28 Ağustos 2013 Çarşamba

Bir Dakikan Var mı?


Kimsenin zamanı yok. Herkes çok meşgul. Trafik, toplantı, çocuklar, spor, etkinlikler, yemekler, alışveriş, sosyal medya vs... Kitap okumak mı? Meditasyon mu? Kendine vakit ayırmak mı? Nefes almak mı?.. Şöyle bir tatile gideyim de, kafam iyice rahat olsun da, sessiz bir ortam bulayım da, hepsini yapacağım... Pek yakında...

Yoğun ve meşgul olma illüzyonu ile bizi kandırıyor mu? 
Kendini önemli mi hissediyoruz? Öyle mi görüyoruz?
Gerçekten yoğun bir tempoda olanlar da olabilir,, ancak bu verimliliği ve etkinliği düşürmez mi?


İki önemli konu hayat kalitemizi etkiler:
  1. Aile, Sağlık, İş ve Zihin birbirinden bağımsız bir şekilde iyi olabilir mi?
    Hepsine gereken zamanı ayırmanız gerekir.
    *Televizyon, gazete, dedikodu, fazla İnternet ve oyunları bırakmak işe yarar mı?
    *Erken kalkmak, hafif yemek, yürüyüş işe yarar mı?
    *Kahve, alkol, ilaç, şeker, hazır yiyecekler, soğuk tüketmemek işe yarar mı?
    *Tüm gününüzü veya haftanızı nasıl geçirdiğinizi tek tek yazarak değişik bir bakış açısı getirir mi?
  2. Yaratıcılık ancak zihnin suskun ve sakin olduğu zamanlarda ortaya çıkar.
    Einstein en büyük buluşlarını banyoda tıraş olurken bulmuş. Biz yaratıcılığımızı işimize, hayatımıza yansıtmak için dingin bir zihne sahip miyiz?

Zihnin sakinleşmesine izin vermek, zihin ile özdeşleşmekten özgürleştirir bizi... Bunun için gözlemlemek, kim ve ne olmadığını tek tek bulmak gerekir. Zihni anlamak yapılacak işlerin başında gelir: Zihin 25W gücünde lamba kadar elektrik tüketir
  1. Tek bir konuya odaklanmak,
  2. Hayatınızdaki tüm aktiviteleri önemliden başlayarak dizmek ve,
  3. Bunu sabahtan akşama doğru yapmak, enerjinizi en verimli şekilde kullanmayı sağlar.
  4. Yapın! Fazlasını değil sadece gerektiği kadarını yap.


"Bir Dakikada Meditasyon" kitabının yazarı Martin Boroson, bir dakikalık meditasyonu anlatıyor. 
  • Bir dakikalığına rahat olabileceğiniz bir sandalyede oturun.
  • Ayaklarınız yere sağlam bassın.
  • Simetrik ve dik durun ama gergin değil.
  • Başınız askıyla asılıyormuş gibi dursun.
  • Bir dakika boyunca zihninize gelen düşüncelerin gelmesine ve akmasına izin verin.


Deneyin, biraz daha uyanık, daha taze ve daha açık bir hale geldiniz mi? Bu deneyimler An'da kalmanızı da sağlayacaktır. Boroson'a göre yaptıkça etkisi de artacak ve portatif bir meditasyon aracı gibi yanınızda taşıyabileceksiniz... Metro'da, sıra beklerken, ve hatta sıkıcı toplantılarda!..

27 Ağustos 2013 Salı

İlişkiler


Aşk, Sevgi ve İlişkiler... 
Sanırım insanlığın tüm zamanlarındaki en önemli konuları! En temel soru; ilişki size anımsatıyor? Sevgili, aile, arkadaşlar... Genellikle liste böyle akar gider...

