23 Nisan 2019 Salı

Parental Guidance



Bugünün anne ve babaları muazzam bir bilgi okyanusu içerisinde yürüyorlar. Gerek farkındalık seviyesi gerekse psikoloji bilgileri ve tonlarca kitap günümüzün ebeveynlerini profesör seviyesine çıkardı. Belki de kendileri çocukken maruz kaldıkları muameleyi kendi çocuklarına göstermeyeceklerdir. Kendi ebeveynlerinden daha bilmek onları çocuk büyütme konusunda yeni bir tarz yaratması ile sonuçlanabiliyor. Sonuçta anneanne/babaanne ve dedeler ile çelişebiliyorlar. En uç nokta ise onları reddetmek ve uzak durmaya çalışmak.

Parental Guidance isimli filmde çocuklarını hafta sonu için anne ve babasına bırakmak zorunda kalan yeni nesil ebeveynleri ilginç bir deneyim bekler. Üç farklı yaşta olan çocukların kendilerine özgü problemleri vardır ve ebeveynleri kendi yöntemleri ile çözüm ararlar. Anneanne ve dedenin onların ruh hallerine zarar vermesinden korkarlar.
Anne, kendi anne babasınına hiç bir şey bilmiyorlarmış gibi davranır ve der ki,  Hayır demek yerine -bütün sonuçlarını düşündün mü- deriz, yapma yerine –şunu da bir dene- deriz, sus yerine –kelimelerini kullan- deriz”...


Kötü kelimeler yok, kavga etmek yok, vurmak yok, renkli giyinmek yok, çılgınlık yok, pasta yok, kazanmak yok, kaybetmek yok... Sağlıksız olan yiyeceklerden ve kötü diye adlandırılan her şeyden uzak tutmak isteyen anne ve babanın çocukları okula başladığında ise diğerleri ile uyum sağlama problemleri yaşarlar. Yaşlı ebeveynler ise kendi üslupları ile onlara yakınlaşmaya çalışır.

Öncelikle sevgi vererek yaşamı, yaşamayı öğretirler. Onları belli bir alanda özgür bırakıp onların kendileri olmaları için için verirler. Birbirlerini severek onlara sözleriyle değil davranışlarıyla onlara örnek olurlar. Kadının şefkati, yumuşaklığının yanına erkeğin çocukları hayata hazırlaması ve onlara özgüven vermesi...

Anneannenin kızına verdiği en önemli öğüt ise, anne ve babanın arasındaki ilişkinin, ebeveynlerle çocuklar arasındaki ilişkiden daha önemli olduğu. Çocuklara sevgiyi öğretmenin en iyi yolunun eşlerinin sevmek olduğunu içgüdüsel olarak biliyor gibilerdir. Evet belki en iyi anne ve baba olmamışlar ancak ellerinden gelenin en iyisini vermişlerdir. Mükemmel ebeveyn, veya mükemmel çocuk yoktur... Şimdi torunları için iş başındadırlar.

“Anne bana yalan söyledin! Yoğurt dondurmanın aynısı değilmiş!”

19 Nisan 2019 Cuma

Bilinç Bilmecesi


İnsanlık beyni anlamaya devam ediyor. Nörobilim ilerledikçe, insan davranışları, hormonlar, tepkilerimiz açıklanabilir hale geliyor. Oysa bu buluşların sonuçlarını ispatlayan deneylerde her zaman denekleri %70 veya daha fazlası o davranışı gösterir. Asla %100 değil... Bunun cevabı bizler beynimizin sayesinde otomatik pilotta yaşarken, bazen devreye girip, beyinden fırlayan tepkiyi veto edip başka türlü davranma özgürlüğüne sahibiz. Çünkü bir bilince sahibiz. Öyle değil mi? Peki bilinç nedir?


Bilincin tanımı kendini bilmektir. Kendini bilmek ise ne olmadığını anlamakla başlar. Taktığımız tüm maskeleri görmek. Bunlar çocukken hayatta kalmak için oluşturduğumuz savunma mekanizmaları. Tanrı, görmenin ta kendisidir. Her şeye her an şahit ol. Şahit olmaya başladığında gözlediğin “ben” ayrıdır. Giderek duygu ve düşünceler gelip gitmeye başlar. Onları sahiplenmediğinde, beslemediğinde zayıflamaya başlarlar. Düşünce devamlı değildir. Zihni oluşturan duygu ve düşünceler devamlı değildir. Kesik kesik ve çelişkilidir. Özden bağımsız bir şekilde ortaya çıkar. Düşünce geçmişin bir tepkisidir. Hafızadaki bilgi ve deneyimlere dayanarak bedeni hayatta tutmak ve keyifli hormonları üretmeye odaklanmıştır. Hedef odaklı beyin dopamin, sosyal statüye odaklı zihin testeron ve serotonin, insan bağlarına düşkün zihin oksitosin bağımlıdır. Sürücü koltuğundan kalmak istemeyen zihin kendi varlığını kurmak ister. En büyük silahı düşüncedir. Bedenimizin hiç bir parçası ile bu kadar özdeşleşmeyiz. “Düşünüyorum” deriz.. Öte yandan “elim kaşınıyor” deriz... Kendimizi ve eli ayırırız. Duygu ve düşünceleri kendimizden genellikle ayırmayız.


