16 Aralık 2021 Perşembe

The Hand of God

“Ailem artık toprak oldu. Artık hayatı sevmiyorum. Başka bir hayat; hayal ürünü bir hayat istiyorum. Artık gerçekliği sevmiyorum. Gerçeklik çok boktan… O yüzden filmler yapmak istiyorum.”

The Hand of God, 16 yaşında anne ve babasını kaybeden gencin hikayesini konu alır. 1980’li yılların Napolisi’nde yaşarken Maradona’nın Napoli takımına transfer olmasına sevinirken, diğer yandan ergenlik döneminde ebeveynlerinin kaybı ile sarsılır.

Anne babasının sevgi dolu ilişkisinde, diğer bir kadının ve hatta diğer bir kardeşin varlığı onun ilişkilere bakışını da kökünden değiştirir. Hayran olduğu teyzesinin akıl hastanesine yatışı onun acı çekmesine ve yaşadıkları gerçeklikten kurtulmak istemesi ile sonuçlanır. Anne ve babasının kaybından sonra ağlayamayan Fabio, donmuştur. Acı kaçınılmaz olduğunda devreye giren bu donma tepkisi bizi o anın acısından korur ancak daha sonra içimize attığımız bu acı enerjisi dışarı salınmazsa travma asla iyileşmez, o günkü kadar taze kalır… Elbette yaşanan her trajik olayın bir hediyesi de olur. Hayatta kalan yanlarımız bizi bazı yönlerden bizi geliştirir. Yeter ki içerde hapsolmuş enerjiyi çıkartalım.

Hiç umulmadık deneyimler yaşarken, karşısına çıkan bir tiyatro oyuncusundan etkilenir. Onu takip ederken ilginç bir yönetmen ile tanışır. Belki de film yönetmek ile ilgisi o anda yeşerir. Maradona’nın İngiltere’ye eliyle attığı gol, sanki ezilen Arjantinlilerin  emperyalist dünyaya Tanrı’nın Eliyle attığı goldür. Napoli’de İtalya’nın ezik sayılabilecek bir şehridir. Maradona bu şehre bir futbolcu olarak değil, bir İsa, bir Tanrı olarak gelmiştir. 1990 Dünya Kupası yarı finalinde, Napoli taraftarları İtalya karşısında oynayan Arjantin milli takımını desteklemişlerdir…

Tüm bu dönemi yaşayan Fabio, acılarından kaçmak için şehri terk etmeyi seçer… Onun hediyesi sinemadır.

“Elimden geleni yaptım, fena iş çıkarmadım.” [Maradona]

9 Aralık 2021 Perşembe

A Mouthful of Air

 

‘Yıldız canavarı gökyüzündeki tüm yıldızları toplamıştır. Pinky yıldızları yeninden yerine koymak ister. Elmaslarını sapanla fırlatır yıldızların yerine. Yeteri kadar uzağa gönderememiş. Limonları gökyüzüne gönderir, limonlar geri düşmüş…’

Annesi estetik ameliyatlar ile 10 sene daha genç gözükme peşindedir. Kocasının yaptıklarına rağmen onun geri gelmesini istemektedir. Gelmesi için kızının araya girmesini söyler. Annenin bir yanı büyümemiş bir ergendir. Annesinin bir yetişkin olarak orada olamaması onun ‘annesi için yapması’ ile sonuçlanır… Babasından uğradığı her türlü tacizle çok sevdiği insanlardan gördüğü çocuğun yıldızları bir bir yıldız canavarı tarafından yenmeye başlar. Artık dilek tutabileceği bir yıldızı yoktur. Çocukken çektiği acılardan dolayı kendisi de bir kız evlat dünyaya getirmek istemez. Bunu yüzeyde bilmese bile derinde hisseder. Julie bu konuda donuktur. Küçük bir çocuk olarak donmaktan başka çaresi yoktur bedeninin… Babasının üzgün olması onda bir etki yaratmamaktadır.

Julie zaten ilk erkek çocuğu için devamlı endişe etmektedir. Kendisi de bu dünyada yaşamak istemez. Onun bir düşüncesine göre kendisi olmadan çocuğu daha güvenli bir hayata sahip olacaktır. Kendisini hiçbir zaman yeterli bir anne olarak görmemektedir. İkinci hamilelik, gelen bebeğin kız olması, kullandığı ilaçları bırakması sonun başlangıcı mıdır?..

‘Bazen yıldızlar bulutların arkasındadır, bazen güneş öyle parlar ki yıldızları göremezsin, bazen de ayın arkasına saklanırlar. Ancak görünmeseler bile her zaman yıldızlar oradadır. Tıpkı benim gibi… Beni görmesen bile aşkım hep seninle…’

6 Aralık 2021 Pazartesi

Kimyasal Kalpler

 

“İnsan en çok ergenlik döneminde yaşadığını hisseder. Beyninize hayatınızı upuzun bir hikayeye dönüştürebilecek kimyasallar hücum eder. Cumartesi akşamını tek başına geçirmek sonsuz bir yalnızlık gibidir.”

Ergenlik döneminde tüm kimyasallar ile mücadele etmek zordur. Bir elimiz hala oyuncağımızı tutarken diğer elimiz karşı cinsten birin elini tutmak ister. Anne ve babamızın kollarında değilizdir artık. Bir ayağımız evdeyken, bir ayağımız dışarıdadır. Burası tam bir Araf’tır… Yaşanılan her travma ise bir yetişkinin kaldıracağından daha fazla etkiler bizi. 

