24 Şubat 2015 Salı

Men, Women & Children


Bağlantı Halinde Yalnızlık  yazısında İnternet'teki sosyal ağların ve oyunların insanları ne kadar yalnızlığa doğru sürüklediğinden detaylı bir şekilde bahsediliyor... Filmi izlemeden önce bu yazıyı okumakta fayda var. Yine bu yazıda bağlantısı verilmiş Shimi Cohen’in videosu ise çok çarpıcı: 
“Paylaşıyorum o halde varım!”
Erkekler, Kadınlar ve Çocuklar filmi bu durumu sadece ergenlikte ciddi bir kimlik arayışı içerisindeki gençler açısından değil, anne babalar açısından da ele alıyor. Boşanmış çiftler, ilişkileri cansız çiftler, cinsellik arzulayanlar, sevgili arayanlar, sıfır beden olmak isteyenler, popüler olmak isteyenler, hayattan kaçmak isteyenler, çocuklarını deliler gibi kontrol almaya çalışanlar veya çocukları ile kendi hayallerini devam ettirmek isteyenler...


Yönetmen ve oyuncu Jason Reitman, Young Adult, Thank You For Smoking ve Labor Day gibi başarılı yapımlarıyla toplumsal konulara çarpıcı bir bakış açısı getiriyor. Bunu yaparken oyuncu seçimleri de isabetli; Adam Sandler, Jennifer Garner gibi oyuncuların yanına The Fault in Our Stars’ın başarılı yıldızı Ansel Elgort, Rosemarie DeWitt ve Judy Greer güzel bir uyum sağlamışlar.


Filmin arka plan sesini ise Emma Thompson seslendiriyor...
Filmde ara sıra uzaya keşfe gönderilen Voyager’ın gözünden uzaya ve dünyaya bakılıyor. Carl Sagan'ın doldurduğu ve insanlığı temsil eden bir plak taşıyan bu cihazı bulan biri çıkarsa artık çok şaşıracak, lakin bu plakta ne İnternet'ten, ne sanal oyunlardan, ne çöpçatanlık sitelerinden ne de yanındaki kişi ile toplum içinde cep telefonu ile dedikodu yapan kişilerden bahsedilmiyor... Bu kadar iç içe yaşayan ama bu kadar yalnız bir cins henüz ortaya çıkmamış...


“İşte orada, orası evimiz, onlar biziz. Tanıdığınız herkes, yaşayan herkes, bugüne kadar yaşamış tüm insanlar. Tüm mutluluk ve acılar, binlerce din, ideoloji ve ekonomiler, tüm avcı ve tarımcılar, tüm cesur ve korkar insanlar, toplumları oluşturan ve yıkanlar, tüm krallar ve hizmetçiler, tüm sevgililer, tüm anneler ve babalar, umut dolu çocuklar, mucitler ve kaşifler, tüm öğretmenler ve politikacılar, süperstarlar, liderler, tüm aziz ve günahkarlar... Hepsi güneş ışığındaki bir toz zerreciğinin üzerinde yaşadılar.” [Carl Sagan]

23 Şubat 2015 Pazartesi

Hector and the Search for Happiness


Tüm insanların ortak arayışlarından, nihai hedeflerinden biridir mutlu olmak...
Belki de en çok mutlu olmak üzerine özlü sözler yazılmış, mutlu olmak için sayısız yöntem ve yollar bulunmuştur. Genellikle de bu çalışmalar zihinlerimizin ürünüdür. Üzerinde düşünülmüş veya deneyimlenmiş önerilerdir. Çoğunun faydası olabilir, belki doğrudur da. Ama hepsi bu kadar başarılı olsa mutluluğun formülü çoktan bulunmuş ve ne ben bu satırları yazıyor ne de bu tip harika filmler çekiliyor olurdu.

