30 Haziran 2013 Pazar

The Perks of Being a Wallflower


Bir erkeğin belli de en ilginç ve zorlu dönemi ortaokuldan liseye döndüğü zamandır.
Ne çocuktur, ne de genç... Bir elinde oyuncağı, diğer elinde bir kızın elinin hayali...

Kendini kabul ettirme, fark edilme ihtiyacındadır. Hiç bilmediğiniz müzik gruplarını biliyormuş gibi yaptığınız zamanlar... Anlamadığını esprilere güldüğünüz, insanlara isimler taktığımız, inek gibi gözükmemek için uğraştığımız zamanlar... Bir ilişkinin neden başlayıp, neden bittiğini bilmediğiniz zamanlar...Büyük değişimlerin oluşmaya başladığı zamanlar.

Tam da maske ve roller ile ilgili bir yazı yazarken seyrettiğim bu film saf çocukluktan maskelerin takılmaya başlandığı ortaokul sonu, lise başlangıcını konu alıyor.
Hem de hikaye 80’li yıllarda geçiriyor, karışık müzik kaseti çekip, kapağını kendiniz hazırlamışsanız, size çok nostaljik gelecektir film.


Maskeleri neden mi takarız? Dört Anlaşma kitabının yazarı Don Miguel Ruiz'in dediği gibi:
“Kendimiz için yeterince iyi değilizdir. Çünkü kendi mükemmellik imajımıza uygun değilizdir. Olmadığımız biri olduğumuz imajını vermeye, kendimizi öyleymiş gibi göstermeye çalışırız. Bunun sonucunda kendimizin suni olduğunu hissederiz ve başkalarının bunu görmesini engellemek için sosyal maskeler giyeriz.İnsanlar kendilerinin mükemmel olmadığının sizin tarafınızdan keşfedilmesinden korkuyorlar.Sosyal maskeden sıyrılmak acı vericidir.”
Filmin kahramanı liseye çeken çaylak Charlie’dir. Uyum problemi yaşarken, son sınıfta olan Patrick ile arkadaş olurlar... Yine son sınıfta olan Patrick’in üvey kız kardeşine gizliden gizliye aşık olur. Yan rolde olan Patrick kendi gibi davranan ve maske takmamak için direnen olağanüstü bir arkadaştır.


Charlie, Patrick ve Sam ile beraber takılarak müthiş deneyimler yaşamaya başlar; filmin en ünlü repliği Charlie’den gelir:
“Şu anda hayattayız, ve bu anda yemin ederim ki biz sonsuzuz.”

Filmin kadrosu doğal olarak gençlerden kurulu. Büyünce de güzel olacağı tahmin edilen Emma Watson ve Logan Lerman’ın yanısıra Patrick’i canlandıran Ezra Miller dikkatleri çekiyor. 1992 doğumlu Ezra Miller son dört uzun metrajlı filminde çok başarılı performanslar sunuyor, özellikle We Need to Talk About Kevin (2011) rolü unutulmaz... Bu filmde de ön plana çıkmış.


İşte filmden akılda kalacak replikler.

Sam: Neden biz bir hiçmişiz gibi davrananlardan hoşlanıyoruz?
Charlie: Biz, layık olduğumuzu düşündüğümüz sevgiyi kabul ediyoruz.

Patrick: Hey millet C- aldım! Ortalamanın altındayım, yaşasın!

Charlie: Mary Elizabeth herkesten nefret etmesinin yanı sıra içinde iyi bir insan.

Charlie: Sam, ne kadar çılgın olduğunu bilseler, kimse seninle konuşmazdı, bunu hiç düşündün mü?
Sam: Her zaman.

Charlie: İşte bu benim hayatım. Ve bilmeni isterim ki, hem mutluyum, hem üzüntülü ve hala bunun nasıl olabileceğini anlamaya çalışıyorum.

Charlie: Doktorum dedi ki, nereden geldiğimizi seçemeyiz ama nereye gidebileceğimizi seçebiliriz. 

29 Haziran 2013 Cumartesi

Rolünüzden Memnun musun?


Hayatta ilerlerken kalıcı veya geçici rollerimiz vardır. Hayat boyu anne ve babamızın evladı olmak kalıcı bir roldür, oysa bir iş yerindeki bir pozisyon geçici bir roldür. Bu roller bazen çok nettir, bazen iç içe geçmiştir. Bazen karışmıştır. Bazıları bizim kontrolümüzde, bazıları da bizden bağımsız bir şekilde bizi bulmuş gibidir... Bazen dümeni ele geçirmiş gibi, bazen de kaderimiz bizi sürüklüyor gibidir. Her şeyi ötesinde, herkese bahşedilmiş bir görev veya misyon var mıdır? İçimizde saklanmış yüreğimizin derinliklerinde bizi neler bekler? 
Carl Jung, bilinçaltının etkisini şöyle dile getirir: “Bilinçaltınızı bilinçli hale getirmedikçe, bilinçaltınız hayatınızı kontrol etmeye devam eder ve siz buna ‘kader’ dersiniz.

Bazen bir rolü öyle gönülden kabul ederiz ki, bunun bir rol olduğunu unuturuz. Kostümlere, sahneye ve düzene aşık oluruz. Bu belki de ailemizden birinden devraldığımız bir kavuktur... Belki kaderimiz deriz, belki de gurur kaynağı yaparız... Çoğu zaman tüm bunların farkında değilizdir. Birisiyle yeni tanıştığımızda, 'Ne yapıyorsun?', 'Nerelisin?' gibi sorular sorulur. “Ankara’lıyım, 39 yaşındayım, iki çocuğum var ve kendi şirketimin sahibiyim... vs.” dediğimizde, bir süre sonra bu ve buna benzer tanımlamalar ile kendimizi özdeşleşiriz. Genellikle bun tanımlamaların içeriği fiziğimiz, sahip olduklarımız, davranışlarımız, yaptığımız iş/yeteneklerimiz veya ideolojiler/inançlarımızdır. En tehlikelisi ise tüm bu tanımlamaların ötesinde gibi gözüken ve kendini daha ulvi bir yerde gösteren tanımlamadır. Gerçekten bu tanımlamaların ötesinde bunun reklamının yapılmasına ihtiyaç yoktur. 