Kimyasal Kalpler isimli film, bir kaza sonrası duygusal çöküntü yaşayan bir kızla, iyi bir aileden gelen bir oğlanın ilişkisini konu alır. Grace, geçirdiği kazadan ötürü kendini suçlu hisseder, hayatı ve ergenliği sorgulamaktadır. Bu dönemde henüz tam anlamıyla olgunlaşmamış beyin yapısından ve kararlarımızı etkileyen hormonlardan bahsedilmektedir. Her şey ama her şey çok yoğundur. 

“Ergen olmanın ne demek olduğunu bir düşün. Ailen başarılı olman için baskı yapıyor. Arkadaşların yapmak istemediğin şeyleri yapman için baskı yapıyor. Sosyal medya, vücudundan nefret etmen için baskı yapıyor. Zor bir şey bu, iyi bir aileden gelen uyumlu bir çocuk olsan bile. Şimdi hayal et. Romeo ve Juliet gibi sevdiğin insanla olamıyorsun. Shakespeare gibi birçok yazarın gençler hakkında yazmalarının bir sebebi var: Genç olmak insana acı verir, neredeyse duyumsanamayacak kadar büyük bir acı.. Yaşadığımız her şey konuşulmalı, saklamak daha beter. Ergenlik yılları Araf gibi. Çocuk olmakla yetişkin olmak arasında bir yerdesin ve dünya sana olgun olmanı ve kendini ifade etmeni söylüyor ama bunu yaptığın anda sesini kesmeni emrediyor. Aslında yetişkinler, Araf’tan sağ çıkabilme şansı bulmuş olan yaralı çocuklar.”

“Gökyüzüne bakınca insanların ölü yılların külleri olduğunu hatırlıyorum.  Biz sadece kısa bir süreliğine bir araya gelen atom parçacıklarıyız ve en sonunda ayrışıyoruz. Her şey nihayete erdiğinde ve bizler hiçliğin içine savrulduğumuzda elimizde temiz bir sayfa olacak. Bütün günahlarına sünger çekilmesi gibi…”

Oğlan kızın kurtarıcısıdır, oysa kız kendine gelme sürecinde bu kurban durumundan rahatsız olmaya başlar. Oğlanın anne-babası ise harika görüntülerinin ardında gerçekten oğullarını görmüyor gibilerdir. Kendi aralarındaki ilişki yetişkin ilişkisi midir? Yoksa onlar da ergenliğin belli bir dönemine takılıp kalmışlar mıdır?  Onlar bir ebeveyn olarak çocuklara uygun yetişme ortamı sunamadıklarında çocukları çocuk olmayı, ergen olmayı, genç olmayı pas geçerek erkenden olgunlaşmak durumunda kalıyorlar.

“Ergenlikte beyninizdeki kimyasallar, sizi çocukluğun güvenli ortamından söküp alan ve yetişkinliğin vahşi tabiatına bırakan kararlar vermeye iter. Bir arkadaşım bir defasında yetişkinlerin Araf’tan sağ çıkabilme şansı bulmuş olan yaralı çocuklar olduğunu söylemişti. Sizi dışarı çıkıp dünyaya o prizmadan bakmaya teşvik ediyorum. Ebeveynlerinize, abi, ablalarınıza bakın. Sokaktan geçen yabancılara bakın. Bakın ve onların da hayatlarının bir noktasında bu koridorlarda yürüdüğünü hayal edin. Onlar da dayanılmaz yalnızlığı hissetti, onlar da dayanılmayacak kadar güçsüz hissetti, gençliğin karanlığını hissetti. Yara izlerinin çirkin veya kusurlu olduklarını düşünürüz, saklamak ya da unutmak istediğimiz şeylerdir. Ama o izler asla geçmez. Bunları yazarken, sonunda anladım ki, o izler, kırılanları anımsatan şeyler değildir. Daha ziyade yaratılanları anımsatır.”

Çiftimizin ilişkisi ise bir sarkaç gibidir bir o yana bir bu yana savrulur. Ne zaman yakınlaşsalar, bir tetiklenme Grace’i kaderli meselesine çeker. Henry ne kadar alttan alsa da uzaklaşmayı engelleyemez. Sonra Grace’in ‘hayatta kalan’ parçalarından biri gelir ve her şey düzeliyor gibi olurken döngü kırılmaz…

 “Ergen bir insanın beyninin yetişkin birey beynine erişmeden önce bir gelişim süreci geçirir. Bu gelişim sürecinde biz doğru arayışımızı sürdürürken bağlar ve sinapslar patlıyor. Ya da yanlışı. Sevdiklerimizi, sevmediklerimizi. Kim olmak istediğimizi…” 

12 Temmuz 2021 Pazartesi

2040


2040 yılında Dünya nasıl bir yer olmalı?

Siz hayal etseydiniz nasıl bir 2040 gözünüzün önüne gelirdi?

Bu soruyu şu andaki yetkililere değil, o zaman yetişkin olan çocuklara sorsaydık neler derlerdi?