Mutluğunun formülünü arayan zihin, belki de mutsuzluğumuzun kaynağıdır.
İkilemler ve karşıtlıklar üzerine bir düşünme prensibi olan zihinlerimizin yapısına bakarken, hemen mutluluk arayışının ardında “Mutsuzluktan Kaçınma” olabilir mi diye bakmak gerekir? Acaba genellikle mutlu olmak mı istiyoruz, yoksa mutsuzluktan kaçmak mı? Yoksa bu sadece dilimizde ve biz bilinçaltından mutsuzluğu da bir çeşit kimlik olarak almış ve kendimizi bir kurban olarak özdeşleştirmiş miyiz? Mutsuzluğun, mutlululuğun, her ikisin de ne kadar bağımlılık yaratıcı olabileceğinin farkında mıyız? Çocuklara bakın, oyun oynarlar; mutlu olurlar ve sonra her dakika oyun oynamak için her şeyi yapmaya başlarlar. Mutluluğu anlık bir etkinlik, bir hal ile oluştuğu durumlarda anlarız ki, her iki hal de (mutluluk veya mutsuzluk) geçicidir ve sadece andadır.


Zihnimiz geçmişteki mutlulukları tekrarlama eğilimine girer ama her tekrarda alınan zevk – eğer bir değişiklik yoksa – azalmaya ve bir süre sonra olay rutin hale geleceğinden dolayı, tamamen etkisini kaybetmeye başlar. Bu sefer, planlar yaparak, hayaller kurarak zevki ve dolasıyla mutluluğu gelecekte aramaya başlar zihnimiz... Fiziksel olarak da beynimiz mutluluk hormonlarından serotonin, endorfin, dopamin ve benzerleri için arzu oluşturabilir. Bunlar için çeşitli faaliyetlere girer; spor, yemek, cinsellik, statü, aşk... Hemen hemen tüm dış kaynaklı aktiviteye baş vurarız... 

Bir kısmınız diyecek ki, bu mudur mutluluk anlayışı? Yok mu kalıcı bir mutluluk hali?
Böyle bir tanımda mutluluk, zevkten ve klasik anlamda memnun olma halinden daha ziyade belki de huzurlu, tatmin olmuş, dengeli ve dingin haline daha yakın olur. Budha’nın tanımladığı bu orta hal, mutluluğun kovalanmadığı, doğal olarak ortaya çıkan bir haldir. Alan Watts’ın kelebek benzetmesinde olduğu gibi kovalarsan kaçacak ama sakin durursan omuzuna konacaktır.


Mutluluk arayışını konulan kitaptan uyarlanan muhteşem bir film: Hector’un mutluluk arayışı... Hector fazlasıyla düzenli, tamamen tahmin edilebilir bir hayatı olan bir psikiyatrdır. Bu düzeni korumasına ve kalıplarını tekrarlamasında ona destek olan güzel bir sevgilisi vardır. Ancak, bu konfor alanında mutsuzdur. Sorulara sorularla cevap verirken tam anlamıyla hastalarına da faydası olmadığı hissine kapılmaktadır.
Artık dayanamaz ve mutluluğun sırrını aramak için yollara çıkar. İngiltere’den Çin’e, oradan Afrika ve Los Angeles’a gidecektir... Bu sıra dışı yolculuklarda mutluluk hakkında notlar tutacaktır...


Simog Pegg ve Rosamund Pike’ın performasları çok başarılı. Christopher Plummer, Christopher Plummer ve Stellan Starsgard filme renk katmışlar. Yönetmen Peter Chelsom’u Serendipity ve Shall We Dance filmlerinden hatırlayabilirsiniz.