Günün sonunda tüm rollerin kendimiz olduğuna inanmaya başlarız. Derimizin her gözeneğine kadar bu rolleri yaşarız. Zaman geçtikçe, bu duruma daha fazla alışır ve rolü farkında olmadan ustalaşırız. Bu kişiliğimiz ve yaşamımız haline gelir.

Bir gün tüm bu maskeleri çıkarsaydık ne olurdu? Senaryoyu biz yazsaydık? Oynadığımız oyun değişir miydi? Diğer karakterler etkilenir miydi? Ruhumuzdan farklı kelimeler, duygular ve ifadeler dökülür müydü?


Hayatımızda beslemek zorunda olduğumuz roller ve kimlikler olmasaydı ne olurdu? “Kendime ve hayata güveniyorum”, “Keyif aldığım işleri yapıyorum”, “Kendimi seviyor ve olduğum gibi kabul ediyorum”, “Bugün kimseyi memnun etmek zorunda değilim”, “Kimsenin beni takdir etmesine gerek yok”, “Bir ve bütünüm” gibi anlayışların içimize nüfuz ettiği hayal edin... 

Nasıl hissederdik? Değişik mi? Huzurlu mu? İlham verici mi?
Egosal hedefler olmayınca bir rahatlama gelmez mi? Hedef olmayınca gelecek kaygısı da olmaz. Endişeler olmayınca, hayat sadece yaşamaya değer anlardan oluşmaz mı? Elbette ki bazı roller gereklidir; baba, iş adamı, kadın, çocuk, öğretmen gibi... Ancak bunları yağmur yağdığında kullandığımız şemsiye misali kullandığımızda özdeşleşme gerçekleşmez...

Hayatımızda kendimizi nasıl ve nelerle tanımlıyoruz? Hangi roller bizi mutlu veya mutsuz ediyor? Hangi maskelerimizden veya senaryolardan memnun değiliz? Bu rollerden özgürleşmek için neye ihtiyacımız var? Hayatı olduğumuz gibi yaşamak için, olmak için... 

Tüm bunlar için yapılacak ilk iş; içtenlikle ve cesaretle gözlemlemektir. Kendimizi ve rollerimiz gözlemlemek... Böylece artan farkındalıkla özdeşleşmeler eriyecek ve daha büyük bir sistemin parçası olarak anlayışımız gelişecektir...

27 Haziran 2013 Perşembe

Neredesin


Bir kitabı bitirmek bir kahveyi bitirmek gibi.. Ağzınızda acıyla tatlı arasında bir tat bırakıyor. Marc Levy’nin kitabı Neredesin, içi öyle çok dolu dolu bir roman olmamasına rağmen, hoş bir tat bırakıyor insanda; hem gülümsetiyor hem de dugusallaştırıyor insanı...

Kitabın ana karakteri Susan, Honduras’daki fekaletzedelere yardım amacıyla gittiği maceradan ne ruhen ne de fiziken dönebilir...

Susan’ı derinden etkileyen bu serüveni kendi anlatımıyla şöyle dile getirir:
“Ne iyiler var, ne kötüler, ne taraf var ne de neden; akıllara durgunluk veren bir felaketin göbeğinde, insanlıktan başka hiçbir şey yok. Ve imkansız bir umudun küllerinin arasından, yalnızca onların cesaretleri sayesinde hayat tekrar canlanıyor. 
Buraya, birer kurban oldukları düşüncesiyle gelmiştim, ama bana her an bundan çok başka olduklarını gösteriyorlar ve bugün bana benim onlara verdiğimden çok daha fazlasını veriyorlar.”

Honduras’taki hayatında çok zorlansa da, Susan kendini bulmaya çalışır ve arkasında bıraktığı Philip’le olan ilişkisini sadece mektuplarla devame ettirir.
Philip’in onu çok istemesine rağmen, Susan bir ilişkiye bağımlılık gözüyle bakar ve bir aile kurmaktan çok uzaktır...
“Ve insanın, bağlılık resmileştiğinde, bunun hayatında hiç düşünmediği kadar yer tutacağını keşfetmesiyle yaşadığı ilk korkular: Ya diğeri bir sabah çekip giderse korkusu, ya aramazsa korkusu; birini sevmenin en başına buyruk olanlar için bile, bağımlı hale gelmek olduğunu kendi kendine itiraf etmenin korkusu.”
Philip ise bir nevi çaresiz kendine ayrı bir hayat kurar; Mary ile Thomas adında bir çocukları olur. Burada yeni kahraman Mary ortaya çıkar ve yıllar sonra da olsa, yanayan yaşayan insanların birbirlerini sonradan keşfedebiliceklerini ispatlar...

Kitabın dili hafif, hikayesi sürükleyici... 

Son olarak, işte kitaptan bazı alıntılar:
“Neden var olan her şeyi bir kenara itip var olmayana takılırız? Neden yolunda giden şeylerin tadını çıkarmak varken yolunda gitmeyenleri önemseriz?”
“Olayları oldukları gibi görüp kendilerine ‘neden’ diye soranlar vardır. Bense olayları olabilecekleri gibi görür, kendi kendime, ‘neden olmasın’ derim!”

26 Haziran 2013 Çarşamba

Zihnimiz



Çevremizdeki bazı davranışlara anlam veremiyor musunuz? Başkalarının fikirleri, davranışları bize ters mi geliyor? Öte yandan kendi fikirlerimize çok bağlı olsak da, kendi davranışlarımızı her zaman beğeniyor muyuz? Bazen hayatımızda yaptık istediklerimizi yapamazken, bazen de hiç yapmak istemediğimiz şeyleri yapar buluyoruz kendimizi hayatta...

Rene Descartes ile 'Düşünüyorum, öyleyse varım' diyen insanlık kendini düşünce ve zihni ile özdeşleştirmektedir. İnsan denilen yaratık - Sapiens,  akıllı ve mantıklıdır... Neo Korteks ile fark yaratmaktadır. Bu tarife göre akıllı ve mantıklı olan bir tür asla birbiri ile tartışmamalı, tartışsa da mantıklı bir çözüm bulmalıdır. Öyleyse tüm tarihimiz boyunca süregelen şiddet nereden geliyor? Şiddet için öncelikle iki taraf olması gerekiyor. İki taraf, iki görüş... Ve eninde sonunda bir ayrım ve bölünme... Dışarıdaki bu çatışmanın kaynağı içimizde mi? Öyleyse nerede?.. 

Yıllar sonra Nörobilimci Antonio Damasio 'Descartes'in Yanılgısı' isimli kitabında, düşünceden ziyade duygularıyla hareket eden bir beyne sahip olduğunu ispat ediyor. Duyguları ile hareket edip korteks ile akıllı bahaneler uyduran bir yapı... Fizyolojik olarak beynimizi incelediğimizde üç ana kısım karşımıza çıkar; eski beyin (sürüngen), orta beyin (limbik sistem) ve yeni beyin (mantık)…


Eski beyin - sürüngen beynimiz ve en ilkel olmasına rağmen büyük patron olan ve kendini güvende hissetmediği zaman kontrolü başka kimseye bırakmayan kısım. Orta beyin ise duygusal olan memeliler ile benzeşen kısım. Yeni beyin ise özellikle hiç bir canlıda bu kadar gelişmemiş olan Neo Korteks yani mantıklı kısım. 
Bu üç kısım sırasıyla birbirinin üzerine evrimleşen ve farklı seviyede görevleri olan, en belirgin ayırımın yapılabildiği kısımlar.

Eğer 'Sürüngen' beyin, kendini tehdit altında görürse, bu fiziksel olabilir, statü gereği olabilir, ahiret kaygısından kaynaklı olabilir, zayıf karakterli - ego kaynaklı olabilir, bağımlılıklarımızdan kopma kaynaklı olabilir, bedeni alarma geçirir ve korteksi dinlemez...



Herhangi bir 'korku', sürüngen beyni devreye sokar. Onun derdi bedeni hayatta tutmaktır.  
Geçmiş bilgi ve deneyimleri kullanarak gelecek hakkında tahminlerde bulunup tetikte olmaktır... Kendi belleğinde saklı duygu ve düşüncelerinin aksi bir durumu tehdit gibi algılayabilir. Bu sebeple genellikle herhangi bir tartışmada 'haklı olmak' eski beyin için çok önemlidir. Öte yandan kendimizi güvende hissettiğimiz zamanlarda yeni fikir ve kişilere daha açık bir hale geliriz... Duyguların merkezi Limbik Sistem de rahatlar ve ancak o zaman daha mantıklı zemin oluşturabiliriz... Zihnin tüm bu dinamiklerine baktığımızda bir davranışın tek bir merkezi olmadığı ortaya çıkıyor... 

Zihnin doğası kendi içinde çatışma içinde olması...

Nörobilimcilerin yeni bulguları daha da ilginç: Beynimiz tepkisel olarak ki buna refleks de diyebiliriz, yapılacak harekete henüz biz bilinçli olarak bilmeden emri veriyor, henüz kaslarımız hareket etmeden emri veto ederek gerçekleşmesini önleyebiliyoruz. Öyleyse önemli olan soru devreye giriyor; veto eden kim? Beynimizin başka bir parçası mı? Yoksa kalbimiz mi? Ruhumuz mu? 

Artık zihnin çelişkilerini gözlemleyebiliyoruz. Kesikli bir şekilde çalıştığının farkındayız. Çünkü her düşünce ve duygu fiziksel olarak elektrik akımından başka bir şey değil. Kullanılan ham madde ise, bellekte depolanan ve hatırlandıkça değişen bilgi ve deneyimlerimiz... Zihni gözlemleyen, devamlı olan, gerektiğinde zihnin güdülerini durduran iradeye sahip olan kim?..

Cevap zihin veya zihindeki bellekten oluşan kimliğimiz veya kimliklerimiz olmadığına göre, sorunun cevabını bulmak bizi çatışmaların ötesine götürebilir mi? Yıllar boyu beslediğimiz ve olması gerektiği kişi olmak adına çabaladığımız kimliğimizi bir kenara bıraktığımızda ayrımların sonu gelebilir mi? Ben varsa başkası olmak zorundadır. Oysa evrende hiç bir şey bağlam olmazsa tanımlanamaz... Karanlık olmazsa ışığı tanımlayamayız; sessizlik olmazsa hiç bir şarkı var olamaz... Öyleyse her şey aynı bozuk paranın farklı yüzleri gibi değil mi? Gerçekten kim olmadığımızı bulduğumuzda, tüm ayrımların, bölünmelerin, kıyaslamaların, şiddetin sonu gelmez mi?

21 Haziran 2013 Cuma

Verimli Yaşamak


Tüketmeyelim... Bu ne kadar devam edecek? Ne anlama geliyor? “Belli bir süre” bir şey almamak mı? Vicdanımızı rahatlatmak ve bir şeyler yapmış olmanın vermiş olduğu huzur mu? Eğer böyle olursa, bu da, tüm bu tüketim çılgınlığı gibi tüketilen bir moda halini alır.
Bazı farkındalıklarla, bunu bir alışkanlığa ve hayat tarzına dönüştürebilir miyiz?

Tüketimdeki en önemli konulardan bir nedir?
Enerji Tasarrufu ve dolasıyla çevrecilik. 
Hem kişisel olarak, hem de kurumsal olarak... İster doğrudan, ister dolaylı olsun, enerji harcıyoruz veya enerji harcanarak üretilmiş bir nesne tüketiyoruz.

TED’de konuşma yapan Alex Laskey, davranışlarımızın nasıl enerji tüketimini azaltabileceğini anlatıyor. Ayrıca kömürün, ışığa dönüşürken kaybın %90 olduğunu vurguluyor... Bu da 1 birim enerji tasarrufun 10 birim kaynağı koruması anlamına geliyor.

Enerji ve enerji sağlayan ağaç, kömür ve petrol türevlerini düşünerek birkaç fikir oluşturalım:
1. Benzin
        a. Yakıt tüketimini gösteren göstergelere bakarsanız, tüketim
                i. Gaz padalına basış tarzınızla ilgili olarak değişecektir
                         Gaza ayağınızın altında yumurta varmış gibi basın
               ii. Birinci ve ikinci viteste uzun süre araba kullanmayın, 
                        vites kutusunun en verimsiz olduğu vitesler küçük viteslerdir.
              iii. Jip veya büyük motorlu arabalar almayın. 
              iv. Havanın uyguladığı direç hızın karesi ile orantılıdır, yani 60km 
                        hızla giderken 10 birim direç varsa, 120km hızla giderken 
                        40 birim dirençle karşılaşsınız.
                         Özellikle 100km hızın üzerinde giderken arabanın karşısındaki 
                                en büyük direç havadır.

2. Klima ve Isıtma
        a. İlk klima 1902’de bulundu. Ülkemizde ise sadece 15 senedir yaygın bir 
                şekilde satılmakta... Ben çocukken arabalarımızda klima yoktu. 1990’lı 
                yıllardan önce insanlık nasıl yaşıyordu?
        b. Elektrikli ısıtıcıların verimi %10’dan da düşüktür. 
                Mümkünse kullanmayın.
        c. Yazın 18 derece, kışın 30 derecede yaşayan tek millet biz miyiz?
                 i. Yazın idea yaşam derecesi 26 derecedir. Hafif kıyafetler giyeriz.
                ii. Kışın ise, ‘kazak’ veya benzeri bir şey giyerseniz bu derece 21-22 
                        derece olacaktır...



3. Kağıt 
        a. Faturalarınızı eposta yoluyla alın... Posta kullanmayın.
        b. Gereksiz yazıcınızı kullanmayın, basılmış sayfaların arkasını kullanın.
        c. Her türlü bilgi internette varken, dergi ve gazete tüketimini azaltıp, 
                seçici davranabiliriz.

4. Soğuk Tüketimi
        a. Soğuk yiyecek ve içecekler bedenimizden enerji çalacağı gibi, sağlıklı da değil.
        b. Ayrıca, sıcak suyu içemeyeceğimiz kadar sıcak, soğuk içecekleri 
                içemeyeceğimiz kadar soğuk tutmanın anlamı nedir.
        c. Buzdolabınızda ne kadar boş olursa, o kadar verimli çalışacaktır. 
        d. Buzdolabınızda hava sirkülasyonunu sağlayacak şekilde yerleştirin.
                i. Yazın mahzen gibi serin yerleri, kışın balkonunuzu buzdolabına
                        nefes aldırmak için kullanabilirsiniz.

Tüm bunların dışında, farkında olmak lazım; kullanmadığımız zaman lambayı  kapatmak, televizyonu kapatmak, İnternet'i kapatmak, ısıtıcıyı kapatmak... 
Yazın güneş ışınını engellemek içerideki ısıyı azaltacaktır, kışın yalıtım ısının dışarıya kaçmasını önleyecektir. Hiçbir cihazı ‘stand-by’ da bırakmayın, enerji harcamaya devam edecektir... Özellikle de uydu alıcı gibi cihazları. Monitörlerinizi düşük ışık düzeyinde kullanın. Doğa ile içiçe yaşayın...

Daha neler yapabiliriz?

Bunun için aşağıdaki ‘Zihin Haritası’ çalışmasını öneririm. Ortaya bir mesele yazıp, dallanıp budaklandırıp detaylı aksiyonlar çıkacaktır!



Güç veya akıl değil, sürekli gayret göstermek potansiyelimizi ortaya çıkartacaktır.
(Continuous effort, not strength or intelligence, is the key to unlocking our potential. ― Winston Churchill)

20 Haziran 2013 Perşembe

The Joneses


İnsan zihni karşılaştırmalar ile öğrenir. Görme işlemi bile bir karşılaştırmadır. Renk tonları arasındaki fark bize görme imkanı verir. Hisselerimiz de benzer çalışır. Elimizi sıcak sudan çıkartıp oda sıcaklığındaki bir suya sokarsak soğuk hissederiz. Oysa aynı suya elimizi buz gibi sudan çıkartıp, oda sıcaklığındaki suya daldırırsak su sıcak gibi gelir. Aynı suyu farklı sıcaklıklarda hissederiz. Çünkü her şey görecelidir. Evren böyle işler. Düşüncelerimiz de böyle oluşur; kıyaslama ve karşılaştırma yaparız. Bir süre sonra artık bu düşünme mekanizmasına o kadar alışırız ki, artık kıyaslamayı otomatik yapmaya başlarız.