İşte tüm çocukların verdikleri cevaplar bu harika belgeselde: Daha çok kucaklaşma, eşit gelir dağılımı, eşit fırsatlar, daha çok çiçek, ağaç, daha temiz bir dünya, silahsız bir dünya, temiz bir okyanus, uyumlu bir yaşam, temiz bir suda yüzmek, ışınlanma, elektrikli araba… Daha temiz bir dünya yaratmak için işe yarayacak yeni icatlar.

En önemlisi başka bir çocuktan geliyor:

“Dünyayı temiz tutmanın bir insan içgüdüsü olmasını istiyorum.”

İnsanın doyumsuz bir şekilde dünyayı kendi arzuları doğrultusunda yaşanmaz bir hale getirmesine dair sayısız yayın var. Atmosfer ısınıyor, yeşil alanlar, buzullar azalıyor, hayvan cinsleri yok oluyor. Ümit ederim ki, birçok kişi artık bu gerçekleri biliyor. Ancak sabah kendi yaşamamıza uyandığımızda birey olarak ne yapabiliriz ki deyip, tüketmeye, benzin harcayan arabamızı kullanmaya, bolca deterjanla her dakika çamaşır makinası, bulaşık makinası kullanmaya, rekabetin körüklediği sistemi besleyen devam ediyoruz. Daha çok para kazanmak için daha çok satmak isteyen bir firmanın içerisinde bulunup, kazandıklarımıza birçok ihtiyacımız olmayan her türlü kıyafet, tatil, ev, araba, elektronik cihaz, botoks, yemek vs. Elbette sözümüz meclisten dışarı.


Oysa toplumları oluşturan bireylerdir. İnsanlığı oluşturan en minik yapı taşı bizzat kişilerdir. Biz değişirsek dünya değişir. Hepimiz bir zamanlar çocuktuk. Bugünün çocuklarının bakış açısına bizler de sahiptik. Tek yapmamız gereken şey içimizdeki çocuğu hatırlamak ve rekabet yerine iş birliğini, uyumu yeniden hayatımızın odağına koymak. Bizler kabileler halinde hayatta kalmış sosyal canlılarız. Sosyal bağlar bizleri mutlu ve sağlıklı yapmaktadır.
 Bireyselliğin ve rekabetin pompalandığı düzen, bizlerin sonunu getirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

2040 isimli filmde, mevcut küresel sıkıntıların yanı sıra somut çözümler sunuluyor. Ayrıca fikir ve çözüm önerilerinizi paylaşabileceğiniz bir web sitesi mevcut: https://whatsyour2040.com/

-Minik güneş enerjisi panelleri takmak ve enerjiyi evden eve paylaşımını sağlayan bir sistem. Bu insanları birbirine bağlayan sıra dışı bir çözüm.

-Çörek şeklinde kendine yetebilen habitatlar kurmak.

-Tarımın yeniden ön plana çıkması.

-Okyanustaki yosunun artışını sağlamak hem karbonu çekmek hem de balıklar için bir habitat yaratmak.

-Sürücüsüz elektrikli arabalar ile araba sahibi olmayı bırakmak. Ortaya çıkan otopark alanlarını yeşillendirmek.

-Eğitimde çevrecilik ve ‘biz’ kavramlarının artırılması.

-Geri dönüşüm ve yeniden kullanmaya ağırlık verilmesi.

-Fosil yakıtlara ayrılan dakikadaki 10,000 USD’lık bütçenin bu sektörde çalışan insanların güneş enerjisi ile çalışılacak işlere uyumu için harcanabilir.

Sonuç mu?

Birey olarak harekete geçmek ve hayat tarzımızın bir parçası olarak yaşadığınız alanları gözetip kollamak. Daha az tüketmek, karbon salınımını azaltacak bir yaşam tarzı. Güneş enerjisini daha fazla kullanmak. Daha paketli gıda ve et yemek…

Diğer bir çocuğun talebi: AZALTMA, YENİDEN KULLANIM ve GERİ DÖNÜŞÜM. Başka neler olabilir? Sizin fikirleriniz neler?

20 Haziran 2021 Pazar

Şimdi


Birdi bir zamanlar

Gördüğün her şey...

Ayrıldı, uzaklaştı insanlar

Her şey gibi... 


Durduramaz bizi şimdi

Hiç bir şey

Varken göğün yedi katı,

Ne yapalım ilk katta...


Varsın debelensin orada, 

Ne de olsa göremez balık okyanusu

Durdurmaz bizi şimdi, 

Biz ve yıldızlar biriz...

30 Mayıs 2021 Pazar

Robin Williams: Come Inside My Mind

Annesinin de, babasının da ayrı kişilerden birer erkek çocukları vardır. O onların evliliklerinden olan evin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasından kaynaklı çok ciddi bir ortamda sessiz bir çocuk olarak büyümüş; çalışan ebeveynlerinden dolayı genelde evin bakıcısı ile vakit geçirmiş. Ölü Ozanlar Derneği’ndeki gibi sadece erkeklerin olduğu bir okula gitmiş, daha sonra siyaset bilimlerini yarım bırakıp konservatuarda oyunculuk dersleri almış ve tüm dünyayı güldürmek için kolları sıvamış. Oysa yaşlandıkça gülüşünün ardında görünen gizli hüzün ön planı çıkmış ve Parkinson hastalığı başlangıcı ile depresyon onu ele geçirmiş ve kendi hayatına son vermiş. Bu efsanevi oyuncu Robin Williams…

Birçok televizyon şovunun yanı sıra yüzden fazla filmde rol alan Williams, üç kere Oscar ödülüne aday gösterilirken bir kere bu ödülü kazanmış. İnanılmaz karakterlere bürünen ve yepyeni ses tonu ile karakterler çıkartabilen çok hızlı düşünebilen ve konuşabilen Williams kendi hayatında ise çocukluğundaki gibi sessiz ve içine kapanık biri.

