30 Ocak 2016 Cumartesi

Steve Jobs


Herkesin gittiği yoldan gitmeyen, farklı düşünen ve farklı şekilde bir strateji izleyen, başkalarını da peşinden koşturan sıra dışı başarılar elde etmiş kişilere genel olarak baktığınızda, çocuklarının oldukça travmatik olduğunu görürsünüz. Bu travmalar onları ağır bir şekilde yaralamış olsa da onları tamamen güçlü, farklı, yaratıcı insanlar haline getirmiştir.

Steve Jobs’un hakkında bir çok film, belgesel çekildi ve kitaplar yazıldı. En son Danny Boyle tarafından çekilen en başarılı bakış açısına sahip olanlardan bir tanesi. Bu filmde Jobs’ın hayatının tamamına bakılmasa da, geçmişe dönüş yapan sahneler ile önemli bir dönemi içeriyor. Onu ne ilahi, ne de berbat biri olarak gösteriyor.

Filmde de belirtildiği gibi, Steve Jobs’ın annesi evlilik dışı olan ilişkiden 23 yaşında hamile kalmıştır. Tek başına büyütmek istemediğinden ve tahminen bu durumdan utandığı için oğlumu evlatlık verir. Onu alan aile bir şekilde onun geri verir. Daha sonra Paul ve Clara Jobs çifti onu evlat edinir. Steve henüz bir yaşında öz annesinden ve ilk üvey ailesi tarafından terk edilmiştir. Doğal olarak öz anne ve babadan alamadığı sevgiden dolayı, kendisi de sevgiden yoksundur. Ancak büyük bir ihtimalle derinden onlara büyük bir özlem duymaktadır. Belki de evlilik bir çocuk dünyaya getirmesinin ve uzun yıllar onu inkar etmesinin sebebi de bilinçaltından onlara ne kadar sadık olduğunu göstermektedir. Bu bilinçaltından ‘sizler gibi yaparsam beni seversiniz’ anlamına gelmektedir.


Daha sonra yumuşaması, aile kurması gibi gelişmeler olsa da geçmişi, kaderi onun içindeki derin acı, kırgınlık ve belki de nefreti pankreas kanseri olarak ortaya çıkarmış olabilir. Pankreas rahatsızlıklarının temel sebebi genellikle hayattan tat alamamadır. Her ne kadar onun hayatının tam detaylarını bilemesek de bunlar izlediklerimiz ve okuduklarımızda yapılabilecek çıkarımlardır.

Peki, Steve Jobs’ın sıra dışı yaşamından çıkarımlarım ne olabilir?

Başarısızlıklar
Onun hayatına baktığımızda bir peri masalı görmeyiz. Küçük bir garajda, ortağınızla Apple isimli bir şirket kuruyorsunuz ve bu şirket yarım milyar değerine ulaşıyor ve sonunda şirket sizi başarısız bir ürün lansmanından sonra, sizin işe aldığınız kişi sizi kovuyor. Siz gidip başka bir şirket kuruyorsunuz. Ve uzun bir süre sonra şirkete geri dönüyorsunuz. 


Başarısızlıklardan yılmayıp öğrenmeye ve sevdiğiniz şeyi yapmaya devam ediyorsunuz.
"İşiniz, hayatınızın büyük bir bölümünü dolduracak. Gerçekten tatmin bulmanın tek yolu ise yaptığınız işin harika bir iş olduğuna inanmaktır. Harika bir iş yapmanın tek yoluysa, yaptığınız işi sevmektir. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin. Yetinmeyin. Kalple ilgili tüm meselelerde olduğu gibi, onu bulduğunuzda bunu fark edeceksiniz. Her harika ilişkide olduğu gibi, yıllar geçtikçe daha iyi bir hale gelecektir. Bu yüzden bulana kadar arama devam edin. Yetinmeyin."
Farklı Düşün
Firmanın da en güzel sloganı ola “farlı düşün” Steve Jobs’ın stratejisini ve yaratıcılığını belirliyor. Ona göre nesneleri birbirine bağlamaktır. Ve belki de onu en başarıl kılan bakış açısı, insanlara ne istediklerini sormamak olmuştur.
“İnsanlar sen ona gösterene dek ne istediklerini bilmiyor.”
Sürekli Yenilikçilik
Son olarak onu ve Apple firmasını farklı kılan devamlı yenilikçi bakış açısıydı. Bilgisayar firması, müzik çalan bir cihaz yaptı ve daha sonra da dünyada sonradan girdiği telefon pazarında tüm kuralları değiştirir...
"Bir şey yaptığınızda iyi bir sonuç alırsanız, bir başka iyi şey daha yapın ve ona çok uzun süre takılıp kalmayın. Bir sonrakinin ne olacağını düşünün."