Filmi seyredince daha fazla anlam ifade edecek Hector’un notları:
1.   Karşılaştırma yapmak mutluluğumuzu mahvedebilir.
2.      Bir çok kişi mutluluğu zengin olmak veya önemli olmakta yattığını sanıyor.
3.      Bir çok kişi mutluluğu gelecekte sanıyor.
4.      Mutluluk aynı anda birden fazla kadını sevme özgürlüğü olabilir.
5.      Mutluluk, bazen farkına varmamaktır.
6.      Mutsuzluktan kaçınmak, mutluluğa giden yol değildir.
7.      Bu kişi seni çoğunlukla a) aşağı mı çekiyor, b) yukarı mı?
8.      Mutluluk hayatın anlamını bulmaktır.
9.      Mutluluk olduğun gibi sevilmektir.
10.   Tatlı patates yahnisidir.
11.   Korku, mutluluğun önündeki engeldir.
12.   Mutluluk kendini tamamen canlı hissetmektir.
13.   Mutluluk kutlama yapmayı bilmektir.
14.   Dinlemek sevmektir.
15.   Nostalji eskiden yaşanmış olanlar değildir.


Tüm bu notlar ve seyahatten sonra mutluluğun aslında başladığı noktada olduğunu anlayan Hektör artık karmaşık dünyasında, kaotik ve bilinmez olayların başına gelmesinden hoşlanan bir insan haline gelmiş...
“Ölmekten korkanlar, yaşamaktan korkanlardır.”

22 Şubat 2015 Pazar

Çocukluğunuz Hayatınızı Nasıl Etkiliyor?


Psikolog veya doktor olmasanız da sanırım artık çocukluğun insan hayatını ne kadar çok etkilediğini ya biliyorsunuzdur ya da duymuşsunuzdur. Bu durum çocukların üzerine daha fazla titrememize, daha fazla onlar üzerinde kontrolcü ve korumacı bir tavır sergilemeyi artırdı mı?

Çocukluğumuzda çok nadiren duyduğumuz zatürre gibi bir kelime artık hemen hemen her burun akıntısını onun başlangıcı yaparken, çocukların çoğu hiper-aktif... Son dönemlerin en moda etiketlerinden biri de ADHD (Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu - DEHB)!

Pediatri uzmanı Nadine Burke Harris, ADHD tanımı ile gelen çocukların çok büyük çoğunluğuna bu tanıyı koyamamış ve bu vakaların çok ciddi çocukluk travmaları olduğu keşfetmiş. Bu keşiften sonra doktor olarak yaklaşımını sorgulamaya başlamış.


Harris, TED konuşmasında şöyle söylüyor: 
“Bize okulda şunu öğretirler; yüz çocuk bir kuyudan su içer ve doksan sekizi ishal olursa, bu doksan sekiz çocuğa antibiyotik üzerine antibiyotik verin! Ama acaba kuyuda ne oluyor diye bakmayı öğretmiyorlar.”
Sonrasında karşılaştığı Olumsuz Çocukluk Deneyimleri Çalışması (Adverse Childhood Experiences Study – Dr. Vince Felitti & Dr. Bob Anda) onun kariyerini değiştirmiş. 17,500 ailede yapılan bu araştırmada çocukların %76’ın çocuklukta en bir olumsuz deneyim yaşadığını ortaya koyuyor. Bu deneyimler neler mi?
Fiziksel, duygusal ve cinsel taciz, fiziksel ve duygusal dışlanma, ebeveynlerdeki zihinsel rahatsızlıklar, madde bağımlılığı, tutuklanma, boşanma ve şiddet...
Bu deneyim ve deneyimlere maruz kalan çocukların beyinleri etkileniyor:
Ödül ve haz merkezi olan Nucleus Accumbus...
Prefrontal Korteks’in düzgün çalışmasını engelliyor ki bu kısım dürtü kontrolü, öğrenme ve yönetsel fonksiyonlarımızın merkezi...
Ayrıca beynin korkuya tepki oluşturan kısmı Amigdala’da ciddi farklılıklar ölçülüyor.
Bunların neticesinde çocuklar ileride ya zararlı alışkanlıklar ediniyorlar veya kansere yakalanma, kalp krizi geçirme riskleri artıyor.