Çok nadir kişi “kendim” ve "özüm" diye cevap verir ve kendisi ile olan ilişkisini, kendinin kim ve ne olduğunu sorgular. Ancak kişinin kendim demesinde bile, bir dualite (ikilik) yaratır. Bu yolculukta, kelimeler ile ifade edilemeyecek bir seviyede, tek ve benzersiz olana ulaşabilir miyiz?
Beni bende demem, bende değilim.
Bir ben vardır bende, benden içeri...
Yunus Emre
İçinde büyüdüğümüz dünyada, tüm ilişkilerde ayrım hakimdir. Taraflar arasında imzalanan yazılı ve sözlü, açık veye gizli anlaşmalar... Bu anlaşmalar ilişkiyi tanımlar. Kendimiz ile veya bizden farklı bir kişi ile olan ilişkimiz de böyledir.

İlişki Nasıl Oluşur?

Kişi kendini bildiği kadarıyla ve kendine miras kalmış temel inançları ışığında, karşısındaki hakkında varsayımlar ve yargılar oluşturur. Karşı tarafın da kendisi ile ilgili beklenti ve fikirleri varsayımlarda bulunur. Ve bu bilgi yumağına uyacak en uygun maskeyi oluşturarak zihnin en temel görevlerinden biri olan ‘çıkarı azamiye çıkarma’ uğruna sahneye çıkar ve rolünü oynar.

Zamanla bu durum, daha fazla varsayımlara sebebiyet verecektir. Özellikle uzun süreli ilişkilerde ‘ben bu kişiyi tanıyorum’ düşüncesi zihnimiz sararken aslında aradaki mesafe artamaya devam eder. Sonunda ya kanıksanmış ölü bir ilişki veya bizi ayrılık beklemektedir.


Bu kadar çok üzerinde konuştuğumuz ancak bu kadar da bilgiye aç olduğumuz ilişki romantik aşk ilişkisidir. Çoğu zaman isteriz, yolunu gözleriz, bazen de nefret edip inkar ederiz. İngilizcede, aşık olmak fiili ‘To Fall In Love”dır. Bunun doğrudan çevirisi "aşkın içine düşmek"tir. Kimisi aşk ilişkisini romantik bulsa da, olan olay şudur:


Çocukluktan yetişkinliğe geçerken ailemiz ve çevremizle koşullandırılan zihnimiz, topluma uyum sağlayacak bir kimlik yaratır. Bu yaratılan sahte kimlik; ego bizi yönetmeye başlar. Biz onu kendimiz olduğu yanılgısına düşeriz. Egonun temelinde korku yatar; bu ölüm korkusudur. Dolayısıyla karşılığında kendini var etmeye çalışır ve bir benlik oluşturur.
Egonun sık sık başvurduğu taktiklerden biri de bağımlılıklar oluşturmaktır, böylece ölüm gerçeğini görmezden gelmeye devam edecektir. Aşkın içine düşmekteki aşk da bu bağımlılıklardan biridir. 


Aşk deneyimi, egonun aynadaki tezahürüdür. İlk defa ego, kendini başka bir varlığa adamış ve tüm çılgın davranışlara açık bir hale gelmiştir. Bu başkası için yapılan bir fedakarlıklar yanılsamasıdır. Fedakarlık kelimesine yakından bakarsanız, bir şeyi feda edip karşılığında kar elde etmek yatar...

Nörolojik olarak incelendiğinde, egonun hormonlara bağımlı olduğunu görüyoruz. Her türlü bağımlılık zihni (egoyu) memnun edecek bir hormonla ilişkilidir. Statü testesteron salgılatır, tehlikeli sporlar adrenalin, alışveriş dopamin ve serotonin...

Aşk hormonu denilen hormon ise Feniletilamin’dir. Bu hormonun salgılanması en fazla 6-8 ay sürer. Düşme durumdan kalkan zihin, bu sefer sevgilisinde daha önce hiç görmediği kusurları fark etmeye başlar, ve bazı davranışlar artık ona batar hale bile gelebilir... Bir anda uyanan ego, bu sefer kendine döner ve ilişkiyi tehdit etmeye başlar.