Apple’dan kovulmayı bile bir fırsata dönüştüren yapısı ile yapılan başarıya tutunmadan yeni başlayan birinin heyecanını içinde hissetmeyi öğrendi belki de...
"Apple'dan kovulmak, hayatımda başıma gelen en iyi şeydi. Başarılı olmanın ağırlığı, yeni başlayanın hafifliğiyle yer değiştirdi. Hayatımın en yaratıcı dönemlerinden birine girmemi sağladı."

28 Ocak 2016 Perşembe

Room


Kaçırılmış ve penceresiz bir odada yaşamak zorunda olan bir kadının oğlu doğar ve çocuk beş yaşına kadar burada yaşar. Tepedeki küçük pencere dışında içeri ışık girecek, dışarıyı görebilecek bir delik bile yoktur.

Her ne kadar durum korkunç gibi gözükse de, çocuk tamamen güven içerisindedir. 24 saat annesinin yanındadır. Onları oraya hapis tutan baba ise her gün yemek getirmektedir. Bir gün daha fazla dayanamayan anne, tehlikeli bir plan yapar ve bir şekilde oradan kurtulurlar. Çocuk ilk defa daha “uzay” diye tanımladığı dış dünyaya çıkar ve bu onun için çok zorlu bir deneyimdir. Bu yeni deneyim onun için korkutucudur.

Bu odanın duvarları, aslında bizlerin kendimize ördüğü duvarları temsil ediyor. Çocuk içeriyi değil, dışarıyı tehlikeli buluyor. Hiç çıkmadığı bir yere gitmek, bir şeyler keşfetmek onun için oldukça tehlikeli. Bu aynen, alıştığımız hayatlardan şikayet etsek de yeni bir şeyler yapmak istemememiz gibi bir durum. Bu sebepten dolayı bazen biliriz yapılması gerekeni, yapmak istediğimizi ama bir türlü adım atmayız... Ne kadar berbat da olsa durum, suya atlamak zor gelir insan...


Zihnin oluşturduğu bu duvarları yıkmak ise cesaret ister. Bu düşük benliğin oluşturduğu inanç, düşünce ve davranış kalıplarını yıkmak bazen acıtır canımızı... Acı yoksa kazanç da yoktur klişesi oldukça doğrudur. Teslim olmuş gibi yapan zihin hemen yeni duvarlar arar; bunlar daha güzel gözüken, içeri olan spiritüel duvarlardır. Ama artık durum daha beterdir; çünkü artık eskiye göre daha rahat bir hapishanenin içerisindesinizdir. Zihin ise bu sinsi mücadelenin galibidir. 

İçeri ışık girer ama halen ışığa ulaşılmamıştır, burada neler olacağını bilemezsiniz, tam birlik ve teslimiyet gerektirir bu... Büyük bir şeyin parçası olurken onunla uyumlu bir halde hareket etmek çok yenidir... Yeni; belirsizdir ve zihni korkutur. Bizi devamlı meşgul etmek ister, bir o yere bir bu yere götürür, asla yalnız kalmayı sevmez. O hedeften bu hedefe bizi oyalar durur. Bu yolculuğa devam etmek gözlem yapmak, uyanık kalmak ve anda yaşamayı gerektirir. Zihin ya geçmiştedir ya da gelecek illüzyonları yaratır...
Odadan çıkmak cesaret ve konsantrasyon ister...

“Dünyada bir çok ‘yer’ var. Az zaman var, çünkü bu yerlere ayrılmış zaman o kadar ince ki, tereyağ gibi. Bu yüzden herkes ‘Hadi acele et! Hadi gidelim! Hızlan! Hemen bitir!’ diyorlar.”