The Joneses” yani Jones ailesi, yeni mahalleye taşınır. Amaçları çevredeki komşuları kıskandırmak, onlara gizliden gizliye ürün tanıtmak ve satışları artırmaktır. Elbette bu aile gerçek bir aile değildir. Komşular onların sahip olduğu yaşam tarzına sahip olmak için delirmeye başlar. Ellerindeki para yetmeyince borç alıp tüketmeye devam ederler.

Son zamanların en büyük pazarlama stratejilerinde biri olan yaşam tarzına nasıl ve neden kanıyoruz? Neden hep komşularımızı kıskanıp, onların sahip olduklarına sahip olmak istiyoruz?


Kolektif Hayat
Havada ahenkle dans eder gibi uçan kuşları görmüşsünüzdür. Hiç bu kadar uyum içinde uçmayı nasıl öğrendiklerini merak ettiniz mi? Kuşlar sanki tek bir bedenmiş gibi kolektif bir şekilde hareket ediyorlar. İnsanlar da yüz binlerce yıldır kabile halinde yaşadığından dolayı sosyalleşmiş ve beraberce hayatta kalmıştır. Çevremize uyum sağlamamız o topluluğa karşı uyum sağlamamız için önemlidir. Herkesin bisiklete bindiği bir adada araba sahibi olmak anlamsızlaşır.   

Kişilik Geliştirme
Doğduğumuzda bir bebek olarak annemizden farklı bir bedene sahip olduğumuzun farkında olmayız. Bir süre sonra anlarız ki, ayrı bir bedene sahibiz. Önce aile içinde, sonra okulda, daha sonrasında da iş hayatında uyum sağlamaya çalışırız. Küçük yaşlarımızda “taklit ederek” hayatı öğreniriz. Ergenlikte uyum sağlama faktörü güçlenince, işe yarayan taktikler buluruz. Davranışlarımız, kılık kıyafetimiz ve satın aldıklarımızla kendimize bir kişilik yaratırız. Kendimizi, eşyalarımız, kariyerimiz, sosyal statümüz ile tanımlamaya başlarız ve dolayısıyla hep başkaları ile karşılaştırarak değerlendiririz. Oysa kişilik (person) kelimesinin kökeni Latince persona dan gelir. Persona maske demektir. Bu maskelere aşırı prim vermek maske ile özdeşleşmek ve sonu gelmeyen bir sahiplenme güdüsüne sahip olmak demektir.

Tüm yarışmalar, sınavlar, rekabet bu kıyaslamayı destekler ve kısır döngü devam eder. Oysa her birimiz eşsiz bir şekilde özgünüz. Kendimizi keşfetmek tüm bu kıyaslamayı sonlandıracaktır. Her şeyin göreceli olduğunu fark etmek bilinçli bir şekilde yanılsamayı görmemizi sağlar. Öte yandan derinde bir güç bizi kıyaslamaya, sahip olmaya, hatta başkalarından çalmaya itiyorsa, cevabı aile sistemimizde arayabiliriz. Anne ve babadan gelen sevgi akışında herhangi bir kesinti varsa, devamlı görülmek isterken bulabiliriz kendimizi. Bu durum da kendimizi komşuların önüne geçme gibi bir eğilime itebilir. Sonuç olarak hayatımızdaki her şey, iç dünyamızın bir yansımadır ve buna bu dünyaya geldiğimiz köklerimizi de kapsar.


Joneses ailesi faaliyetlerine devam eder. Oysa artık bireyler ‘sahip olma çılgınlığının’ sonuçlarını görmeye başlar. Ailenin her bireyi kendi sıkıntıları ile yüzleşirken yaptıkları işi sorgulamaya başlar. Farkına vardıktan sonra bu yorucu oyunu oynayıp oynamamak onların özgür seçimleridir. Yoksa derindeki daha güçlü bir dinamik hala devrede midir?..

19 Haziran 2013 Çarşamba

Yanılsama - İnsanoğlu Neyin Peşinde?


İnsanoğlu neyin peşinde?
Tüm insanlık sözde mutluluk, barış, huzur isterken, karşımıza çıkan toplumsal olaylar şiddet ve ayrım içeriyor. Biz ve diğerleri arasındaki çatışma tırmanıyor. Tüm sistemin ardında
 yatan tutku ve arzu neden kaynaklanıyor? Zihinsel güdülerin temelinde her zaman korkuyu buluruz. Kendine güvenlik arayan zihin; hem bu dünyada hem de ölümden sonra güvenlik arayışındadır. Öbür dünyadaki güveni kullanan çarpıtılmış inanç sistemleri bu zihinleri kendilerine bağlarken, bu dünyadaki güven için güç statü ve para talep edilmektedir...


Kendimizi güvende hissetmek için aradığımız ‘para’ ve para ile alınabileceğini zannettiğimiz itibar ve güç... Oysa para gerçek bile değildir. Para, tanım itibariyle mal ve hizmetlerin değişimi için kullanılan bir araçtır; takastır yani... İtibar ise egonun bir tuzağından başka bir şey değildir... İnsanlar, efsanevi uygarlıklar haricindeki bilinen tarihinde hep aynı maddesel ve egosal temaların peşinden koşmuş ve devamlı savaşmıştır. Bu hiçbir büyük topluma huzur ve mutluluk sağlamamış... Ve Dünyayı bu haline getirmiştir... Artık hangi hapı yutacağımıza karar verme zamanıdır! Mevcut sistemin hikayelerini mi, yoksa gerçekten ne olduğunu keşfetmeyi mi?