Oyunculuk onun için ifade etmenin en harika yolu olmuş. Yarattığı karakter, istediğini söyleyebilen roller, onun sıra dışı yeteneği ile birleşince sadece komedi değil, drama dalında da harika işler çıkarmasına sebep olmuş. Good Morning, Vietnam ile sinema oyuncusu olarak da dikkat çekmiş, sonrasında Dead Poets Society, Awakenings, The Fisher King, Mrs. Doubtfire, Good Will Hunting ve What Dreams May Come gibi yapımlarla dünya çapında bir üne kavuşan Williams’ın en yakın dostu diğer bir oyuncu olan Billy Crystal. Onun ve diğer bir insanın yorumları ile hazırlanan belgesel tarzı yapım Robin Williams’a veda seremonisi tadında: hem güldüren, hem hüzünlendiren…

Teşekkürler üstat. Keşke dünya seni daha iyi anlasaydı…

3 Mayıs 2021 Pazartesi

I love you, Man


Bazı erkek çocuklar daha ilkokulda kızlarla daha iyi anlaşmaya daha fazla dostluk yapmaya başlar. Cinsel olarak da kızlardan hoşlanan bu tipler çok fazla erkek arkadaşa sahip değildir. Buna gerek var mıdır? Ya da bu bir sorun mudur?

Bir erkek bir kadınla daha fazla erkek, bir kadın bir erkekle daha fazla kadındır. Evet bu doğrudur, ancak her iki cinste olan eril ve dişil enerji bir süre sonra karışarak dengeye gelerek her iki cins için sıkıntı çıkarmaya başlar. Kadın daha sosyal olduğu için kadınların olduğu ortamlarda dişi enerjisini kolaylıkla depolar. Erkeğin de benzer şekilde erkek arkadaşlarına ihtiyacı vardır.

Seni seviyorum adamım isimli filmin kahramanı Peter, yeni nişanlanmış bir emlakçıdır. Doğru düzgün bir erkek arkadaşı olmadığı gibi, iş hayatında ve kendini ifade konusunda problemleri vardır. Annesi ile arası da ekstra iyidir. Tüm bunlar tek duruma işaret etmektedir: Babadan eril enerji alamamasıdır. Babası diğer oğlu ile arkadaş gibidir. Tek arkadaşı ise yıllarca aynı şirkette çalıştığı arkadaşıdır.

Peter için tek yol kalır; kendi bir şekilde arkadaş bulacaktır. Bir çok yol dener, başına komik olaylar gelse de, o yılmaz ve sonunda tam ihtiyacı olan kişiyi bulur. Onu testesteron hormonu ile tanıştırır. Gerektiğinde savaşmasını veya kaçmasını, bağırmayı, hakkını aramayı, bazen dayak yemeyi... Daha da önemlisi almayı öğretir... Onun evi Peter için erkekliği keşfettiği bir yer haline gelir.


Başlarda Peter’daki bu değişiklikler nişanlısının hoşuna gider ancak giderek derindeki dinamik sarsılmaya başlar. O alan, Peter veren, o baskın, Peter pasifti. Dolayısıyla onun da kendini yeni duruma adapte etmesi gerekiyordu...

Aşkın içine düşülen çukurdan ancak böyle çıkabilirlerdi...

27 Nisan 2021 Salı

Remember Me



İçindeki öfke bitmiyordu. Bir türlü mutlu olamıyor, haksızlıklara dayanamıyordu. Anne babası boşanmıştı, kız kardeşi annesinin yeni eşiyle yaşıyordu. Babası ise kendini işine vermiş sanki başka hiç bir şeyi umursanıyordu. Asıl büyük olay ise yirmi iki yaşındaki abisinin intiharıydı. Onun hayatını sona erdirmesinden babasını suçlu tutuyordu. Ona göre babası hep zorlayıcı olmuştu. Babasının hayatında her şey derli toplu ve üst sınıftı...

O ise üniversitede okuyor, ev arkadaşının onu canlandırmaya çalışmasıyla ayakta duruyor gibiydi. Bir gün karıştığı bir olayda dayak yediği polis memurunun kızının kendi sınıfında olduğunu fark edince onun kızıyla tanışmaya karar verir. Bu sarışın kızında büyük bir kaybı vardır; on bir yaşında annesi yanında vurulur. Her ikisi de birbirine ilaç gibi gelmiştir. Kız arkadaşını annesiyle ve babasıyla tanıştırır ancak yine babasına karşı öfkesi dinmemektedir. Babasının ilgisizliği onu çileden çıkarmaktadır, kız kardeşine duyduğu sevgi bir abiden ziyade bir babanın sevgisi gibidir.

İşlerin çığrından çıktığı gün kız kardeşini dışlayan diğer sınıf arkadaşlarının onun saçlarını kesmesiyle patlar verir. Kız kardeşini korumak adına okulu dağıtırken, babası nüfuzunu kullanarak kızını önemsediğini gösterir. İlk defa baba oğul gibi hissetmeye başlamıştır. Baba rolünü devrederken başka bir görevi üstlenmektedir. Abisinin öldüğü yaştadır artık: yirmi iki... Sanki abisini takip etmekte; babasına – bunun senin yerine yapıyorum – der gibidir.

