O planlı bir bebekti. Kendi ablasına tıbbi donör olması için
planlanmış bir hamileliğin sonucunda doğmuştu. Bebekliğinden itibaren ablasına
kan verme veya ilik nakli gibi bir çok konuda yardım ediyordu. Ona sorulmasa
da... O ailenin üçüncü çocuğuydu. Bir de abisi vardı. Babası itfaiyeci, annesi
de hiç vazgeçmeyen bir avukattı.
Ablası çok küçük yaşta lösemi olmuştu. Annesi bir türlü
kızının başına gelen hastalığı kabullenmiyordu ve bu hastalığı savaşılacak bir
nesne olarak görüyordu. Oysa bu savaş kimseye fayda sağlamıyordu. Ne ablasına
ne de ailenin diğer fertlerine. Yıllardır evde kararları veren taraf olmuştu.
Son derece uyumlu ve sevecen kocasına sadece sabretmek düşüyordu.
Ablası için çok üzülüyordu. Neden onun başına geliyordu tüm
bunlar? Annesinin baktığı gibi haksızlık mıydı? Yoksa yaşamın bir parçası
mıydı? Peki yıllardır ablasının kan değerlerini saymaktan dolayı abisinin
disleksi problemini çok sonraları fark etmeleri, kendisinin biraz da zorla
tıbbi prosedürlerden gelmesi doğal mıydı? Sağlıklı olmak abisinin ve kendisinin
suçu muydu? Bunu dile getirmek veya konusunu açmak bile imkansızdı; sonunda hep
aynı kart çıkacaktır karşılarına: “O
hasta...”
Yolun sonuna doğru yaklaşıldığında bile hazır olmayan tek
kişi vardı: O da hep savaşan annesiydi. Kimse gerçekten çocukların ne
istediğini, ne hissettiğini göremez hale gelmişti. O gitmeye hazırdı. Bir ömrün
süresini belirleyen neydi? Tanrı mı? Kader mi? Ne kadar yaşamak doğaldı? 100
yıl? 70 yıl? 30 yıl? 5 yıl? Anne karnında? Uzun yaşamaktan ziyade yaşamı
gerçekten yaşamak mıydı önemli olan? Bunlara cevap vermek çok zordu. Onun
yaşında biri için çok karmaşıktı. Oysa annesinin yapması gereken artık hayatta
olanları görmesiydi... “Ben sizinle
kalıyorum” sözleri ne kadar da sihirli olurdu.
Hayatı boyunca kardeşimi kurtarmak için geldiğini
düşünüyordu. Ancak bu doğru değildi. O sadece onun kız kardeşiydi. O da kendi
hayatını yaşayacaktı. Ablasını tekrar görene kadar...
“Gittiğin yerde beni bekleyecek misin?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder