29 Mayıs 2018 Salı

Every Day



Kendimizi bedenlerimizle tanımlamaya ne kadar alışmışız. Nasıl göründüğümüz, fotoğrafta nasıl çıktığımız o kadar önemli ki, artık olmayan bir şekilde fotoğrafı değiştirme teknolojisini bile yaratmışız. Oysa her sabah uyandığımızda aynı bedende olduğumuzun kanıtı var mıdır? Soru çok saçma gelebilir. Hayatımız boyunca aynı bedene sahip olduğumuza eminiz. Kanıt da ortadadır; belleğimiz... Oysa diyelim ki Tanrı bize bu sabaha hep sandığımız kişinin tüm belleğini yükledi ve uyandık. Arada bir fark olur muydu? Tüm o anılar, algılar, düşünceler, duygular hepsi beynin içinde olup bitiyor. Beyin ise kapalı bir kafatasının içinde. Biz her gün süslemek ve beslemek zorunda kaldığımız bedenimiz ki, buna zihnimiz de dahil şeye kişilik diyebiliriz. Biz sadece bu bedenden, zihinden, kişilikten mi ibaretiz?

Everyday isimli filmdeki gibi her gün farklı bir bedende uyanıp, bu şekilde yaşasaydık ne olurdu? Hiç kimseye tutunmadan, belli bir karakter oluşturmadan, geçmiş veya gelecek kaygısı olmadan? Bu durum bir yandan ürkütücü bir yandan muhteşem gibi gözükebilir. Değişik değişik kişiler, olaylar, mekanlar, aileler deneyimlemek, hem de hiç bir kaygı olmadan... Cinsiyet olmadan...

Her gün ayrı bedende uyanan A (bu kendisine koyduğu isimdir), bir gün Rhiannon isimli genç kızla romantik bir gün geçirir. Elbette o gün içinde olduğu beden Rhiannon’ın erkek arkadaşına aittir. Rhiannon, bu günü hayatının en güzel günü olarak tanımlarken, ertesi gün erkek arkadaşının normal haline bir anlam veremez. A ise devamlı Rhiannon’ya yakın kişilerin bedeni ile ona hep yakın olmaya çalışır. Bir süre sonra durumu ona anlatır. Önceleri Rhiannon, duruma inanmasa da kanıtlar o kadar şaşırtıcıdır ki, en sonunda pes eder. A ile özel bir ilişki yaşamaya başlarlar.


Rhiannon’ın babası işten terfi almayı beklerken işten çıkartılınca bir atak yaşar ve sonrasında sadece resim yapmaktadır. Annesi iki işte birden çalışmak durumunda kalır ve ebeveynler arasındaki ilişki bozulmuştur. Bu durum kızlarını üzmektedir. Ancak babasını doğru düzgün anlamayan kızı, onun kendisini bulma yolculuğunda olduğunu fark edecektir...

Rhiannon, bir an durup hayatına dışarıdan bakmıştır. O noktada tüm ilişkilerini gözden geçirmiştir.  Beynimiz, tüm belleğindeki bilgilerle bizi en ekonomik yani en az enerji harcayarak hayatta tutmaya çalışır. Buna otomatik pilot diyebiliriz. Böylece tüm bildiklerimiz, kişiliğimiz, konfor alanımız, aile ve çevre tarafından doğru sayılan her şey beyin tarafından uyarlanır ve uyumlu bir şekilde sosyal bir çevreye ait olarak yaşar gideriz. Oysa yaşam göz açıp kapayıncaya kadar hızlı geçmektedir. Özellikle de otomatik pilotta... Sahiplenme, kişilik hepsi birer yanılsamadır; elde olan sadece şu an vardır. Bu gününü gün etme felsefesi değildir; bu, ne olmadığımızı anladığımızda ortaya çıkan derin anlayışın sonucudur. Başta acı gelse de sorgulamak hepimizin sorumluluğudur; neyim, kimim, ne için buradayım?..
“Ben gökyüzündeki maviyi, elli farklı çift gözden elli farklı şekilde gördüm.”

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Bilinç Dışı ve Ötesi

Nörobilim ilerledikçe insan beyninin nasıl çalıştığını anlamaya başladık. Sürüngen beyin ve limbik sistem olarak isimlendirilen kısım davranışlarımızın çok büyük bir kısmını yönlendiriyor. Çoğu bilim insanı bu oranı %85 ila %95 arasında bir rakam olduğunda hem fikir. Bilinç dışını kendi deneyimlerimiz ve atalarımızdan taşıdığımız temel inanç, hastalık ve travmalar oluşturuyor. Kimi zaman ise benzer olaylar veya hastalıklar kuşaklar boyunca tekrar ediyor.


Bilinç dışının bize mesajları çeşitli yollardan oluyor; bazen rüyalar, bazen tekrar eden olaylar ve kalıplar, bazen de bizi değişik zamanlarda tetikleyen durumlar… Bizler ise bilinçli zihnimiz ile çözümler arıyoruz. Bilinçli bir şekilde anlamaya çalışıyoruz. Oysa iki farklı lisanı konuşan iki insan nasıl anlaşabilir? Elbette ki derin bir anlayışın oluşması önemlidir, ancak bu anlayış öncelikle zihin sessiz ve sakinken ortaya çıkabilir. Zihinde herhangi bir düşünce, yargı veya beklenti olmadan…

Bu durum bize bu anlayışı geliştirmemizde vesile olacak kişiler için de geçerlidir. Bizi aydınlatacak kişi her hangi bir öğretiye sahiptir. Bu öğreti ne olursa olsun geçmişe dayalıdır ve bir bakış açısı içerir. Bu bakış açısı kadar ulvi olursa olsun bir kalıptır ve eskidir. Her ne kadar yüz kişiden doksan dokuzunda aynı olay aynı sonuçlar ortaya çıkmış olabilir; ancak kalan bir kişide durum farklı olabilir. Her bireyin çalışması kendine özeldir. Elbette geçmiş deneyim ve öğretiler önemlidir; yola çıkmak için bir kılavuzdur. Öte yandan buna tek ve değişmez bir gerçek olarak tutunmak evreninin işleyişine ters düşer. Bu, akan nehirde güzel bir kayaya tutunmak gibidir. Uygulayıcı ve uygulanan sadece bir gölge gibi olmalıdır.

Diğer bir tehlike ise; uygulayıcının, danışana gösterdiği aşırı ilgi ve yardım etme isteğidir. Yardım etme arzusu oradaysa, uygulayıcının kendi sistemi-meselesi de oradadır. Yardım eden uygulayıcı kısa süre ebeveynleşir ve uzun ancak kalıcı bir anlayışı yeşeremeyeceği bir ilişki ortaya çıkabilir. O anda sıkıntımız ne olursa olsun hepimiz aynı kaynaktan geliriz ve bize hediyesi olacak bu sıkıntıların içinden geçmek bireyin kendi sorumluluğudur. Çocuğunuzun bisikletini arkadan tutmaya devam edersek kendi başına bisiklete binmesini öğrenmesini sağlamayız.

Çalışmalar sırasında ve sonrasında ise, meraklı zihnimiz sorular sormaya başlar: “Neden? Nasıl? Başkalarının yüklerini mi taşıyorum? Benim kaderim bu mu?..” Oysa kalıcı değişiklikler ruh ve bilinç dışı seviyede gerçekleşir. Bilinç olarak özümsemek ise zaman alabilir. O anda oluşturulacak sessizlik içimizi de kapsarsa, sistemimiz çalışmaya ve bilincimizin anlamakta zorlandığı alanda etki etmeye başlar. Bazen çok kısa sürede, bazen de biraz daha uzun sürede dönüşümleri gözlemlemeye başlarız.


Öncelikle fark edilebilecek temel hakikat, bireyin kendinden çok daha büyük bir sisteme bağlı olduğudur. Bu bize empoze edilen bireysellik  yanılsamasından çıkmamızı sağlar. Başımıza gelen olayların ve hayatımıza çektiğimiz kişilerin sorumlusunun sadece bir kişi olmadığını görmek hem rahatlatıcı hem de biraz korkutucu olabilir. Evet, hiç bir şey kişisel değildir, ancak ilk defa kontrolün sadece bizde olmadığını görürüz. Öte yandan kaderimiz, atalarımız, toplumun etkilerinin ötesine bakarak, kontrolü bırakarak hayatımızın yaratımını elde edebiliriz. Bu hem çelişkili hem de ruhsal safsata gibi görünebilir. Ancak bilimin de ispatladığı gibi derinde her şey birbirine bağlıdır. Bize hediye edilen bu hayatı huzur içerisinde, olan tüm olayları olduğu gibi kabul ederek – tarafsızca – bakarak yaşayabilirsek dolaylı bir şekilde hayatımızın akışına etki ederiz… Bu, ancak derin anlayış kazandığımızda olur. Bu yazıdaki kelimeler bile bir kısıtlamadır. Her okuyan az da olsa farklı algılayacaktır. Okuduklarımızda bile içimizde kalan duygularla kalmak mesajın daha derine inmesini sağlar.

Yapılacak tek şey iç sesimizi takip etmek… Yapılan çalışma her neyse, kalıcı bir dönüşüm sağlıyor mu yoksa sadece başka bir bağımlılık mı, bunu anlamak… Tüm bunlar için gereken dingin ve açık bir zihin… Sonrasında anlayış elde etmek için her şeyin ötesine bakmak…

15 Mayıs 2018 Salı

All I See Is You



Hemen hemen her ilişkinin ardında bir dinamik yatar. Biri çok fedakarlık yaparken, diğer biraz daha fazla alan taraftır. Biri annesinin oğludur, öbürü babasının kızı... Birinin ailesi Kafkaslardan göçmüştür, diğerininki Kosova’dan... Biri kurtarıcıdır, diğer kurban... Bu şekilde eşleşen çiftler birbirlerini bulur. Başta çok güzel gibi gözüken bu ilişkiler, daha sonraları yorucu olmaya başlayabilir. Bir tarafın dinamikleri değişirse diğeri bu yeni durumdan hiç memnun kalmayabilir.
Çoğu zaman derindeki dinamiklerinden habersiz bir şekilde yaşayan çiftler, hayat boyu edindikleri rolleri ile özdeşleşirler. Mutlu da olsalar, mutsuz da olsalar, mevcut durumları onlar için konforlu ve bilindik bir alan yaratır. Bu alanı kolay kolay terk etmek istemezler.

Kör kadın, kendi gözleriyle hiç görmediği kocasına sorar:
Bana bakmaktan dolayı rahatsız olmuyor musun?”
Kocası cevap verir:
“Hayır, kendimi –özel– hissediyorum.”

All I See Is You adlı film, ailesi ile geçirdiği kazadan sonra kör olan Gina, aynı kazada ebeveynlerini kaybeder. Kız kardeşi ise kalıcı olmayan hasarla kurtulur. Gina, kocası James ile Bangkok’ta yaşamaktadır.

Bir gün doktor kontrolünde Gina, yeniden görme ihtimalinin olduğunu öğrenir. Ameliyat olur ve sonunda yeniden görmeye başlar. Önceleri mucize gibi olan bu yeni durum, onu şaşkın bir hale de sokmaktadır. Şimdi gördükleri her zaman hayalinde canlandırdığından biraz farklıdır. Evi, kocası, yaşadığı semt hiç onun hayalindeki gibi değildir. Tüm bunlara rağmen, gözünün açılması harikadır. Gina, dans eder, gezer, renkli çiçeklere bakar. En çok sevdiği renk olan mavi ile bütünleşir. Kocası onu balayına gittikleri yere bile götürür.


Travma
Trafik kazası gibi durumlarda travmatik durumlarda savaşacak veya kaçacak durumda olmayız; bu sebeple donarız. Travmanın etkilerini üzerimizden atacak teknikleri uygulamadıysak, içimizde bir parçamız travma anındaki yaşta kalır. İlerideki dönemde benzer olaylar karşısında bu parça tetiklenebilir. Bu parçanın bitmemiş meselesini tamamlaması için travmadan tekrar tekrar geçmesi gerekebilir; elbette her seferinde artık tehlike kalmadığının farkındalığını hissederek, güçlenerek... Geçiş tamamlandığında yetişkin hale gelmeye hazır olur.

Gina, kazayı geçirdiği yere giderek bu yolculuğa adım atar. Yavaş yavaş özgürleşerek kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan Gina’nın yeni durumu, ilişkilerindeki dinamikleri sarsmaya başlamıştır. İlişkinin dengesi değişmiş, James kendini önemsiz hissetmeye başlamıştır. Kendisindeki ‘ancak birine yardım edersem önemli olurum’ dinamiği onun içten içe yemeye başlar ve olaylar karışır.