Öte yandan sevginin, uyumun baskın olduğu birliktelikler yok mudur? Bunlar nasıl ortaya çıkar? Ya kendinizi bilip sonradan bir ilişki kurarlar ya da ilişkide çiftler kendileri beraberce bilip çift olarak farkına varırlar gerçeğin... Kuantum fiziğine göre ‘bireysellik’, ‘mekan’, ‘zaman’ ve ‘ayrımlar’ birer illüzyondur... Sadece dolaşık ilişkiler vardır. Her tür bilinç, ki buna enerji alanı da diyebilirsiniz, ortak bir bilince bağlıdır. Her çift birbirine bir katkıda bulunmak için bir araya geliyor, yeter ki siz gerçekten yüzeydeki tiyatronun arka sahnesindeki derinliği keşfedin. 

Derinlerde birbirini uyandırmak için bir araya gelmiş çiftler, yıllar geçtikçe kendi aile dinamiklerini keşfederek kim olduklarını hatırlayarak özgürleşmeye başlarlar. Bu özgürleşme korkunun yok olması demektir. Korkunun olmadığı ortamda sevgi yeşermeye başlar. Artık sevginin kendisi oluruz ve artık sevgiyle yükselmeye hazırızdır. 

İşte böyle bir tecrübe yaşamış kişinin anıları:
"Bundan 10 yıl önce aşık olduğum hayat arkadaşıma, ilginç bir şekilde, ilişkimizin altıncı ayından sonra, nişanlı olduğumuz bir dönemde, ona karşı aşkımın tam bir sevgiye dönüştüğünü söylediğimi hatırlıyorum... O zaman kızsa da yıllar sonra hak verir gibiydi...


Aşkın ve ilişkilerin tuzak gibi gözüken fırtınalarına biz de yakalandık, bunları kabul edip kendimizi ve birbirimizi daha iyi tanımak için kullandık. Artık kendisini yeni bir kişiyle tanıştırırken, eşim, karım, sevgilim demek, ya eksik ya da garip geliyor...


Ona artık sadece bakışlarımla, sarılmamla hitap ediyorum. 

Özgür, "bilinçsiz" bir şekilde BİR’iz..."

24 Ağustos 2013 Cumartesi

Safety Not Guaranteed


Darius, çocukken dünyayı toz pembe görürken, annesinin ölümünden sonra hayatta ilgili beklentilerini düşük tutmaktadır. İstediğini elde etmektedir; babası ile parası için çalışmaktadır; hayatında mutsuz olduğu bir noktadır.

Çalıştığı dergide patronu Jeff, kişilere lakaplar takarak, eğlence ve kızlarla takılmayı ilginç bir yaşam tarzı olarak belirlemiştir. İşi, evi ve arabası ile gurur duyar.


Patronu ve bir işi arkadaşı ile “Zamanda Yolculuk” yaptığını iddia eden ve gazete ilanı ile bir partner arayan Kenneth'i görmeye onu hakkında bir hikaye oluşturmaya giderler. Kenneth, bu yolculuğa birisi ile gitmek ister. Kendisine şüphe duyduğunda veya güvensiz hissettiğinde arkasını toplayacak birine ihtiyaç duyar.

Jeff, Kenneth için gittikleri kasabada lisede beraber olduğu kızla tekrar görüşmek ister. Ancak eskisi gibi zayıf çekici olmadığını görünce hayal kırıklığına uğrar. Sonra tekrardan bira araya geldiklerinde, ondan hoşlanır. Tavuk beslemek, ev yemekleri yemek hoşuna gider. Diğer bağımlılıklarının yerine aşka düşmeyi seçer... Liz bunun farkına varır ve Jeff’i reddeder. Jeff hemen yargılara sarılır ve Liz’i suçlar ve alkol ve cinselliğe bırakır kendini...


Kenneth ise zamanda yolculuğu aşk için yapacaktır. Ölen kız arkadaşı için gidecektir geçmişe... O zamanda takılmıştır. Tüm sorunlara rağmen kendi olabilen biridir... Ne zaman kendim olmuştum? Ne yapıyordum? Nasıl hissediyordum? Kendim olsam, nasıl daha güzel olurdu?
"Darius: Kenneth’in garip olduğunu da nereden çıkarıyorsun?
Jeff: Çünkü zamanda yolculuk yapabileceğini düşüyor.
Darius: Einstein ve David Bowie de garip miydi?"