Bu deneyimler neden bu kadar önemli etkiler bırakıyor? Beynin asıl görevi bizi hayatta tutmak; bir tehlike karşısında bedeni savaşmaya veya kaçmaya hazırlamak:
Bir tehlike karşısında hypothalamus adrenalin salgı bezlerine sinyal gönderir; stres hormonları Adrenalin, Kortisol salgılanır... Bu kaçmak veya savaşmak için gereken moda hazırlar bedeni. Bu durum karşınızda gerçekten korkulacak bir vahşi hayvan varsa bir travma yaratmaz; kaçar veya savaşırsınız. 
Ancak, yukarıdaki anlatılan deneyimlerdeki korkulacak neden her gün, her gece eve geldiğinde tekrar tekrar bu moda giren beden travma oluştururken aynı zamanda bağışıklık sisteminin de zayıflamasına sebep olur.


Sonuç olarak erken yaşlardaki yaşanan zorluklar, hayat boyu yaşam kalitesini etkiliyor. Bu, çocukların üzerinde baskıyı artırmaktansa, doğru olan şey, çocukların olumsuz deneyimleri yaşadıkları ortamı, okulları ve ebeveynleri iyileştirmekten geçiyor.

Ayrıca Carl Jung’un ilk defa ortaya koyduğu kolektif bilincimiz bireyselliğimizin önüne geçebiliyor. Olumsuz deneyimleri bireysel olarak yaşamamış bir olsak, travmalar kolektif olarak da taşınabiliyor. Psikolog Bert Hellinger’in keşfettiği Aile Sistemi Terapisi  çalışmalarında görünüyor ki, ailemiz ve atalarımızdan birçok travma bilgimiz olmadan tarafımızdan taşınabiliyor. Artık hem psikolojide hem de tıpta, bütüncül bakış açısı olarak ailemizi ve içinde büyüdüğümüz toplumu da katmanın zamanı gelmedi mi?

16 Şubat 2015 Pazartesi

Wild


Hepimiz derinden ailemize bağlıyız, bir çok öğretiye göre ailemizi biz seçeriz...
Bir sonraki evreye kadar yardana yaklaşmak için en uygun olan ailemizi...  Bu bağın kavrayamayan zihin bize bu dünyadaki hikayelerle bir çok karakter oluşturur. Başımıza gelen kötü olayları bahane olarak kullanmaya ve bazen kurban kimliğini oluşturmamıza sebep verir. Çünkü durum ortadadır, ortadaki berbat bir aile bireyi ve olaylar vardır. Bu haksızlıktır! Bu haksızlık gibi görünen zorluklar ise ortaya sıra dışı diye tabir ettiğimiz insanlar çıkarır ortaya... Onlara seçilmiş kişi gözüyle bakar zihin yine kendini kandırarak... Onlar mı sıra dışı, yoksa biz mi zorluklardan, geçmişimizden, kendi yansıttığımız parçalardan içselleştirip özümüze, Yaradana daha yaklaşmıyoruz?

Wild filminin kahramanı Cherly, alkolik olan babasından dolayı annesine ve kardeşine bir anlamda babalık yaparak büyümüştür. Annesi Bobbi, her ne kadar mutlu ve olumlu olmaya çalışsa da, “Her zaman birisinin kızı, annesi veya karısıydım, hiç bir zaman kendi hayatımın sürücü koltuğunda olamadım” diyerek ne kadar kimlik bunalımında olduğunu ortaya koymaktadır. Hep manzaralı bir ev hayali kuran Bobbi, kapana kısıldığının sinyallerini vermektedir. Cherly’in kocası da filmde çok fazla gözükmese de Cherly için bir ebeveyn gibidir... Annesinin ölümünden sonra sanki çocuğu ölmüş gibi dağılan Cherly, “Tanrı, acımasız bir sürtüktür” diyerek isyan eder. Tanrı ile olan bağını kaybeden Cherly, yerine uyuşturucu ve cinselliği koyar. Bu durum, aralarındaki sevgiye rağmen evliliği bitirir!

Artık Cherly’in kendini bulmasının zamanı gelmiştir. Sırtına iki kişilik bir çanta alır ve 1,100 millik (1,770 km) yolu yürümeye başlar... Kendini affedecek mi? Geçmişi affedecek mi? Tanrıyı affedecek mi?


İki dalda Oscar adayı olan filmin yönetmeni, Dallas Buyers Club ile Oscar ödülünü kılma payı kaçıran Jean-Marc Vallée... 2011 yılındaki Café de Flore’deki başarısı dikkate değer. Filmi tek başına sürükleyen Reese Witherspoon, en iyi kadın oyuncu ödülüne aday. Alıştığımız komedi ve romantik filmlerin aksine bu filmdeki zor rolün üstünden fazlasıyla gelmiş. Az rolü de olsa 1967 doğumlu usta oyuncu Laura Dern, 1991’de kaçırdığı ödülün peşinde.

Cheryl: Ya kendimi affetseydim? Düşünüyorum. Ya tüm yapmamam gereken şeyleri yapmış olmama rağmen kendimi affetseydim? Ya ben bir yalancı, bir sahtekarsam ve yaptıklarımı istediğim ve ihtiyaç duyduğun için yapmanın dışında hiç bir mazeretim yoksa? Ya çok üzgünsem, ama zamanı geriye sarsam bile başka türlüsünü yapamayacak olsam? Ya tüm o adamlarla beraber olmak istediysem? Ya uyuşturucular bana bir şey öğrettiyse? Ya hayır yerine evet doğru cevapsa? Ya herkesin yapmamam gerektiğini düşündüğü onca şey beni bugün bu noktaya getirdiyse? Ya hiç günahlarımdan arınmamışsam? Ya zaten öyleysem?

8 Şubat 2015 Pazar

Big Eyes


Pareidolia insanların belirsiz şekillerden anlamlı bir görsel oluşturmasına deniyor. Bunun en güçlü olanı ise herhangi bir nesneyi insan yüzüne benzetmek... Neden insanlar olmasa bile yüzü andıran her şeyi yüze benzetme eğilimdedir. Algılarımız insan yüzüne karşı çok hassastır. Doğduğumuzda bebekken aynı bedene sahip olduğumuzu sandığımız annemizin yüzü bizim için en önemli şekildir bir anlamda. Bu şekilde ise en önemi öğe gözlerdir. Gözler yalan söylemeyeceği gibi duyguları da gözlerden anlayabiliriz. Yaptığı resimlerde insanların gözlerinin kocaman çizen Margaret Keane’nin gerçek hikayesini konu alan film geleneksel bir Tim Burton filmi olmasa da, Tim Burton’ın Keane koleksiyoncusu olması ve filmlerinde gözleri hep iri kullanmasından Keane’den ne denli etkilendiğini görmek çok da zor değil...


Film’de görsellik de dahil bir çok konuda Zihinsel Pazarlamanın (Neuro Marketing) ilkelerinin uygulandığını görüyoruz. Gözlerin iri kullanılması kontrast oluştururken, duygularını daha çarpıcı sunuyor, bu da beyindeki ayna nöronları ateşliyor. Karısının çalışmalarının üzerine konup egosunu şişiren Walter Keane ise ilk defa iç mekanda görsel alan kiralamaktan, resimlerin baskılı kopyalarına satmaya devrimler yaratırken, kulaktan kulağa reklam konusunda da başarının gelmesini sağlıyor.

2010 ve 2013’de Oscar Ödülleri alan Christoph Waltz, bu filmdeki üstün performansı Altın Küre ödülüne aday gösterilerek sadece aksiyon filmlerinin oyuncusu olmadığını da ispatlamış gibi duruyor. Tam beş key Oscar Ödülüne aday gösterilen Amy Adams, bu filmdeki rolü ile Altın Küre’yi almış...
Ünlü yönetmen Tim Burton’a gelecek olursak, iki kere animasyon dallarında Oscar’a aday gösterilen yönetmen animasyon dışındaki Big Fish, Batman, Bettlejuice gibi efsane yapımlarına geri dönüyor gibi; Bettlejuice 2 duyurulmuş bile...


Big Eyes filmine konu olan 1927 doğumlu Margaret Keane halen hayatta ve resim yapmaya devam ediyor...
“Gözler ruha açılan penceredir!”

5 Şubat 2015 Perşembe

Orada Mısın?

Bir yıl daha geride kaldı... 
Ya ne çabuk geçti, hiçbir şey anlamadım mı diyorsun?
Yoğunluktan, koşturmacadan hayat akıp gidiyor mu?
Yoksa bu yıl mutlu veya hüzünlü ama dolu dolu mu geçti?
Yaşadığın her gün, her an orada mıydın?
Yoksa bilinçaltı otomatik pilotta idare mi etti çoğu zaman?
Temel inançların, alışkanlıkların davranışlarını ve tavırlarını mı belirledi?
Yoksa hiç farkında değil misin?
Farkında değilsen tam olarak orada değilsin demektir...

Biz orada değilsek, alışkanlıklarımız ve temel inançlarımızla bilinçaltı bizi otomatik olarak yönlendirir. Dişiniz fırçalamışsınızdır ama hatırlamazsınız, gözlüğünüzü ararsınız ama zaten kafanızdadır... 
Eğer hayatımız genelde böyle geçtiyse, şapkayı önümüze koyup, yeni yıl planları yapmadan geçen yıla bakıp öğrenmeliyiz, neyiz ve nerelerdeyiz?


Lise zamanından hangi öğretmeninizin gözlerini hatırlıyorsunuz? Sizin de her zaman neşeyle çalışan hademe veya kantin çalışanınız var mıydı? Burnunuz kanıyor diye sizi hastaneye götüren kırtasiyeciniz? Meslekleri ne olursa olsun hayatla ve yaptığı iş bir olan, geçmiş ve gelecekte takılı kalmamış birileri... Başkaları olmasa da yaptığından neşe duyan, kimse olmasa da aynı özeni gösteren ve yaptığı işle orada olan...

Ya eğer her yaptığımız işte, eylemde orada olsak, onu hissetsek nasıl olurdu? 

Her ne kadar kadınlar erkeklere göre daha çok işi aynı anda yapabilse de gerçek bu değildir. Beyin ancak bir eylemi yapar ve hızlı bir bir şekilde devamlı diğer bir eyleme geçer ve farkına varmazsınız, ve her geçiş yorucudur... Bu sebeple birçok işi bir anda yapmaya kalkanlar akşam epey yorgun hissederler.

Bir şeye kendinizi verdiğinizde onunla bir vücut gibi olduğunuzda ne olur? Zihin susar ve yaratıcılığınızın kaynağı olan kalbinizle bağ kurarsınız... Düşünce bir geçmiş ve gelecekte tutar ve yaratıcılığımızı öldürür. Beynimizin temel görevi bizi hayatta tutmaktır. Sizi koruyan bir görevli düşünün; onun devamlı tetikte olmasını istersiniz, değil mi? Geçmiş deneyimlerinden faydalanan, hep en kötüyü düşünüp endişelenen, gergin ve atağa hazır... Aynen zihin de böyle çalışır. Sanal tehditlere karşı fiziksel hamleyi de yapmadığı için de gerginlik dolu bir beden! 

Bir sanatçı ya doğal veya doğal olmayan (hatta bazen yasal olmayan) yollarla dinginliği keşfettiğinde bir eser ortaya çıkartıyor, sanki hep ben dediği şeyin eriyip daha yüce bir kaynakla bağlantı halindeymiş gibi...


Biz de sevdiğimiz işi yapıp, onda usta olabilir miyiz?

Ailemiz ve sosyal çevremiz bize işleri nasıl yapacağımız, problemleri nasıl çözeceğimiz konusunda bizlere kılavuzlar ve teknikler verdiler. Öte yandan, öğretmenlerimiz bizi ve metotlarımızı eleştirdi. Çoğumuz da kendimizi güvende hissetmek adına onların yolunu seçtik. 

