29 Aralık 2020 Salı

Bir Başkadır

Bir başkadır benim memleketim. Memleketimiz insanlarına genel bir bakış atan ilginç bir dizi.

Ülkemiz değişik yelpazeleri barından renkli bir toplum olmuşsa da son zamanlarda siyah-beyaz gibi keskin ayrımlar daha fazla görünür hale geldi. Başını örtenler ve örtmeyenler, sadece pozitif bilimlere inananlar ve sadece hacı-hocaya inananlar, okuyamadan kendine bir dünya kuranlar ve fazla okumaktan dünyayla bağ kuramayanlar… 

Tüm bu kutuplaşmalara yer verilen dizinin kahramanlarının ardında psikolojik olaylar yatmakta. İçinden kolay kolay çıkamayacakları üçgenler mevcut: Kurtarıcı-Kurban-Fail üçgeni gibi.

Meryem

Abisi ve yengesinin yanında yaşayan Meryem, ayılmalara bayılmalara başlayınca kendini psikolog Peri’nin yanında bulur. Gayet zeki bir kız olan Meryem, Peri’nin bazı taktiklerini eleştirmekten de kendini alamaz. Tüm bu modern yaşamın sahte kimlik ve iletişiminin yanında içtenlikle iletişim kurmaya çalışan biridir.

Peri

Zengin ve kültürlü bir ailenin kızı Peri, okulların dışında tatillerini yurt dışında geçirerek ülkesinin insanlarından bir parça uzak kalmıştır. Annesinin oldukça baskın olduğu aile yapısında, ilişki kurmakta zorlanır. Can simidi gibi sarıldığı birkaç spritüel araç da ona tam anlamıyla çözüm değildir. Tüm bu durumdan ebeveynlerini sorumlu tutarken, Danışmanı Merve onu zorlamaktadır. Scott Peck’in dediği gibi ‘Her psikolog önce kendi üzerinde çalışmalıdır.’ Peri seanslarına süpervizyon veren meslektaşı Gülbin’e açılır ancak yüzleşmesi gereken konulardan kaçar durur. Onu çileden çıkartan en temel konulardan biri başörtüsüdür.

Gülbin

Peri’ye süpervizörlük yapan Gülbin’in yaşantısı ailesinin tam tersidir. Kürt asıllı aile, doğudan belli bir mal varlığı ile gelmiş dini bütün bir ailedir. O da kendi ailesini reddetmektedir, tamamen sessiz olan babasının yerini sanki ablası almıştır. Her türlü küfür ve eleştiriyi yapan ablası sonrasında Allah’a sığınmaktadır. Gülbin’in özel yaşamı da iyi değildir. Kendi tabiriyle takıldığı erkek arkadaşını başka bir kadınla yakalar: Melisa.

Melisa

Melisa ‘total’i hedefleyen bir dizide oynamaktadır Halkın göreceli olarak daha fakir kısmına hitap eden diziyi eleştirirken, takipçi sayısının artışından ve kendinden fotoğraf isteyen insanlardan içten içe memnundur. Gülbin onu Sinan ile yakaladığında sinirlenmez bile…

Sinan

Sinan cinsellik bağımlısıdır. Spora gider ve her gece bir kadını evine atmak için sistematik bir şekilde çalışır. Oysa onun da ardında bir aile dinamiği yatmaktadır. Babası vefat etmiş olan Sinan’ın annesi, tipik bir şekilde ona sitem ederken hala onu küçük oğlu gibi görür. Babasından alamamış adamlarla annesinden alamamış kadınların dansıdır bu. Sinan’ın tek devamlı ziyaretçisi temizliğe gelen Meryem’dir.

Ruhiye

Ruhiye, Meryem’in yengesidir. Son derece donuk olan Ruhiye’yi hiç konuşmayan oğlu takip eder. Ruhiye kurbandır, kocası ise kurtarıcı. Onu olduğu gibi sahiplenen, gerektiğinde fiziksel gücünü ortaya koyan ancak sabrının son noktasına gelmiş biri.