20 Ağustos 2013 Salı

Night Train to Lisbon

“Kendimizden bir şeyleri arkamızda bırakırız, bir yerden ayrıldığımızda, uzaklaşsak bile, orada kalırız. Ve oraya dönmediğimiz sürece içimizde bulamayacağımız şeyler vardır.
Bir yere gittiğimizde, kendi içimizde seyahat ederiz, hayatımızın anlamını bulmaya çalışırız, ne kadar süre sürdüğü önemli değil. Bir yere gittiğimizde, kendi içimizde seyahat ederiz, hayatımızın anlamını bulmaya çalışırız, ne kadar kısa sürdüğü önemli değildir. 
Ama kendi içimize seyahat ederek, kendimizle karı karşıya geliriz. Ve bütün bu yaptıklarımız aslında, yalnızlık korkusu yüzünden değil mi? Bu yüzden hayatımızın sonuna gelince, pişman olduğumuz şeyleri anmaz mıyız?”
İsveçli Profesör, Raimund Gregorius edebiyat hocasıdır. Tamamen yalnız ve rutin bir hayat sürerken, tesadüfen intihara teşebbüs eden bir kadını kurtarır. Kadının unuttuğu ceketin cebinde Portekizli bir doktor ve şairin kitabını bulur. Kitabın adı Kelime Kuyumucusu’dur. Bu kişi, Amadeu, 1932 yılından 1968 yılına kadar Portekiz Cumhuriyeti'nin diktatörü olan Antonio de Oliveira Salazar'a karşı yapılan direnişte rol almıştır. 



Kitabında arasında Lisbon’a bir bilet vardır; Raimund, hiç düşünmeden sadece içgüdülerine dayanarak kendi dönüşüm sürecini başlatan bir yolculuğa çıkar. Tren Lisbon’a doğru yol alır...

Eski gözlükleri bile Raimund’u bırakmak ister ve yaşadığı minik kaza onu Mariana ile tanışmasına vesile olur. Artık kendini bulma yolunda daha iyi görebilmektedir.
Raimund, Amadeu’nun hikayesini araştırmaya, yakınlarını bulmaya ve onu anlamaya çalışır. Amadeu’nun devrim yılları anıları, profesörün kişisel devrimine yol açar.

Raimund, şairin “Hayatın asıl yöneticisi kazadır, zalimlikle dolu bir yönetici, tutkuyla ve cazibeyle dolu” sözlerini şans olarak yorumlamaktadır, ancak olması gereken ancak ve ancak bir önemli sebepten dolayı olmaktadır...

Amadeu hastanede doktor olarak çalışırken, bir gün Lizbon Kasabı lakaplı Binbaşı yaralı bir şekilde hastaneye getirilir. Amadeu onu iyileştirir, çevresinden çok tepki alsa da yapılması gerekeni yapar... Ve ironik bir şekilde daha sonra şehirden kız arkadaşını kaçırırken Binbaşı sayesinde sınırdaki kontrolden kurtulurlar.