Ancak bize öğretilenler sadece taklit olabilir, bilinenin tekrarı olabilir, yaratıcılık olamaz... Onu henüz kimse görmedi ki!

Dünyada bu konuma ulaşan kişilere şanslı, yetenekli veya milyonda bir olabilecek bir durum demek yine zihnimizin bizi rahatlatmak için bulduğu zekice bahanelerden sadece birkaçı.
Artık nasıl diye sormamak, vazgeçmek zamanı gelmedi mi? Bu soruyu soran zihni bırakmak vakti? İşin sırrı zihinsiz bir hale gelmek...
Evet; ZİHİNSİZ!


Muazzam bir şey gördüğünüzde, dilinizin tutulduğu bir anı hatırlayın.
İşte anda zaman kaybolur, dış dünya yok olur, zihin susar... Sadece sen kalırsın.
İşte böyle bir durumda ustanın elleri sanki dans edermişcesine hareket eder. Beyinden sinyaller ben illüzyonuna takılmadan gitmektedir sanki... Neye benzeyeceğine dair bir düşünce yoktur, herhangi bir korku da kalmamıştır; düşünce, zihin, ego olmadan bir yaratım çıkar ortaya...

Yaptığı şeyde kendini kaybeder usta...
Zihni çekip gider...
Ben erir...
Şaheseri ile birdir,
Tamamen oradadır usta.

4 Şubat 2015 Çarşamba

Cake

 
Kurban ile suçlu arasındaki ilişki ilginçtir. Suçlu kurbana kötü diye tanımlanan bir şey yapar. Genellikle de suçlu gücünü ve konumunu kullanır ve kurbana zarar verir. Ancak suçtan sonra kurban ona şöyle söyler: “Seni hiç zaman affetmeyeceğim!”... Bu noktada roller değişir; suçlu artık güçsüz ve zavallı bir duruma düşer, kurbanın onu affetmesinden başka çaresi yoktur, vicdanı onun içini kemirmeye başlar.
 

Kurbanın zihni ise kurbana daha da beter bir onun oynar. Bu hikayeden bir kimlik çıkartır; mağdur kimliği... Bu hikaye onun bahanesidir artık. Bu her şeyin bahanesi olabileceği gibi yaşama isteğini öldürecek kadar ileri gidebilir bu durum. Hayat neşesi gider, başka kimseyle ilgilenmez, çalışmak istemez, hiç bir şey zevk almaz... Bahanesi de vardır her zaman.
 
Cake filminin kahramanı Claire, kurbanlardan biridir. Büyük bir trajedi ile oğlunu ve sağlığı kaybetmiş, kocasından ayrı bir şekilde tek başına yaşamaktadır. Daha sonra katıldığı bir terapi grubundaki genç kadının intiharı onu daha da etkilemiştir... Ona bir anne gibi destek olan bakıcısı Silvana kalmıştır yanında. Silvana da yapı olarak devamlı veren bir annedir... Evde geçen küçük sahnelerde aile içinde de Silvana’nın hep veren taraf olduğu anlaşılıyor. O da hayatında Claire ile bir sınavdan geçiyor. Claire ve Silvana’nın bu simbiyotik yaşamları ikisinin de dönüşümüne vesile olacak mı? Yaşamı seçecekler mi?..
 
 
Claire rolündeki Jennifer Aniston, o alıştığımız komedi rollerinden çok farklı bir rolde. Friends dizisinden beri ilk defa Altın Küre’ye aday gösterildi. Sıra dışı bir performans... Filmin yönetmeni Daniel Barnz’ı da takibe almakta fayda var. Filme diğer bir katkı da Silvana roündeki Meksikalı Adriana Barraza’dan geliyor. Babel filmindeki rolü ile Oscar’a aday gösterilmiş Barraza, bu yardımcı rolü başarılıyla taşımış.


Filmin en çarpıcı sahnelerinden birinde suçlu gelir ve çaresizce af diler:
“Elimde olsa onunla yer değiştirmeye razıyım!”