Düşünce sürekli bir “ben” yanılsaması ortaya çıkartır. Gözlersen, gözlediğinden ayrı olursun. Ben gözleniyorsa ve düşünceler sürekli değilse, yıllarca inandığın “ben” yok olur. Ben’in gerçekten var olduğunu ispat edemezsiniz. “Ben bedenim diyebilirsiniz.” Beden fiziksel olarak %99’u boşluktan oluşan enerji ve ilişkiler sistemidir. Bedende madde dediğimiz ne varsa toplayıp bir kutuya koyarsak içinde ancak bir toplu iğne başı görürüz, belki onu da göremeyiz. Kuantum fizikçilerinin sözlüğünde “madde” kelimesi kaldırılmıştır. Diğer bir açıdan bakarsak beden her 7 senede bir tüm hücreleri yenilenir. 7 sene sonra şu andaki hücrelerden hiç bir kalmaz. Devamlı bir fiziksel varlık olduğumuzu bize anılarımız söyler. Bugün hafızanız silinse kim olurdunuz? Tüm bu sorulara ilk tepki elbette zihinden gelir. Ben’in  gerçekten olmadığı gerçeği ona çok zor gelecektir. Mimar inşa ettiği binayı yıkmak istemez. Hemen restorasyona gider ve bilge veya ulvi bir ben ile gözleyeni ikan eder. Bu artık harika bir yanılsamadır. Kim güzel bir rüyadan uyanmak istemez? Ancak rüya yine rüyadır. Bu aşama ilkinden de zordur. “Tamam, pes ettim, beni yakaladın. Sen harikasın ve bilgesin. Seçilmiş kişisin.” der... Artık keşfedilecek bir konunun bile farkında olmadan keyifli bir şekilde uyumaya devam ederiz. Oysa her rüyada ikilik vardır. Zıtlıklar, iniş çıkışlar olmadan o senaryo onaylanmaz.

Ancak uyanıklık hali ortaya çıkarsa, kelimelerin gerekmediği huzurlu ve kalıcı bir durum ortaya çıkar. Bir zamanlar bebekken bildiğimizi hatırla zamanı...

17 Nisan 2019 Çarşamba

Unicorn Store


Çocukluğunu hatırlıyordu. Ailesinin tek kızıydı. Çocukken herkesin sevgisi ve ilgisi onun üzerindeydi. Havada uçuşan köpük balonların peşinden gider, boyama yapmaya bayılırdı. Neşe onun doğasında vardı. En büyük hayali ise tek boynuzlu bir ata sahip olmaktı. Ailesi onun bu istediğini reddetmek durumunda kaldıklarında hayal kırıklığına uğramıştı.

Yaşı büyümüş, çalışma zamanı gelmişti. Halen onunla arkadaş gibi olmaya çalışan anne ve babasının yanında yaşıyordu. Anne ve babasının onu başkaları ile kıyaslamasından bıkıp usanmıştı. Ayrıca onların bu arkadaş tavırları hiç de hoşuna gitmiyordu. Evde anne ve babasına ihtiyacı vardı, arkadaşa değil... Resim kursu almış, ancak tuvalin dışına taşan boyama stili ile hemen dışlanmıştı. Her zaman kendini başarısız hissediyordu. Artık hiç bir şey yapmak istemiyordu. Bütün gün televizyonun başında otururken bir iş ilanı dikkatini çekti. Tam anne ve babasının takdir edebileceği bir işe benziyordu.