Remember aynı zamanda re-member anlamına gelmektedir. Yeniden üye olmak, kedini hatırlayıp herkisin kendi konumuna gelmesidir....

23 Nisan 2021 Cuma

Çocuklar


Ey çocuklar! Oturdukları yerden ders dinlemek zorunda kalan, kalpleri iki kat hızlı atmasına rağmen maske takmaya alışmaya çalışan çocuklar. Piknik, park veya denize gitmek yerine internet bağlantısını önemseyen çocuklar... Belki bizim gibi anne ve babasını büyüdüklerinde anlayacak olan sevgili çocuklar...

Her zaman durum böyle değildi elbet. Bir zamanlar internet yoktu. Televizyon bile yeniydi bizim için. Belki çoğumuz az da olsa bir kıtlık yaşadık. Çikolata, muz, oyuncak bile lükstü çoğumuza... Olsa da başkası özenmesin diye saklanılan bir çok şey vardı evde. Futbol izlerken fazla karmaşaya gerek yoktu: siyahları mı tutacaksın beyazları mı?

Anne babalarımızın çocukluğunu dinleyince durum daha da vahimdi. Onların zamanı... Hepimizin defalarca dinlediği roman. Evet onların hayatı romandı. Bizler ise onlara göre çok rahat büyümenin cezasına çarptırılıyorduk. Kimimiz şiddete, kimimiz bir çeşit tacize uğradık, kimimiz de aşırı sevildik. Onların hayatlarının anlamı, onların evliliklerinin devam etmesinin yegane sebebi olduk. Bariz bir kötü muameleye maruz kalmayan bu kısım, diğerleri tarafında gıptayla izlendi. Bir yük de buradan gelen bu sözüm ona kurtarıcı çocuklar, büyük olmak için çok genç, çocuk olmak için çok yaşlılardı...

Tüm olumlu, olumsuz şartlara rağmen çoğumuzun elinde sokaklar vardı, parklar vardı. Tüm farkların neredeyse sıfıra indiği bir ortam vardı. Boş araziler vardı. Bir kaç tahta parçası ile yakılan ateş ve evden yürütülen üç beş patates... Herkesin dahil olduğu kimsenin (neredeyse) dışarıda bırakılmadığı paylaşım vardı. Kimimizin kırık dökük bir bisikleti, kimimizin plastik bir topu, kimimizin oyuncak arabası vardı. Oyun alanı için geniş... Toprak, ağaç, güneş ve su... Şimdilerde para verip elementleri dinlediğimiz eğitimleri o dönemlerde bedenlerimiz her gün deneyimliyordu. Ağaçlara tırmanmak, toprakta yollar açmak, suyla oynamak, zıplamak, koşmak, yuvarlanmak... Aynı bir kuşun bütün gün cıvıldaması gibiydi.

Hiç bir şey yoksa o gün, ebelemece, köşe kapmaca, uzun eşek, bir bahçeye dalma, kelime oyunları, ve daha nice uydurulan oyun. Biraz daha büyüdüğümüzde ise erkek ve kızların birbirlerine bakışları, kavgaları... Adem ve Havva’dan bu yana gelen tatlı sürtüşmenin mirasını devam ettirircesine çocuksu ve masum etkileşimler. Hiç bir şey yoksa arkadaşlarımız vardı, sesli sessiz paylaşım vardı. Kıyaslamaların az olduğu bu ortamda, yalnızlık yoktu.

Hele bir de harçlık kopardıysak babadan, yaşadık. Mahalleye gelen macuncu, toz leblebici, pamuk şekerci, kağıda sarılı çekirdek ve mahallenin bakkalındaki gazoz... Organikmiş, glütenmiş, hijyenmiş laktozmuş... yoktu bu kelimeler lugatımızda. Biraz daha para bulduysak, pastaneler, sinemalar, kırtasiyeler hazırdı bizi mutlu etmeye...

Ey çocuklar, biz kendimizi ifade edemedik ancak bir çok basit ancak güçlü kaynağımız vardı. Siz şimdi kendinizi ifade edebilirsiniz, elinizde kaynaklar çok, kaldırın kafalarınızı, insanlığa boynunun eğdiren bu teknolojinin, sizi standart hale sokmaya çalışan ne varsa kaldırın hayatlarınızdan. Gelecek sizin...

17 Nisan 2021 Cumartesi

Nuh Tepesi

Babasına o kadar öfkeliydi ki, annesinin ölümünden bile onu sorumlu tutuyordu. Babasının onu ve annesini yalnız bırakıp yurt dışına başka bir hayat kurmasından dolayı dayılarına mahkum olmasının sorumlusu da babasıydı. Annesinin ölümünden babasını sorumlu tutuyordu.

Zeki bir çocuktu, oysa onlara bakan dayıları yüzünden tahammülsüz, kaba saba bir insana dönüşmüştü. 41 yaşında hala dayıları kabuslarına giriyordu. Babasına olan bütün öfkesini annelerine yönlendirmiş, ona tek bir güzel söz söylemişti. Annesi ellerinde ölürken bile güzel tek bir kelime söylememişti. Artık özür dileyeceği bir kimse de yoktu. Acıyla beraber büyük bir öfkesi vardı, büyük bir öfke...

