yıl? Anne karnında? Uzun yaşamaktan ziyade yaşamı gerçekten yaşamak mıydı önemli olan? Bunlara cevap vermek çok zordu. Onun yaşında biri için çok karmaşıktı. Oysa annesinin yapması gereken artık hayatta olanları görmesiydi... “Ben sizinle kalıyorum” sözleri ne kadar da sihirli olurdu.


Hayatı boyunca kardeşimi kurtarmak için geldiğini düşünüyordu. Ancak bu doğru değildi. O sadece onun kız kardeşiydi. O da kendi hayatını yaşayacaktı. Ablasını tekrar görene kadar...
“Gittiğin yerde beni bekleyecek misin?”

5 Mayıs 2020 Salı

August Rush

Dinleyin.
Duyuyor musunuz?
Müziği.
Ben her yerde duyabiliyorum.
Rüzgarda, havada, ışıkta.
Müzik her tarafta.
Tek yapmanız, buna açık olmak.
Tek yapmanız gereken dinlemek.


Bir zamanlar anne ve babası bir şekilde bir araya geldi. Onları tanıştıran kaderleri, tohumunu atmak için bir fırsat sundu. Onlar birbirlerine çekildiler ve birleştiler. Annesinin babası onu kendi babasından ayırdı. Bir süre sonra annesi hamile kaldığını anladı...
Kendini bir yetimhanede buldu Evan... Öncesi bilmiyordu. Sonraları ona August Rush diyeceklerdi. Anne ve babasını tanımasa da her şeyini onlardan almıştı. Annesi ve babası gibi o da müzikle ilgiliydi. Her yerde müziğin tınısını hissedebiliyordu. Hepsi bir şekilde bir arayıştaydı.
Babası ise hem unutamadığı kadını hem de kendini özlemiştir. Müzik dolu yıllarını geride bırakmış, takım elbisesi ile küplerden oluşan bir ofiste sisteme uygun bir hayat kurmanın peşindedir. Oysa hayat ona rahat vermez, Lyla’yı bulmaya karar verir. Lyla da oğullarını...

August artık 11 yaşındadır ve sokaklarda müzikle uğraşır. Bu onun kendini ifade edişidir, yaşamı hissediş biçimidir. Hayatındaki her kişi ona hizmet etmektedir, o da başkalarına. Evrenin sonsuz titreşimini duyan Rush, büyük bir konsere hazırlanır; bu konserde bütün sırlar ortaya çıkacaktır...


Sadece bazılarımız mı duyabiliyor?
Sadece bazılarmız dinliyor.

2 Mayıs 2020 Cumartesi

Where the Wild Things Are


“Mutluluk, mutlu olmanın en iyi yolu değildir.”
Çocukluğumuzda bizim için en önemli konu güvende hissetmektir. Güven duygusu sağlıklı bir bağlanma ve ebeveynler tarafından görülmek sayesinde ortaya çıkar. Babamız yoksa, ergenlikteki bir çocuksak, annemiz ise kendi işleri ile ilgileniyorsa işimiz hiç de kolay değil değildir.

Where the Wild Things Are filminin kahramanı Max’in durumu aynen böyledir. Çocukluk döneminin kaos ile iç dünyasını oluşturmaya başlamıştır. Dışarıda olanlara karşı hayatta kalmak için ortaya çıkan iç parçalarıyla büyük bir ailesi vardır; onun krallığı...

Bu  krallıkta parçalar üçe ayrılır; sürgünler – duygusal yoğunluğu yüksek yanlar, yöneticiler – bizi ayakta tutan yanlar ve yangın söndürücüler – her şey çığrından çıkınca darbe yapan yanlar. Max bu yanlarının farkında varmak için hayali bir dünyaya gider. Burada görülmeyen parçaları anlamaya, yöneticiler arasında denge kurmaya gayret eder. Oysa yangın söndürücü her an ortaya çıkıp ortalığı yıkabiliyordu. Her şey eğlenceli giderken, hiç el değmemiş olaylar, yanlar ortaya çıkıp Max’ı zorluyordu. Travması ile yüzleşmesi karlı tepeleri tırmanmak gibidir...


O deli değildi, her insanın kişiliğini oluşturan bir çok parçası vardı:

İlgi Çekmek İsteyen Parça
Öfkeli/Vahşi Parça
Görünmeyen Parça
Karamsar Parça
Eril Parça - Baba
Dişil Parça - Anne
Mantıklı Parça
İçindeki Ebeveyn
Çocuk Parça

İç dünyasında babasının eksikliği ‘güneş’ ile temsil ediliyor. Güneşin bir gün öleceği, Max’in babasına olan ihtiyacını sembolize ediyor. Ay ve deniz; anne ve duyguları simgelerken, Max ebeveynleri arasında olan olayları hazmetme sürecindedir. Devamlı bir mutsuzluk hali olamayacağı gibi, devamlı bir mutluluk halinin olamayacağını görmektedir Max, önemli olan tam olmaktır. İhtiyacı olan her şeye sahiptir; artık yeniden doğmaya hazırdır. Kahraman çıktığı yoldan, kazandığı zaferden geri dönmeye hazırdır. Artık her şeyi farklı bir gözle bakacaktır...


Baba demek gelecek demektir, güvenli olmak, adım atmak demektir. Bilinmeyenle dans etmektir...
“Burası kayaydı, sonra kum oldu... Sonra toz olacak. Daha sonra ne olacak ben de bilmiyorum.”