22 Ocak 2016 Cuma

Knight of Cups

“Sana küçükten anlattığım hikayeyi hatırla... Genç bir prens hakkında. Doğunun kralı babası tarafından batıya, Mısır’a bir inciyi bulması için gönderilen bir şövalye. Denizin derinliklerinde olan bir inciyi... Ama prens oraya vardığında halk, ona bir bardak doldurup verdi ve hafızasını kaybetti. Kralın oğlu olduğunu unuttu. İnciyi unuttu. Ve derin bir uykuya daldı. Kral, oğlunu unutmadı. Haberler, elçiler, rehberler göndermeye devam etti. Ama prens uyumaya devam etti...”
Kimiz biz? Neyiz biz? Özellikle ergenlik döneminde başlayan bu soru içimizi kemirir. Bu dönemde çoğunlukla arkadaşlarımıza bakar ve çevremizle en uyum sağlayacak bir kimlik yapısı oluşturur devam ederiz hayatımıza... Ama içimizde bir şey zaman zaman dürter bizi. Bazen hayatımıza çekilen olaylar, kişiler öyle bir sarsar ki bizi; yeniden gelir soru gündeme... Kimiz biz? Hayat bir oyun ve eğlence alanı ise neden bu kadar ciddiye alıyoruz her şeyi?

Belki soru yanlış? Veya sorunun muhatabı... Soru kimsin olduğu sürece, öncelikle bir kişi olduğun varsayımı ile yola çıkıyorsun, ikincisi ise cevabı zihninde arıyorsun. Öyleyse belki de gidiş yolunu değiştirmek gerekiyor... Kim değilsin? Neler hayatında yanlış? Nelere tutunuyorsun? Nelerle kendini tanımlıyorsun? Neler senin için hayatında vaz geçilmez gibi görünüyor? Tüm bu yanlışları bulup, takılan maskeleri düşürdüğümüzde, zihinden kaynaklı tüm illüzyonları kaldırdığımızda her zaman zaten orada olan güneşin ışıklarını görebileceğiz...

Filmin kahramanı Rick’in dediği yıllar boyunca hiç tanımadığı birinin hayatını yaşamıştır. Kardeşi intihar etmiş, babasına öfkeli, para ve kadınlara düşkün biridir Rick. Belki de bize öğretilen kalıplar içerisinde deneyimler üzerine yaşıyordur. Zihin asla anda olamaz; onun hafızasına gidecek iki şey vardır bilgi ve deneyim. Bazen dikkat edin, o anın derinliğinden çok insanlar devamlı fotoğraf çekmekle meşguldürler. Onlar için o anı yaşamaktan ziyade, o anı deneyim haline getirmek vardır. Rick’in sevgililerinden birinin dediği gibi, Rick de aşk değil, bir aşk deneyimi aramaktadır.

Filmin yazarı ve yönetmeni Terrence Malick, filmi bölüm bölüm isimlendirmiş. Ve son birkaç filminde olduğu gibi konuşmalardan ziyade arka ses ile ilerliyor film.
The Moon (Ay)
“Bir zamanlar ruh, mükemmeldi ve kanatları vardı, sadece kanatlı yaratıkların gidebileceği cennete uçarak giderdi. Ama ruh, kanatlarını kaybetti ve dünyaya düştü. Orada da dünyevi bir bedene kavuştu. Ve şimdi, bu bedenin içinde yaşıyorken kanatların ibaresi dıştan gözükmüyor. Ancak kanatların kökleri hala orada. Kanatların yaradılışında maddi bedeni alıp cennete götürmek var. Güzel bir kadın ve erkek gördüğünüzde ruh, önceden cennette bildiği güzelliği hatırlar. Ve kanatlar hareketlenmeye başlar. Ve bu da ruhun uçasını getirir ama henüz uçamaz. Hala çok zayıf. Bu yüzden insan, genç bir kuş gibi gökyüzüne bakmaya devam eder. Dünyaya olan tüm ilgisini kaybetmiştir.” 

 

Adem ile Havva’nın cennetten atılma hikayesi gibi kuantum fizikçi filozoflarının da varsayımlarına göre boşluk dediğimiz aslında bir boşluk değil, ruhun geldiği zaman ve mekanın olmadığı, sınırsız olasılıkların olduğu bir denizdir: Sadece ruh bu dünyada bunu unutmuştur...

“Her şey olabilir, her şey yapabilirsin, baştan başlayabilirsin.”
The Hanged Man (Asılmış Adam)
Bu kısımda intihar ettiğini düşündükleri kardeşi, hayattaki kardeşi, babaya olan öfke konu ediliyor. Kardeş babaya çok öfkeliyken, onu kör, sağır ve tamahkar olarak betimliyorlar. Ancak filmin sonlarına doğru babası ile yüzleşip onun kaderini anlar...


The Hermit (Münzevi Kişi)


“Kaos, açlık, başka bir şey için özlem duymak, ne olduğunu bilmeden...”