Mevcut sistemi bir illüzyon gibi değerlendirirsek, gerçek özümüz, ruhumuz kimdir? Ruh hakkında dinlerin ve spiritüel bakış açılarının yaklaşımlarını çoğumuz biliriz. Öte yandan bilim insanları bu konulara nasıl yaklaşıyor? Kuantum fizikçisi ve filozof Fred Alan Wolf şöyle anlatıyor: 

[Ruh, kendisini özün uzaydaki yansıması olan madde şeklinde “görebilir”. Bunu arzulamaya başladığında, kendi doğasını göremez hale gelir ve maddeye dönüşmeye başlar.


Boşluk beklentilerin, umutların, hayallerin –her şeyin– kaynadığı kazandır. Her an bir hayal boşluktan fırlayarak madde parçacıkları halini alır ve boşluk bu parçacığı olabildiğince çabuk bir şekilde geri almaya çalışır. Ancak yaratılan madde, tıpkı kafesten kurtulan kuş gibi, kanatlarının farkına varır ve “Hayır, almayayım” der. Bir yanılsama içinde “Nihayet özgürüm” diye haykırır. 

Büyük patlama işte bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu olaydan 13 milyar yıl sonra, tinsel bir arayış içindeki bizler, özümüzü özgürleştirmeye, özün sınırlı bir yayılımı olan ruhu, maddi bağımlılık tuzaklarından kurtarmaya uğraşıyoruz. 

Maddi arayışlarımızda –olabildiğince büyük– servet peşinde koşuyoruz.
Zaman ve zamansızlık arasındaki savaş hiç bitmiyor. Bağımlılık, insanın tinsel boyutunu dikkate almadan tedavi edilemez. Öncelikle tüm bağımlılıkların kökeninde maddesel bir form bulma arzusunun yattığını kavramamız gerekir.]


Onun görüşlerinden anlıyoruz ki, Ruh maddeye dönüştüğü anda bağımlı hale gelir ve nihayetinde kendisini bir benlik olarak görmeye başlayarak acı çeker. Ruhun acılarından kurtarılabilmesi özümüzle yeniden bağlantı kurulması gerekir. Kim olduğumuzu yeniden hatırlamamız gerekir. Çünkü tüm ıstırapların kökeninin aynıdır: zihin - ego ile özdeşleşme...  Bu sahte kimliği görüp onun ötesine geçmedikçe zıtlıklar dünyası; haz ve acı beraberce var olmak durumundadır.

18 Haziran 2013 Salı

Sözler


Başımıza gelen hiç bir şey dış kaynaklı değil... Bazen buna inanmak çok zor olabilir. Hatta delice... Ancak gerçek bu... Biz ne söylüyorsak, ne düşünüyorsak yarattığımız dünya da O!

Başımıza gelen tüm durum ve olaylar, uzun zaman önce ‘her bireyin’ attığı tohumların bu yeşermesi... Toplumların başına gelen ise kolektif bilincin bir yansıması... Bizim dışımızdaki olaylara tepkili olmakta kendimizi haklı görebiliriz ancak herkesin şapkasını önüne koyup işlerin sansasyonel tarafından, yüzeyde görünen dramlarından ve en önemlisi de kendi inançların sıyrılması gerekiyor. Hayallerimizdeki hayatı oluşturmak için tek yol; kendi düşüncelerimizi izlemek ve bunu bir alışkanlık olarak özümseyi ‘istemek’...

Özellikle televizyon ve medya aracılığı ile empoze edilen sanal değer yargılarından kurtulup, öz değerlerinin farkına varıp sahip çıkmalıyız... Bunu sadece bugün değil; her gün yapmalıyız.

Tüm olgular bir etki-tepki meselesidir. Nefret, şu anda beslenmek için tepki bekliyor... 
Peki, söylemlerin sevgi dolu olduğu, kişilerden çok fikirlerin olumlu bir şekilde konuşulduğu bir ortam için tohumlar atılırsa neler olur?


Biz sözcüklerle düşünürüz ve konuşuruz. Belki de en çok kendi kendimizle konuşuyoruz; her şey iç sesinizin kullandığı sözcüklerle başlar. İşte, durup otururken bile iç sesimize dikkat edelim... Genel olarak olumlu mu yoksa olumsuz kelimeler mi yankılanıyor? Yargılar, şikayetler ve eleştir mi yaygın? Yoksa olan olayların ardına bakıp derin bir anlayışın ışığında, geleceğe yönelik neler yapılabileceğine mi bakıyoruz?

Toltek Bilgeliği kitabında, Don Miguel Ruiz dört anlaşmanın ilk maddesinde sözlerden bahsediyor:

"Kullandığınız Sözcükleri Özenle Seçin"

Sözler sizin yaratma gücünüzdür. Her şeyi sözler aracılığı ile gerçek kılarsınız. Söz, bir güçtür; kendinizi ifade etme ve iletişim kurma gücüdür. Sözle düşünürsünüz. Düşünmekte kullandığınız sözlerle yaşamınızdaki olayları yaratırsınız. Sözünüz en güzel rüyayı da yaratabilir, etrafınızdaki her şeyi de yok edebilir. Söz tohum gibidir ve insan zihni son derece verimlidir!