Şimdi babasın son zamanlarında onunla memlekette bulmuştu kendini. Eşi hamileydi ve ondan boşanmak üzereydi ve her şey sarpa sarmıştı. Tüm öfkesini eşine mi yansıtıyordu? O da babası gibi onu terk ediyordu? Hep kendini kurban gibi görüp başkasını mı suçluyordu? Bilemiyordu...
Artık babası ile meseleleri halletme zamanıydı. Oysa onu nasıl affedeceğini bilemiyordu.

Babası yolun sonuna gelmişti ve köklerinin doğduğu yere köyüne gömülmek istiyordu. Bu onun ve babası için son bir fırsattı. Babası değişik bir olgunlukla konuşuyordu:

“Sen annenin ölümünden dolayı beni sorumlu tutmuyorsun değil mi? Seni ve anneni benim gibi bir adamdan mahrum bırakarak belki de iyi bir şey yaptım. Bir gün bunun için bana teşekkür bile edersin belki. Anne babalar çocuklarının kendisini anlaması için çocuklarının büyümesini beklerler. Ne acı değil m? İyi bir baba olamadım. Kalsaydım da iyi bir baba olamayacaktım. Yetersizliğinin farkında olan birine kızamazsın ki. Merhamet edebilirsin ancak.”



Az da olsa babasını anlamaya ve onunla bir bağ kurmaya başlamıştı. Geçmişini değiştiremezdi ancak ona bakış açısını değiştirebilirdi. Öfkesinin bir faydası yoktu artık. Geriye babasından hediye bir kaç söz ve tek başına durabilme gücü kalmıştı. Babasının dediği gibi iyi bir baba olma vaktiydi...

“Neden sadece sevmek veya nefret etmek zorundayız? Neden ortada bir yerde duramıyoruz.”

12 Nisan 2021 Pazartesi

Seaspiracy & Cowspiracy

"Bir insana asla güvenmeyin; -balık severim- deyip onu öldürüyor ve yiyor..." 

Her yıl trilyonlarca balığın öldürüldüğü sektörün doğaya, ekosisteme, insanlara yaptığı etki anlatan bir belgesel Seaspiracy... Diğer belgesel ise hayvancılığın doğaya verdiği zarar üzerinden duruyor. 

Mideniz kaldırırsa ve insan olduğunuzdan dolayı utanmazsanız rahat bir şekilde izleyebiliriz. 

Önce denizlerle başlayacak olursak, belgeselde ortaya konan gerçek şu: Suları kirlemekten yüz kat daha zararlı olan balıkları tüketmek. Balık çiftlikleri de bir çözüm değil. Hareket edemeyen ve yemle beslenen balıkların çoğu hastalanıyor, ölüyor ve aynı derecede zararlı... 

Sadece bildiğimiz balıklar değil, nüfuslarının %90'nını kaybeden yunuslar, balinalar, kaplumbağalar ve besin zincirinin en önemli hayvanı olan köpek balıkları... Onların sadece yüzgeçlerinde çorba yapmak için öldüren insanlar... 

Yok ediş ve ekolojik düzenin bozulması denizlerle de bitmiyor. Benzer bir durum karada yaşanıyor. Büyük baş hayvanların otlanması için açılan alanlar için ormanlar ve vahşi hayvanlar yok ediliyor. Hayvancılık sektörü tarafından desteklenen Greenpeace gibi çevre kuruluşları için daha yüzeysel konularda faaliyet gösterirken gerçek resim saklanıyor. İnsanların tüketmesi için beslenen hayvanlar insanlardan onlarca kat daha fazla su ve yiyecek tüketiyor. Yaklaşık 2,2 kg et için 2500 galon su tüketiliyor!


Hayvanlardan elde edilen protein ve bunun gibi besinlerin öz kaynağı ise onların yediği bitkiler. Dolaysıyla protein vegan beslenerek de elde edilebiliyor. Ayrıca inek sütü 29 kilo bir buzağıyı kısa bir bir sürede 180 kg yapmak için üretilmiş bir anne sütü. İnsanlar için gereksiz ve yan etkileri olan bir içecek. Buna peynir de dahil... Peynir Tuzağı isimli kitapta, peynirin sağlıklı bir gıda olmadığını ortaya çıkarıyor ve peynirin gerçekte nasıl üretildiği anlatıyor...

Sonuç olarak ve balık, et ve süt ürünlerin bu hızla tüketmeye devam edersek, dünya insanlar için yaşanmaz bir hale gelecek.  Bitkiler, hayvanlar bizden önce buradaydı. Onlara saygı duymalıyız. Bu şekilde devam edecek olursak köklerimizi kendimiz kurutmuş olacağız. Yapılacak en etkin şey için et ve balık tüketimini azalmak ve vegan beslenmek. Hemen bugün başlamak, başkalarına örnek olmak ve bu davranışı yaymak ve bilinçli olmak.

17 Mart 2021 Çarşamba

Court


Adalet sistemi doğruyu ve yanlışı bir birinden ayırmak için ortaya çıkmış kurallar yığını... Ancak doğru ve yanlış her zaman göreceli olmuş. zamana, ırklara, bakış açılarına, inançlara bağlı olarak değişmiş ve yozlaşmıştır.