Ertesi sabah iş kıyafetlerini giydi, greyfurt suyu ve kutu kutu pense... Fotokopi çekerek başladığı ilk iş gününde şirketin başkan yardımcısı ile tanıştı. Duygusuz gibi olan bu adam ilginç bir şekilde firmanın tek düzeliğinden ve yaratıcı bir iş çıkaramamaktan bunalmıştı. Onlarca kişinin kutu kutu bölünmüş masalarda oturması ve cansız renkler giyerek iş yapmasını yadırgamıştı ama bir işi vardı en azından. İşte tam o sırada ilginç kartlar almaya başladı. “Dükkan” isimli bir yerden gelen mesajlardı bunlar. Merakına yenik düştü ve dükkana gitti. Oradaki ilginç satıcı ona tek boynuzlu bir at vadediyordu! Ancak koşullar vardı.


Önce bir ev yapması gerekiyordu. Bu ev belki de ona yaşaması gereken evi simgeliyordu. Artık yetişkindi; kendisi de biliyordu ki anne ve babasının evinde daima çocuk olacaktı. İş yerinde ise işler yolunda gibiydi. Onu kıskanan çalışanlar hariç... Bakan yardımcısı ondan yeni bir elektrikli süpürge tasarlamasını istedi. Renk cümbüşü bir çizimden sonra kendini toparladı ve kendine kareli bir defter aldı. İş ciddi bir şeydi; çizgilerin içinde kalması gerektiğini düşündü.

Boynuzlu at için gereken ikinci görev kalbini sevgi ile doldurmaktı. “Kalbindeki nefret onunki için bir hançer olabilir”demişti satıcı. Evde de aile ile de ilişkilerinde aynı durum geçerli olmalıydı. Çok kolay gibi görünen bu görev için biraz derine inmesi gerektiğini anlamıştı. Hem tasarım konusunda hem de verilen görevlerde hayal kırıklığına uğramaya başladığında en büyük kaynağı devreye girdi: Annesi...


Yapabileceğin en yetişkince şey önemsediğin şeylerde başarısız olmaktır” dedi annesi. Bu onun en iyi yaptığı işti. Yeniden şarj olmuş gibiydi. Zihnini dinlemeyi bıraktı ve içindeki yaratıcılığı dinlemeye karar verdi. Onun elektrikli süpürgesi insanların içindeki korkuları ve endişeleri süpürecekti...

Artık kendini tek boynuzlu bir at gibi hissediyordu; masum, saf ve ilahi...

15 Nisan 2019 Pazartesi

Ben Senin Bildiğin Erkeklerden Değilim


Kadınların erkek, erkeklerin de kadın gibi davrandığı bir Dünya hayal edebilir misiniz? Kadınlar, her firmada önemli pozisyonları almış, araba, para ve güce önem veriyor. Erkeklere laf atıyor, onları sıkıştırıyor. Erkekler ise daha duygusal, uzun soluklu ilişkiler arıyor. Kadınlar gece barlarda dans eden erkekleri izliyor ve yanlarına kısa şortlu bacakları pürüzsüz erkekleri götürüyorlar. Kasap kadın, kasada ise erkek var. Arabanın lastiği kadın değiştiriyor, erkek arabadan bu durumu izliyor. Kadın eski sevgilisini çocuğu ile bırakıp gitmiş, kendi hayatını yaşıyor. Yapılan haksızlıklara dayanamayan bir grup erkek, erkek haklarını savunmak için gösteri yapıyor. Erkekler kişisel bakım ve kıyafete fazlasıyla düşkün, kadınlar ise bu konuda hiç bir şey yapmıyor, sadece kaslarını güçlendiriyorlar. Evrimsel olarak da bu Dünya’nın geçmişinde kadınlar avlanmış, erkekler ise mağarada çocuk bakmışlar.

Yoksa sizin hayatınızda buna benzer durumlar var mı?
Ataerkil dünyada çok uzun süreden beri erkeklerin baskılarına karşı duran kadınlar, en azından bazı durumlarda erkeklerin eskiden yaptığını şimdi erkeklere yapıyorlar. Bu eril kadınlar elbette dişil adamlar çekiyorlar. Tersine dönmüş bu durum da sağlıklı mıdır? Kadın yüzbinlerce yılın öcünü çıkarmalı mıdır? Oysa aile sistemi dinamiklerinde ortaya çıkan denge ve düzen kuralı bize huzuru getirebilir. Her iki taraf arasında alma ve verme dengesi olmalıdır. Bert Hellinger’in aile sistemi izlenimlerine göre; kadın erkeği takip etmeli, erkek de kadına hizmet etmelidir. İster bu fikri katılalım ister katılmayalım, kadın kadınlığını, erkek de erkekliğini bildiği sürece ilişkiler iki tarafın özelliklerine saygı duyulduğu bir ortamda daha derinleşecek gibi duruyor.