Sözlerin arı, saf (impeccable) olması çok önemlidir. Impeccable, ‘günahsız’ olmak demektir. Günahsız olmak demek davranışlarının sorumluluğunu üstlenmek ama kendini yargılamamak ve kendini suçlamamak anlamına gelir. Sözünüzü özenli bir seçicilikle kullanmak, “günahsız” sözler kullanmak enerjinizin doğru kullanımıdır.



Söz saf büyüdür. Söz biz insanların sahip olduğu en güçlü armağandır. Kara büyünün en kötü şekli dedikodudur. Dedikodu, kara büyünün en kötü halidir. Çünkü saf zehirdir. Sizin fikirleriniz sizin bakış açınızdan başka bir şey değildir. İlle de doğru olması gerekmiyor. Fikirleriniz inançlarınızdan, egonuzdan ve bireysel rüyanızdan kaynaklanıyor. Zehri yaratıyoruz ve başkalarına yayıyoruz çünkü kendi bakış açımızın doğru olduğunu hissetmek istiyoruz.

Sözlerimizi özenle seçerek ‘bağışıklık’ da kazanabiliriz. Başkalarının negatif telkinlerine karşı bağışıklık kazanacak ve size söylenen olumsuz sözlerden etkilenmez hale gelebilirsiniz.

Sözlerin saflık derecesi, öz-sevginizin boyutuyla ölçebilirsiniz. Kendiniz ne kadar sevdiğiniz ve kendinizle ilgili ne hissettiğiniz, sözünüzün kalitesi ve onurluluğuyla doğru orantılıdır. 
Sözlerini doğru kullanın. Sözlerinizi sevginizi paylaşmak için kullanın.

10 Haziran 2013 Pazartesi

Star Trek Into Darkness


“Scottie bizi ışınla!”
Çocukluğumuzun en çok hayalini kurduğumuz şeydi ışınlanmak. Şu aralar da bambaşka yerlere ışınlayacağımız kişiler de yok değil... Yine de sağduyu ile evrensel bakmak istiyorum; vardır herkesin bir rolü ama bu sahne değişsin artık.

İşte çocukluğumuzu efsanesi 1966’daki Uzay Yolu dizilerinin yeni verisyonu Next Generation 1987-1994 yılları arasında televizyonlarda yayınlandı. Beğeneni olsa da, orijinal kahramanları çok aratan bu versiyondan sonra J.J. Abrahams yönettiği Uzay Yolu 2009 yılında, ‘iş budur’ dedirtmişti.


Bu yılın beklenen filmi Uzay Yolu – Karanlığını İçine Doğru’da iki saat boyunca nefes aldırmıyor. Zannedersiniz sadece giriş ve son var!

Yönetmen sizi karakterlerin ilginç yönleri, hikayenin akıcılığı ve müthiş görsellik ile büyülüyor. Mission: Impossible III ve Super 8’in yönetmenliğini yapan J.J. Abrahams şu aralar Star Wars Episode 7 için kolları sıvamış durumda!


Spock rolündeki Zachary Quinto, Heroes’daki gibi zor bir karakteri başarı ile oynuyor. Onun kız arkadaşı rolündeki Zoe Saldana güzelliği ile dikkati çekiyor. Bu arada dünyanın yapay dillerinden biri olan ‘nesne-fiil-özne’ yapısına sahip olan Klingonca da bilmekte...
Avatar, Star Trek, Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl gibi filmlerde ünlenen Zoe’nin Avatar 2 filminde oynayacağı söyleniyor.


Tüm bu kumral ve esmer oyuncuların arasına sanki renk katsın diye Uzay Yolu Karanlığını İçine Doğru’ya dahil edilmiş Alice Eve sarışınlığı ile öne planda. 2012’de The Raven ve Men in Black gibi başrılı filmlerde oynayan Alice Eve’in ingiliz aksanı kulağa hoş geliyor.


Üç boyutlu seyretmenizi tavsiye edeceğim filmi Beyaz Perde’nin ön gösterimi ile erken seyretme imkanı bulduk. Bu keyifsiz zamanlarda keyif katan bir aktivite oldu...

7 Haziran 2013 Cuma

Mustafa Yalnız mı?


Kendinizi yalnız hissediyor musunuz? Başınıza gelen olaylardan sonra gündelik yaşantınızda tutunduğumuz dalların da önemsiz olduğunun farkına mı vardınız? Aman canım dediğiniz, veya unuttuğunuz değerlerin farkına mı vardınız? 

Paylaş, paylaş... Paylaştıkça sanki yalnızlığımız artıyor!
Bir şeyleri ifade etmek istiyoruz, içimizi boşaltmak istiyoruz. Belki de hayran olduğumuz tarihi şahsiyetleri örnek alıp, onların sözlerini paylaşıyor onun hakkındaki filmleri, belgeselleri paylaşıyor, hayran oluyoruz... Büyük kitleleri etkilediklerini ve ne kadar hayranları ve takipçileri olduğunu düşünüp gıpta ediyoruz?


Türkiye Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, yine yabancıların deyimiyle 20. Yüzyılda nadiren çıkan liderlerden biri... Tüm Avrupa’nın topraklarını bölüştüğü, Amerikan Mangasını bir çözüm olarak gören bir yönetimi olan, Balkan Harbi ve Birinci Dünya Harbinden bitkin ve bitap çıkan fakir, unutulmuş halkını kurtaran ve kurtardıktan devrimler yapan adam yalnız olabilir mi?

Mustafa Kemal’in çocuk olduğu zamanı düşünelim:

  • Babasını kaybetmiş.
  • Ailesi iki çocuğunu Mustafa doğmadan yitirmiş.
  • Evini terk edip dayısının yanına yerleşmek zorunda kalmış.
  • Yatılı okulda sıtmaya yakalanmış....

Bu bir çocuk... Büyüyünce ne oluyor?