Tüm bu zorluklar daha da prosedür ortaya çıkarmış ve karar mekanizması yavaşlamıştır. Tüm bunlara politik görüşler, sınıf ayrımları da eklenince düşünce bile suç olarak kabul edilmiştir. Düşünmek, düşünceleri şarkı sözlerine sıkıştırmak ve bunları söylemek.

Adalet sisteminde çalışan her birey – savcı, avukat, hakim – kendi kişisel dinamiklerini de sisteme karıştırınca iş içinden çıkılmaz bir hale gelmiş... Dünyanın hemen hemen her yerinde insanlar kendilerini benzer sistemlere emanet etmiş durumdalar.

Court isimli film Hindistan’da fakir bir adamın sokaklarda bedava söylediği bir şarkının, o civarda yaşayan bir lağım işçini intihara teşvik etmesi suçuyla tutuklanması ile başlar. Oldukça ağır tempolu bir film davadaki her bireyin kendi kişisel yaşamlarına göz atarak ilerler. Belki de her biri kendi aile veya atalarında bir haksızlığın kurbanı olmuş durumdadır. Onlar için de hayat hiç de adil değildir...

14 Şubat 2021 Pazar

The Map of Tiny Perfect Things


Hayatımız genellikle sıradan günlerle geçer. Hatta bazen hep aynı günleri yaşıyoruz zannederiz. Dolayısıyla zihnimiz ileride farklı olması için bize hayaller kurdurur. Diğer bir yandan da geçmişte yaşanan olumlu deneyimleri yeniden yaşama arzusu, olumsuz yaşanan olaylardan uzak durmak için bir koruma kalkanı oluşturur. Geçmişte veya gelecekte dolaşan bu düşünceler ve inanç yığını olan zihnimiz hayatı dolayısıyla yaşamamıza engel olur.

Groundhog Day gibi The Map of Tiny Perfect Things isim film, aynı günün defalarca yaşanmasını konu alan bir film. En büyük farkı ise salt bir komedi olmaması. Aynı günü yaşayan Mark, bir gün fark eder ki bu kaderde yalnız değildir. Margaret de aynı onun gibi bu günde sıkışıp kalmıştır. Yaşadıkları yaklaşık 16 saatin uzmanı olmuşlar. Çevrelerinde yaşadıkları anların haritasını çıkarmışlardır. Her küçük anı daha iyi nasıl bunun yollarını ararlar.

Yaşadıkları hayatın geçip gitmesine izin verilmediği için her anın küçük mutluluklarını keşfederler. Bu kader onları yakınlaştırmaya başlar. Oysa Margaret’in bir sır vardır. Bu sırdan dolayı yeni günleri de yaşamak istememektedir. Hayatın yeni anlarına hazır değildir. Mark ve Margaret belli bir sebepten dolayı birbirini hayatlarına çekmiştir. Mark küçük anlara ve ona önemsiz gibi gözüken detaylara görmeye başlar, Margaret ise artık devam etme cesaretini gösterecektir. İşte o zaman özgür olacaktır; hayatın amacı dördüncü boyutu çözmek, kansere çözüm bulmak değildir, hayatın amacı sadece yaşamaktır.

23 Ocak 2021 Cumartesi

2020'nin Ardından



Hemen hemen herkes, 2020 senesinden kurtulmak için can atıyor. Ülkemizdeki sıkıntıların üzerine patlak veren pandemi, birdenbire hayatımızı derinden etkiledi. Ardından İzmir’de deprem derken, şimdi gelen yeni yasaklar, kısıtlamalar, iyiden iyiye bunaltı hepimizi. ‘Daha başımıza ne gelebilir?’ sorusu kafalardayken yeni yıldan olumlu beklentileri olanlar azımsanmayacak kadar çok.

Peki ne olacak yeni yılda? Her şeyin suçlusu 2020 mi? Yoksa sadece gezegenlerin dizilişi mi? Oysa ne demişti Tanrılar Okulu’nun yazarı: ‘İçte ne varsa dışta da o vardır. Dışarıda olan hiçbir şey yoktur.’ Kitapları başucunda tutuyor, güzel sözleri bolca paylaşıp, beğeniyoruz. Paylaşılan bu sözleri içselleştiriyor muyuz? Hayatımıza katıyor muyuz?

Nedir bizi gerçekten rahatsız eden dışsal faktörler? Korku? Kısıtlanmak? Gelecek kaygısı? Başkaları için endişelenme? Pandeminin en büyük etkilerinden biri mevcut sistemin, kurulu düzenin bir anda değişmesi veya tamamen yıkılması. Kaybetmekten korkulan güvencenin- kendimizce kurduğumuz güvenli düzenin- bozulması veya bozulma riski. İçimizde bu güvenceye ihtiyaç duyan ne? Zihnimiz ve zihnimizin derinliklerindeki çocukluğumuz… Zihinden özgürleşmiş, çocukluğundaki travmalar ile çalışmış ve yetişkin olmuş biri, hepimiz gibi mi etkilenir miydi yoksa belirsizlikle, güvencesizlikle barış halinde mi olurdu?