Tüm bu koşturmacanın içerisinde bazen yalnız hissederiz kendimizi... Maskelerimizi attıkça uzaklaşırız mevcut sistemden ve insanlardan. Ancak sessizlik içinde ruhumuzun iç sesini duyabiliriz.
“Dünya bir bataklık, uçarak geçmek gerek. Uç. Her şeyin sadece bir zerre olduğu yere yüksel.”
Judgment (Yargı)

Bu bölümde Rick’in eşi Nancy onu eleştirir. Ne onunladır, ne de onsuz... Nancy merhametli bir doktordur. Sanki evliliklerinde de bu kurtarıcı rolü üstlenmiş gibidir...
Tower (Kule)

“İçmek kötüdür, ama duygular daha kötüdür.” Tüm duygu ve düşüncelerin kaynağı zihindir. Onu neyle beslerseniz o onları üretmeye devam eder. Geçmişe takılmak veya gelecek hayalleri kurmak: “Sana hayal mi kurdurayım? Hayaller güzeldir. Ama hayallerle yaşayamazsın.”
Hatırla. İnci. Fısıldıyor. El ediyor. Her erkek, her kadın bir rehber, bir Tanrı... Karanlıktan ışığa!
Ne kadar daha rol yapmak zorundasın? Kimin için? Olmayı hedeflediğin şey nedir? Bırak onu! Hayatta hedef olmaz. Hayatın kendisi zaten amacın kendisidir... Hatırla. Ol. Yaşa...



The Highest Priestess (Yüksek Rahibe)
Kimse gerçeği umursamıyor gibi... Matriksin içinde yaşayıp gitmek ve sürüklenmek... Matriksin içinden çıkıp süper kahraman olmak, spiritüel olmak da seni başka bir illüzyona götürüyor; oldum yanılgısı! Gerçeği görebildiğinde ‘ben’ diyen bir zihin kalmayacak...
“Nefes al, zihnin bir tiyatro. Her şeyi denerim ben. Neden denemeyesin?”
Death (Ölüm)

“Yalnız gibi görünüyorsun. Değilsin. Şu anda bile Tanrı elini tutuyor ve senin bilmediğin bir yolda rehberlik ediyor sana. Mutsuzsan, bunu Tanrı’nın hoşnutsuzluğu olarak algılamamalısın. Tam tersine. Seni sevdiğinin bir işareti de olabilir. Acıdan kaçınmana yardımcı olarak değil, sana acı vererek sevgisini gösteriyor. Seni orada tutarak. Acı; seni senden daha büyük bir şeye bağlasın diye, senin iradenden daha büyük bir şeye. Ötesinde yatanı bulmak için. Seni dünyadan alıyor. Gönderdiği sıkıntılara dayanmamız yetmez, bu sıkıntıları bir hediye olarak görmeliyiz. Çünkü hediyeler, kendimiz için istediğimiz mutluluktan daha değerlidir...”

21 Ocak 2016 Perşembe

The Big Short


Dünyadaki en uzun yapılan araştırma 75 sene süren bir araştırma... Bugün 80 yaşının üzerine gelen kişilerin tüm hayatlarını inceleyen ve onların nasıl ve nelerden mutlu olduğunu inceleyen ve belli aralıklarla kontrol eden bir araştırma. Araştırmanın sonucunu söylemeden önce bu konu ilgili yapılan anketin sonucuna bakalım; hayatta mutlu olmak için hedefiniz nedir? Yüzde 80 kişi ilk sırada zengin olmak derken, yüzde ellisi ise ünlü olmak amacını ilk ikide yer vermiş... Peki neden bu kadar para ve ün önemli?

İnsan zihni referans noktaları ile karşılaştırma yaparak çalışır. Onun için karşıtlıklar, kıyaslamalar olmak zorundadır. Bebeklik çağında keşfi ise ayrı bir fiziksel beden olduğudur. Bunun üzerine geliştirdiği kişilik yan “Ben olmak” için başkalarının olması gerekir ve devamlı kendini onlarla karşılaştırmaya başlar. Ünlü olmak zihnin gözünde var olduğunun en büyük ispatıdır ve doğal olarak diğerlerinden daha iyi veya üstün olduğunu düşünür. Zihnin en temel görevi ise özdeşleştiği bedeni hayatta tutmaktır... Para ise ona sanal bir güvence hissi verir. Diğer taraftan para ünlü olmak için de araç gibi görülür; ev, araba, statü; egonun favori arzuları...
 