Orijinal ismi Je ne suis pas un homme facile olan filmdeki erkek kahramanımız tabiri yerindeyse nefes alan her kadına ilgi gösterir ve iş yerindeki erkek hakimiyetinden pek memnundur. Ta ki önüne bakmak yerine bir kıza bakarken kafasını vurana kadar. İşte bu hayatının tepe taklak olduğu andır. Bütün roller değişmiştir. Buna anne ve babası da dahildir. Başlarda bu duruma alışamaz ve isyan eder. Oysa zaman geçtikçe o da hayatta kalmak için yapılan en önemli stratejiyi içsel olarak devreye alır: Uyum...

9 Nisan 2019 Salı

Anı Yakalarken Anı Kaçırmak


Tüm iş dünyası deneyim ekonomisi üzerinden işlemeye başladı. Yapılan her satış, verilen her ürün veya hizmet bir deneyim içeriyor. İçermiyorsa da çok fazla ayakta kalmak mümkün gözükmüyor. Deneyim başlıyor ve bitiyor. Doğası gereği böyle olmak zorunda; dolayısıyla deneyim varsa, zaman kavramı otomatik olarak devreye giriyor. Yaşanan deneyim paylaşılıyor, bazen anında bazen de sonra... Hatta bazen yıllar sonra. Sosyal medyanın bize sağladığı muazzam beceri ile gerçek zamanlı veya banttan video yayınlayabiliyor, fotoğraf halinde paylaşabiliyoruz. Fotoğrafı da süsleyerek mevcut deneyime ilave değer de yaratabiliyoruz.

Her şey harika, oysa arka planda işlev gören bilinçaltımız, bizi bir kısır döngüye sokuyor. Deneyim olumluysa, zihin yeniden arzulamaya başlıyor. Olumsuz ise kaçınmaya çalışıyor. Zihnimiz yüz binlerce yıldır böyle çalışıyor. Ancak hiç zaman deneyim hayatımıza bu denli girmemişti ve bu kadar kolay ve bu kadar etkili bir yolla paylaşılmıyordu. Deneyim zamanı içeriyor, tıpkı düşünce gibi. Bir yemeğin tadını yaşamak, yemekle bir olmak yerine o yemeğin fotoğrafları çekiliyor, filtreden geçiriliyor ve hop bir sürü insanın ekranına düşüyor. Sanki her gün harika bir yemek yeniyor, harika bir yere gidiliyor, veya farklı bir aktivite yapılıyormuş gibi bir izlenim oluşuyor. Bu da yetmiyor; kim beğendi, kaç kişi beğendi, kim gördü ve görmesine rağmen beğenmediye kadar gidiyor iş. Hatta daha detaylı raporlar veren programlar bile var piyasada...

“Paylaşıyorum öyleyse varım” diyen bu fenomen insanlığı yakalamış durumda. Dervişlik yolunda ölmesi gereken ben (sahte kişilik), selfie ile daha da güçleniyor. Zihin kendini bedeni ile, yaşama tarzı ile, yarattığı filtrelerden geçmiş bir imaj ile tanımlıyor. Bu son derece büyük bir tehlike: (1) Düşünceye ve zamana bağlı bu kavram bizi geçmişte veya gelecek hülyasında tutuyor. Anı yaşamayan insan hayatı da kaçırmış oluyor. (2) Dopamin ile güdülen ve ödüllendirilen zihin, ulaştığı zafere hemen alışıyor ve daha fazlasını arzuluyor. Aldığınız ilacın sizi artık kesmemesi gibi, dozajın artması gerekiyor. Devamlı çaba kronik mutsuzluğa yol açarken, sağlığımız da elden gidiyor.


Bunu aşmak ancak dönüşüm ekonomisi ile mümkün. Kişi –zamandan bağımsız- olarak dönüştüğünde kalıcı bir huzura sahip olmaya başlıyor. Mutluluk demek yanlış olur, lakin hayatta tatlı ve acı yönler her zaman olacaktır. Bizler ikisini de saygıyla karşılamazsak sakındığımız bizi takip edecektir. Oysa kişi idrak ettiğinde artık anlayışı kalıcı olarak değişir. Bunun için bir zaman gerekmez. Meyve ağaçta olgunlaşır ve bir anda dalından kopar. Evet, olgunlaşma için bir zaman gerekiyormuş gibi gözükebilir ancak kopuş sadece bir anda olur.