Daha birçok yan karakteri ile çok keyif alınacak film, Pascal Mercier’ın aynı isimli romanının beyaz perdeye aktarılmış versiyonu... Tecrübeli yönetmen Bille August, harika bir kadro ile çalışmış: Başroldeki Jeremy Irons ve onun kadar eskilerden Charlotte Rampling ve Christopher Lee için sözlenecek söze gerek yok... Ayrıca Mélanie Laurent, Jack Huston, ve August Diehl de gayet başarılı bir performans sergilemişler... Filmin müzikleri ise hem hüzünlü, hem de hayat dolu.
“İçimizde yaşamın sadece küçük bir bölümüyse, geri kalanına ne olur?”
“Şu anda burada yaşıyoruz, buradan önceki her şey geçmişte kaldı, çoğunlukla da unutuldu. Önümüzde duran onca zaman boyunca, ne olmalı ve ne olabilir?”
“Açık ve şekilsiz, özgürlüğü hissettiren, ve içerisinde ağır bir şüphe barındıran? Bu bir dilek mi, basit ve nostaljik bir rüya mı, tekrar hayatın dönüm noktasında duruyor, ve tamamen farklı bir yöne sürükleyecek olan, kendimizi biz yapmaktan uzaklaştıracak olan...”
“Diktatörlük bir gerçek olduğunda, devrim bir görevdir.”
“Bu aslında bir insanın, diğerinin yaşam şeklini sorgulama, deneyiminden ibaret olan,diğerlerinin onayını beklemek değil midir? Eğer olay buysa, ölüm korkusu aslında, olmadığımız kişi olma korkusundan ibarettir. Bu konudaki başarısızlık hiçbir zaman başarıya ulaşmayacaksa, bir anda bu hayatın bir parçası olmadan nasıl yaşanabileceği sorusu aklımıza gelir.”
“Hayatın belirleyici anlarında, yön tamamiyle değiştiğinde, duygular her zaman belirgin olmayabilir. Açıkçası, hayatın dramatik anları tecrübe edildiğinde, genellikle bu durumun farkında olmayız. Devrim ile birlikte hayatımıza, yepyeni bir ışık geldiği zaman, sessiz ve usulca gelir. Ve bu olağanüstü sessizlikte, özel bir endam yatar.”

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Admission


Düşüncelerimiz elektrik akımlarından oluşur; elektrik ise manyetik alan yaratır...
Böylece ne düşünürsek onu çekeriz... Büyük patlama teorisine göre evren tek bir toplu iğnesinden başlayıp genişlemeye başladığına göre hepimiz aslında dolanığız.
Bunun dalganın da bize en yakın halkası, bizi bu dünyaya gelmemize vesile olan anne-babamız... Sistemin en küçük parçası... Kendimizi tanımaya ve gözlem yapmaya başladığımızda bulduğumuz tüm tortuların sebebi gibi karşımıza aile üyeleri çıkar...

Admission, bir çok aile içi veya hiç olmayan ilişkiler, ve bunların etkileri çok tatlı bir şekilde vurgulan bir film...

Babasının adını bile bilmeyen, ve annesine verdiği tepkiyle her şeyi kontrol etmek isteyen Portia başkalarının okula kabul edilmesine karar veren bir kurulda çalışmaktadır. Okula çok gitmek isteyen değil de, hali hazırda belli klişe standartlara göre hali hazırda ‘başarılı’ kişileri alan bir okuldur burası.


Evini paylaştığı erkek arkadaşını hiç sevmemesine rağmen ilişkisinin bitmesini istemez ve kendi düşüncelerinde hayatı yaşamayı zorlar. Ancak Portia’nın hayatı artık olması gerektiği gibi, büyük değişime sebep olacak bir kırılmaya doğru gitmektedir. Portia, hayatına hep anda yaşayan John ve okul başvurusu yapan ve notları düşük olan Lafont’u hayatına çeker.
Artık ona olaylarla ve kişilerle yüzleşmek kalacaktır...


Film, Jean Hanff Korelitz’in aynı isimli romanının beyaz perdeye aktarılmasıyla ortaya çıktmıştır. Yönetmen Paul Weitz, About a Boy isimli filme Oscar Ödülüne aday gösterilmiş, ve In Good Company gibi ilişkilerin ağırlıklı olduğu konuları seviyor.


Portia rolündeki Tina Fey daha fazla Televizyon dizi ve belgesellerdeki yazarlığı ile dikkati çekiyor. Özellikle 30Rock Disizi ile birçok ödüller almış 1970 doğumlu Fey... Oldukça başarılı performans sergileyen Tina rolün hakkını vermiş...
Portia: Buraya girmenin sırrı nedir? Bilmiyorum... Bunu kendinizin bulması gerekiyor.