Bazen bu arzuları kullanan sistemler ortaya çıkar; bankerler veya saadet zincirleri... Arkasında temeli olmayan finansal zenginleşme araçları. Ama hiç böyle bir durumu Amerikan morgıç sisteminde olma ihtimali olur muydu? Az bir teminatla yüz bin dolarlık ev alınıp, bu ev teminat gösterilerek daha büyük bir kredi çekilmesi ve bu kredileri notlandıran firmaların rekabetten ötürü devamlı iyi notlar verilmesi... Bu da yetmiyormuş gibi iyi ve kötü kredili finansal ürünleri paket yapıp değişik isimler altında pazarlanması... Sonuç 2008’de diğer ülkeleri de etkileyen milyonlarca kişinin işsiz kalmasına sebep olan Amerikan Morgıç Krizi.

Film, tüm bu krizi geldiğini gören bir gözü kör Michael Burry ve onun gibi bu durumu hisseden bir kaç farklı grup insanın girdikleri büyük risk. Bu insanların yaptıkları Amerikan gayrimenkul piyasasına sigorta yaptırmak gibi bir şey... Bankalar böyle bir risk görmedikleri için büyük bir keyifle sigorta primlerini almaya devam ederler, ancak tüm bu felaket patlak verirken bu kişiler de bu durumdan bireysel olarak istifade ederler...
 

Tam derinlerde yatan mekanizma nedir? Bu basit bir finansal kriz değildir. Cevap kolektif olarak daha fazlasını istemek ve egonun arzularının doymaması, kolektif olarak oluşturduğumuz güvenlik illüzyonu  peşinde koşmak mı?..
Filmle ilgisi olmayan araştırmanın sonucunu merak ediyor musunuz? Bu seksen yıllık serüvenin ardından kimler daha huzurlu, mutlu ve sağlıklı olmuşlar? Sevgileri ile beraber daha sıkı bağları olan kişiler... Daha fazla insan değil, sosyal medyada daha fazla arkadaş değil; sevdikleri ile fiziksel anlamda daha kaliteli ve yoğun bağ kuranlar... 

13 Ocak 2016 Çarşamba

Travmalar ve Korkularımız


Hayatımızın tamamını etkileyen en önemli dönem, çocukluk dönemimiz; özellikle de 0-6 yaş arası. Bu dönemde yaşanmış travmalar daha sonraki yaşamımıza damga vuruyor. Konuyu anlamak için öncelikle travmanın tanımını anlamakta fayda var. Travma denince hemen aklımıza çok feci olaylar geliyor. Doğal olarak bizi rahatsız eden veya hayatımızı tehlikeye sokacak olaylar... Çoğu durumda da travmanın arkasında buna benzer şeyler çıkıyor. Ancak önemli olan travmayı oluşturan olay değil, bizim travma yaratacak olaya olan tepkimiz. 

Gerçek bir örnekte bunu görmek mümkün: Bir grup çocuk kaçırıldığında bazı çocuklar donup kalırken, bazı çocuklar kaçmanın yollarını aramışlar. Donup kalan çocuklarda travma sonra etkiler ağır bir şekilde gözlenirken, kaçamaya çalışan çocuklarda bu etkiye rastlanmamış. Sonuç olarak olayın içeriği etkili olsa da, travmanın derecesi olaydan ziyade, kişinin o olaya olan tepkisinde kaynaklanabiliyor. Çocukluğumuzda ise iki çeşit travma karşımıza çıkıyor; biri ani ve şok edici bir olay veya uzun bir süreye yayılmış ve çaresiz bir şekilde kaldığımız kendini tekrarlayan olaylar. İlkine örnek bir kaza olabilir, ikincisine örnek ise devamlı şiddete uğrayan bir çocuk olabilir.


Çocukken göreceli olarak zayıf olduğumuz için iki temel hayatta kalma tepkisini (kaçmak veya savaşmak) kullanamayız ve üçüncü bir tepkiyi devreye sokarız; bu beynin bizi hayatta tutmak için son çaresidir; donuk kalmak ve olaydan kopmak...
Ancak daha sonrasında büyüdüğümüzde, geçmişte yaşadığımız olaylardan hatırlasak ve hatırlamasak da zihnimiz uzak durmak ister ve bu olayı tetikleyen ilgili, ilgisiz her şeyden uzak tutmaya çalışır bizi. Ve nedenini tam anlayamadığımız bir korku sistemi yaratırız; bir çok durumdan korkmaya ve geri durmaya başlarız. Bu da beynimizde belli davranışların tekrarlanması ile nöronlarda bu ileti ağının kodlanmasına sebep olur: 

Aşırı aktif bir amigdala (korku merkezi), 
Verimsiz çalışan bir hippokampus (hafıza merkezi) ve 
Bizim sakinleşmemize imkan vermeyen sempatik sinir sisteminin fazla çalışması...