Dönüşüm ancak farkındalıkla olur. Bu kavram içselleştirilmelidir. Ezbere söylenen kelimeler anlatmak istediği kavramların kendisi değildir. Ağızlara sakız olan kelimeler sadece yüzeyde bir değişim oluşturur. Dönüşüm değil. Neyin farkına varacağız? En temel soru içtenlikle tekrar tekrar sorulmalı: “Ben neyim? Ben Kimin?” İşin ironik tarafı bu soruların cevaplarına olumsuz sorularla ile varılması. Ne ve kim olmadığımızın farkına varırsan, en sonunda elimizden özümüz kalır. “İlim bilmek kendin bilmektir” diyen Yunus Emre’nin verdiği mesaj budur.

Bedenin hayatta kalmak için geliştirdiği taktiklerden en önemlisi bir kişilik yaratmaktır. Bir kısmı genlerle atalarımızdan gelen, bir kısmı da yaşadıklarımızla şekillenen kişilik özelliklerimizle özdeşleşmek sağlam ve sinsi bir yanılsamadır. Oysa bu kişilik özellikleri an ve an değişen maskelerdir. Taptuk Emre “Hiç uzağa bakma, bir insana baktın mı tüm insanlığı görürsün. Her insanda insanlığın tüm halleri vardır”demiştir. Tüm bu maskelerin ötesine geçildiğinde insanlığın tüm halleri gelebilir, sorun yoktur. Gelen gider. Hiç bir şey kalıcı bir kişilik özelliği değildir. Biz bilinçli bir şekilde sahiplenip beslemiyorsak. Tüm bu çaba durduğunda zihin sakinleşir, an geri gelir. İşte o anda sadece yaşam vardır... Ne geçmiş ne de gelecek.

2 Nisan 2019 Salı

Puzzle


Evlenmiş ve iki oğlan sahibi olmuştu. Evin yemeklerini yapar, üç erkeğin bulaşığını, çamaşırlarını yıkardı. Oğlanlar büyümüştü. Kenar mahallede, ağır işçi olan kocasının yanında tam bir ev hanımı olarak yemekleri yapıyor, aile içi ilişkileri dengeliyordu. Belki de bir kadının yapması gerekenlerdi bunlar. Her şeye rağmen şükrediyordu. Öte yandan her günü birbirinin aynısıydı. Vermekten yorulmuştu. Bu rutin onu bunaltıyordu. Ufak oğlunu şımartan kocasına kendini ifade edemiyordu. Büyük oğlu da annesinden farklı değildi. Sanki oğlu onu kopyalıyor, onun gibi davranarak ona yakın oluyordu. Bazen tüm bunlar güvenli geliyordu. Bildiği, alışık olduğu durum güvenliydi.

Doğum gününde umulmadık bir hediye alır Agnes... Bu bir yap-boz bulmacadır. Sanki kendi hayatıydı bu bulmaca... Anlamsız gözüken bir çok parçayı birleştirmesi gerekiyordu. Hemen biten yap-boz’dan sonra bir yenisini aldı. Yap-boz’u aldığı yerde gördüğü ilanda yap-boz için ekip arkadaşı arayan bir kişi vardır. Bu kişiyi arar ve tanışır...

Ailesinden saklı bir şekilde yeni arkadaşı Robert ile buluşmaya başlar. Bu ortaklık Agnes için hem romantik bir yönde ilerler hem de Agnes, kendini bulmaya başlar. Onun en büyük sıkıntısı olan ifade problemi yap-boz ile çözülüyordu sanki. Robert ona ne demişti?

“Normalde zihnin çok hızlı çalışıyor, nereye gittiğini gerçekten bilmiyorsun. Kendini ifade edecek hiç bir yer yok. Onu ifade edecek kimse yok. Bu seni delirtiyor. Basit işlere odaklan. Yap-boz senin için basit bir iş, ona odaklanabilirsin. Sonuçlar çok memnun edici, seveceksin...”
Artık hiç bir şey aynı olmayacaktı. Evde köle gibi çalışmayacaktı. Kocasının onu sadece bir hizmetçi gibi görmesini engelleyecekti. Bu oğluna da büyük örnek olacaktı. Büyük oğlu aileye daha önce gelendi. Abi olarak evde kardeşine göre daha öncelikli bir pozisyonu vardı. Zorla babasının yanında çalışmak yerine istediği gibi aşçılık okuluna gidecektir.

Artık Robert ile arkadaşlığına devam edemez, evine döner. Ancak artık durum farklıdır. Doğru veya yanlış seçimler yoktur. Sadece doğru bakış açısı vardır. Artık evdeki olayları farklı görmektedir ve bu bilgelikle da kendini ifade edebilmektedir.

“Yap-boz yaparken ne kadar yanlış parça seçerseniz seçin en sonunda her parça doğru yerini bulur ve bütün resim ortaya çıkar...”