  • Askerde sürgüne gönderilmiş.
  • 38 yaşında hakkında idam kararı çıkmış.
  • 41 yaşında tüm halkın elindeki tek orduyu riske atıp taarruza kararı vermiş...

Padişah veya Halife olabilecekken, o Cumhuriyeti kurup, bir kaç kez çok partili rejim denemelerinde görüyor ki hala yalnız... Hatta silah arkadaşları bile ona karşı duruyorlar. 
Yan yana hayatlarını hiçe saydıkları mücadeleden hemen sonra siyasi mücadelede başka hesaplar yine Atatürk ile aralarını açıyor.

1927'de Avrupa basını Atatürk için şöyle yazıyor:
“Gazi, savaş sonrası dünyada kendi iradesine bağlı bir ulusal hareketle tam ve kesin diktatörlüğünü kuran ‘tek’ lider oldu. Beş yıla sığdırdıklarını başka türlü yapamazdı. 
Dini zihniyetin en çok hakim bu en gelenekçi ülkede en derin devrimi gerçekleştirdi. 
Bugüne kadar ki bütün hayatını dini inancının hükmünde yaşamış bir halkı normal evrimin bütün basamaklarını hiçe sayarak adeta sihirli bir değnekle dönüştürmeye çalıştı. 
Bunu insan gücünün üzerinde çılgın bir girişim saymak gerekir.” 



Latin harflerini, Türk kültürünü Arap etkisinden çıkarmak ve eğitimin, okuma yazmanın daha kolaylaştırılması amacıyla getirir. Beş yılda ancak yapılır denilen değişim üç ayda tamamlar.

Nüfusun sadece %10’unun okuma yazma bilen halkına bizzat öğretmenlik yapar ve 5 yılda 50,000 öğretmen ile 54,000 kurs vererek okuma yazma oranını %25’e çıkarır. 
Her şey onun için harika gözükürken, onun içi üzgün ve buruktur... 

Atatürk’ün heykellerini yapmak için Türkiye’ye gelen İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica Atatürk için şunları söyler:
“Atatürk, az konuşuyor, çok düşünüyor. Bazen emir verici bir görünüm bürünürken, bazen insanı duygulandıran çocuksu, tatlı bir hale giriyor. Duygusal açıdan düş kırıklığına uğramış, çok acı çekmiş olduğu belli...”

1 Haziran 2013 Cumartesi

Yeşil Alanlar?


Nüfus artışı ve büyük şehirlere göçle beraber, yeşil alanlar süratle binalara ve alışveriş merkezlerine dönüşüyor. Tüm bu değişim sebep olanlar, bindikleri dalı mı kesiyor? Yeşil alanların hayatımızdaki etkisi nedir? Bilim ne diyor bu konuya?

New York’daki Central Park’ı bilmeyen yok gibidir. En azından Hollywood filmlerinden fazlasıyla aşina olduğumuz bir park. Parkın arazisi incelendiğinde değeri paha biçilmez; bu özelliklerde ve bu kadar değerli başka bir arsa, Amerika Birleşik Devletleri'nin tamamında olmadığı söyleniyor.


New York gibi kalabalık bir şehirde emlağın ne kadar değerli olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Buna rağmen 5 Mayıs 1851’de Belediye Başkanı Ambrose Kingsland, kamuya açık bir parkın bu büyüyen şehir için en önemli ihtiyaç olduğuna karar veriyor. 
270,0000 ağaç ekilerek 20,000 kişinin çalışması sonucunda Central Park yapılıyor.1850 yılında şehrin bütçesini 3 katı miktarda olan 10 milyon dolar harcanıyor.
“Central Park” 1859’da açılır ve şehrin enerji ve güzellik sembolü olur. Ancak bundan fazlası vardır. New York’daki yaşam beklentisi 82’ye yükselir, bu Japonya ile aynı seviyedir. Central Park’ın bu konuda katkısının büyük olduğuna düşünülüyor.


Psychological Science dergisinin yaptığı araştırmaya göre yeşil alanların varlığı, mutluluk düzeyini artırıyor, depresyonu azaltıyor ve hayattan alınan tatmini olumlu yönde etkiliyor. 1991’den 2008’e kadar her yıl tekrarlanan araştırmada, 5,000 hane halkına üç kategoride sınıflandırılmış sorulardan oluşuyor: 
Sağlık/Mutluluk, Tatmin Seviyesi ve Çevredeki Yeşil Alan Miktarı...


Araştırma, bunun dışındaki tüm faktörlerin aynı tutulduğunu kontrol ediyor; gelir düzeyi, eğitim, suç oranı, ev boyutları vs... Sonuçlara göre hayattan tatmin oran %25 oranında bir artış gösteriyor. Bu çok tatminkar bir oran. Daha uzun evlilikler ve daha az işsizlik oranları da cabası... İşte bu yüzden New York gibi stresli ve büyük bir şehrin, yaşam beklentisi bu kadar uzun olabiliyor. Mutlu ve huzurlu insanları daha uzun yaşadıkları da yarı bir gerçek.

Yeşil alanları yok edip, kim, ne kazanıyor? Birbirinden hiç bir farkı kalmayan alışveriş merkezlerine bu kadar ihtiyaç var mı Bir zamanlar bahçeli evlerini bırakıp apartmana taşınanlar şimdilerde bahçeli ev hayalleri kuruyor... 

Ayrıca, mutsuz, depresyonda ve işsizlik oranı artmış olan bir toplumun ekonomisinden ne kadar sağlıklı olur?  Yeşil alanların daha yoğun olduğu bir şehrin uzun vadede ekonomisi de daha kararlı olacaktır...