Bunlar artık bizim alışkanlıklarımız haline gelmiştir. Bir sonra ise artık kişiliğimiz zannettiğimiz özellikler belirir. ‘Ne yapayım, ben böyleyim’ demeye başlarız...


Hakikatte ise korku diye bir şey yoktur. Korku, bir acının tekrar başımıza gelme düşüncesinden başka bir şey değildir. Gelecek ise tamamen bir tahmindir ve bir anlamda fantezi ürünüdür. Elimiz acısa bile, elimiz acıyordur ve bununla ilgili bir şey yapmak gerekir; korkunun bir anlamı yoktur.

Yüzeydeki korkunun arkasında ise derinde yaşanmış travmalarımız, geçmişten atalarımızdan taşınan yükler, kaderler, inanç sistemleri olabilir. Bunların üzerinde çalışıldığında ise güzel bir şekilde kavrulmuş kahve gibi ortaya muazzam bir lezzet çıkacaktır. Bu tip bir çalışmayı bireysel travma çalışmaları ile yapabileceğimiz gibi, Aile Sistemi çalışmaları ile yapabiliriz.

Hayatta başımıza ne gelirse gelsin, bizim için gelmektedir. Bu anlayış ile geçmişimiz üzerinde çalıştığımızda kendimizi bizmiş gibi tanımladığımız bir katman daha gider ve bize verilen hediyeleri özümüz olarak kullanma fırsatı bulabiliriz.

6 Ocak 2016 Çarşamba

The Lobster


Tüm eğitim sistemimiz, toplum, aile ve adına ne derseniz deyin bir çeşit sistem, bize kalıplaşmış bir hayat tarzını öğretmeye çalışır. Tüm bu kalıpların arkasında yatan ise kolektif bilinçaltımızdır. Tüm insanlık tarihinin tüm korkuları birleşmiş ve bizi azami düzeyde güvenli tutacağına inandığı bir hayat sistemini devreye koymuştur. Bir şey olma çabası, beraber yaşama ve kurallar silsilesine uyma...
Her ne kadar bu hiçbir zaman mümkün olmasa da, zihin her şeyi kontrol etme ve kalıplara, kurallara uydurma çabasındadır...

Tüm bu sistem karşıtlı – ikili bakış açısı bir rekabeti doğurur ve bu rekabet halinde bireyler bir şeylere ulaşmak, bir şeyler olmak için kıyasıya mücadele ederken sevgi ve merhamet duyguları ile bağlar zayıflayabilir ve hatta bazen tamamen kaybolur, robotlaşırız. Elde edilen suni ödüller bile artık kısa süreli hazları bile vermez.


The Lobster filminin konusu artık çift olarak kabul edilmeyen bireylerin 45 gün boyunca bir otelde tutulu onlara son bir şans verildiği bir dönemde geçiyor. Eğer çiftini bulamazsan dileğin bir hayvan olarak hayatına devam etmekten başka seçenek kalmaz bu kişilere. Film, evlilik ve çift ilişkileri ile ölesiye dalga geçerken, hayatında ilk defa tek başına kalan kahramanımız David eğer çiftini bulamazsa filme ismini veren hayvana dönüşmek ister; ıstakoz. Istakoz hem uzun ömürlüdür hem de cinsel açıdan güçlüdür;  erkek zihninin çalışma prensibine tam uygundur.


David bazı denemelerine rağmen başarılı olamaz ve otelden kaçar ve tam bu sisteme karşı gelen ikinci bir grup ile karşılaşır. Bu grup da herkes tek olacaktır, ikili yakınlığa, cinselliğe ve hatta flörte dahi izin verilmez. Zihnin ayrımcı ve zıt görüşü bu grubun oluşması ile netleşir; her iki taraf veya düşman sadece savaşı ve birbirlerini körükler ve kazanan olmaz... Kendilerini özgür sanırlar ama bu sefer kendi kendilerini daha beter bir kıskacın içine sokmuşlardır. Nitekim burada aşık olduğu kadın ile de bu iki zıtlığın arasında kalır ve bir çözüm bulamazlar...

Yönetmen Yorgos Lanthimos, bu çözümsüzlüğü filmin sonunda da olduğu gibi seyirciye bırakır...
“Kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz.” [Goethe]