Güvencesizlik, Evren’in en doğal durumu mu yoksa sadece dış olayların yarattığı bir sonuç mudur? Bu sorunun yanıtını bulmak için yeterince uzun bir sorgulama yaparsak; yaratılan tüm bu düzenin hiç de öyle sabit olmadığını, her şeyin daimî olarak hareket halinde olduğunu keşfederiz. Dolayısıyla tutunduğumuz ne varsa hepsi her an değişebilir. Hepsi eninde sonunda son bulacaktır. Tutunduğumuz ve 2020’nin tehdit ettiği neler var? Varlıklarımız, ev, araba, iş… Pozisyonlarımız, mevkiimiz, imajımız, nasıl göründüğümüz, gösterdiğimiz hayat tarzımız… Sevdiklerimiz, kendimizin ve çevremizdekilerin sağlığı… Bu listeyi kendinize göre uzatmak mümkün… Belki en kötüsü belirsizliğin kendisi… Korkunun ta kendisi!

Daha geniş bir çerçeveden bakıldığında görebiliriz ki, tüm bu liste zamana bağlı ve zaman içerisinde ister istemez hepsi bir gün son bulacak. Son bulmayan ne var? Zamana bağlı olmayan ne var? Derinde çılgınca dönen tekerleğin merkezinde sabit ve değişmeyen ne var? Her bireyin kendi yolculuğunda keşfetmesi gereken bu soruyu bir kenara bırakırken araştırmamıza devam edelim.



Dışarıda bir şey yoksa, birey diyebilir ki, ‘Salgını ben tek başıma mı yarattım? Tüm dünya bundan etkileniyor?’ Elbette tek bir kişi böyle küresel bir durumu yaratmaz ancak bireyler bağımsız değildir. Hepimiz büyük sistemlerin küçük bir parçasını oluştururuz. Görünürde büyük bir hareketi başlatan bir kişi bile olsa, kolektif anlaşma olmadığı takdirde, daha büyük bir hareket başlamaz. Salgının bizlerde yarattığı duygu ve düşünceler, çoğunluğun derindeki bilinçdışı korku, endişe, ayrımların sonucu olabilir. Gerçek özgürlüğü bulanmayan özümüz, dışarıya karşı yaratılan Kişilik isimli imajın zindanından çıkmak istiyor olabilir.

2020 bizlerin kendi kendimizle kalabildiğimiz, durup her şeyi irdeleme fırsatı bulabildiğimiz bir yıl oldu. Hala bunu yapmadıysak, 2021 de hizmetimizle…

5 Ocak 2021 Salı

Soul


Ölümden sonra ruhumuza ne olur? Öteki dünya var mı? Sonrası varsa, önceki dünya var mı? Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Önceki ve sonraki diyarlar varsa bu dünyadaki hayatın amacı ne? Bizim amacımız nedir? Ölen sadece bedense ruhumuza ne oluyor? Her planlanmış bir kurguysa özgür irademiz var mı?

Tüm zor soruların bir kısmını, belki de tamamını aklımıza getirebilecek türden bir film: Soul (Ruh) Annesinin baskısı altında olan orta yaşlı müzik öğretmeni Joe hayatındaki hedefine bir türlü ulaşamamıştı. Annesi onun sigortalı, güvenli bir öğretmen olarak işe girmesini önerirken, kendisi caz grubunda piyano çalmayı arzuluyordu. Defalarca hayal kırıklığına uğramış Joe, tam da istediği bir fırsatı yakalamıştı ki, birden bire bir çukura düştü. Neredeydi? Ölmüş müydü? Böyle bir zamanlama hiç de adil gözükmüyordu ona. Ne yapıp edip dünyaya yaşama geri dönmeliydi!

Bir şekilde doğum öncesi diyebileceği bir yere vardığında her bebeğin belli özelliklerle dünyaya gittiğini fark etti. Özelliklerin bir çoğu onlara veriliyordu ancak son bir özellik boştu; o belli olmadan doğum biletini alamıyordu. Joe’ya göre bu son özellik hayat amacıydı. Oradaki görevliler, belki de melekler yaşam pırıltısı diyorlardı. Joe kendi yaşam amacının bir grupta piyano çalmak olduğuna emindi.

Hiç umulmadık bir sürpriz ve maceraların sonunda Joe, hayal ettiği geceye kavuşur. Sonrasında ise önemli bir şey fark eder: Hayat amacına ulaşmıştır ancak hiç de hayal ettiği gibi değildir. Hedefe ulaşmak ile hedefi hayal etmek farklıdır. Hedefe ulaşmaya programlı zihnimiz ona ulaşınca bir dopamin salgılar, bu kişiye kendini iyi hissettirir ancak etkisi çabucak bitiverir. Joe bunun farkına varmasaydı belki de yeni hedefler koyarak arzu denilen kısır döngünün içinde bulacaktı kendini. Oysa hayatında fark ettiği diğer önemli bir mesela hayatın anını yaşamaktan küçük detayları fark etmekten uzak oluşudur. Yıllardır gittiği berberini bile gerçekten tanımadığı anlar. Artık anlamıştır:

Hayatın amacı varsa; zaman devrededir... Amaç, hedef ileridedir; gelecekte. Gelecek kavramı ile kendini meşgul eden tek canlı insandır. Hayatın kendisi amaçtır, bir hediyedir ve sonu vardır. Gelecek geldiğinde de sadece şu andır ve çok kısa bir süre sonra geçmiş olur. Şu an olmayan bir zaman dilimi yoktur. Anlar yaşamı oluşturur. Hayat kendisi yaşanmaya değerdir... Birazı miras, birazı özgür irade, her şeye rağmen yaşamaya değerdir...