Oysa Rukiye’nin donup kalmasının ardında bir çocukluk travması vardır. Hesaplaşma olmadığı sürece iyileşmeden bu yara için geçmişe dönmek kaçınılmazdır. Kurbanın fail, failin kurbana döneceği an yakındır… 

Hayrunnisa

Babası hoca efendi, annesi ise sessiz bir ev kadını. Oysa kendisi hiç de bu dünyaya ait değilmiş gibi. Onları seviyor sevmesine ancak ne ailesi ne de mahallesi ona yakın gelmiyor… O da diğerleri gibi atalarından gelen kaderin görünmez etkileri ile oradan oraya yalpalıyor. Onu da bu durumdan kurtarmak isteyen biri var: Meryem’in abisi Yasin.

Yasin

Yasin’in ailesine veya geçmişine dair fazla bir bilgi yok. Ancak kurtarıcı ve koruma rolü ortada. Hem eşinin problemlerine rağmen onu seçmiş hem de kardeşine bakıyor. Eşinin ruhen başka bir yerde olması onun gözünü başkasına kaydırmış gibi. Oysa o hala karısının iyileşmesini, çocuğunun konuşmasını arzuluyor.

Tüm bu çabaları sonuç vermeyince ortaya çıkan duygular ise öfke ve sonunda çaresizlik. Çözümü ise yüceleştirdiği hocada arıyor: Ali Sadi Hoca’da…

Ali Sadi Hoca

Hocanın hayatı Allah ve onun yardımını isteyen müridlerinden ibaret. Her şeye, herkese bir çift sözü, çözümü olan hocanın, kendi hayatının varlığını ancak eşinin vefatı ile idrak ediyor. Kızının da Konya’ya dönme kararı onu derindeki yalnız çocukla baş başa bırakıyor.

İşte bir başkadır bizim insanımız…

Herkes başkalarına kalbinde bir yer açtığında hem dış dünyamızda hem de iç dünyamızda tüm ayrımlar, kutuplaşmalar sona erecek.

Bir biz var, bizden içeri” diyeceğiz…

26 Aralık 2020 Cumartesi

Where We Belong

Hocaya sormuşlar; ‘Biz evleniyoruz, ancak hangimizin ülkesinde yaşayacağımıza karar veremiyoruz. Bize yardımcı olur musun?’ Hoca demiş ki, ‘Hanginiz ülkesini daha çok seviyorsa öbürünün ülkesinde yaşayın.’ Demek oluyor ki ülkemizle ne kadar barışıksak, dilediğimiz yerde yaşayabiliriz. Ülkemizden ne kadar nefret ediyorsak, ne kadar reddediyorsak, başka bir yerde yaşama şansımızı da o kadar tepiyoruz. Bu durum hayatımızın tüm alanlarında geçerliliğini koruyor. Ailemizi, bir kişiyi, kendimizi, kendimizin bir yanını reddediyorsak o durum hep karşımıza çıkıp duruyor.

Nereye aidiz diye çevirebileceğimiz film Where We Belong’un kahramanı Tayland’lı ergen kızın hayali Finlandiya’ya gitmek için burs kazanmaktır. Babasının erişte dükkanında erişte pişirmekte, diğer bir yandan İngilizce kursuna gitmektedir. Ergenlikle başlayan kimlik arayışında babasıyla yaşadığı iletişimsizlik arkadaşlarıyla da başak bir boyutta ortaya çıkar. Çocukluğumuzda yaşadığımız olaylar bağlanma modellerini belirler. Her iki ebeveynle kurduğumuz farklı ilişki farklı bağlanma modellerini de beraberinde getirebilir. Dolayısıyla içimizde oluşturduğumuz parçalar farklı davranır. Arkadaşlarımıza güvenle bağlanırken, romantik ilişkimizde kaçıngan bir tavır sergileyebiliriz.

Baş roldeki Sue’nun çocukluğuna bakınca neler görüyoruz? Annesinin erken kaybından sonra evin annesi gibi babasına her konuda yardım eden Sue, babasının muhtemel depresyonundan dolayı onunla fazla bir bağ kuramıyor. Dolayısıyla Sue, kaçıngan bir bağlanma modeli gösteriyor. En iyi arkadaşı Belle ile bile belli bir yere kadar yakınlaşabiliyor. Belle ise onun kurtarıcısı gibi; devamlı kendini arkadaşını savunurken ve koşulsuz bir şekilde onu desteklerken bunuluyor.

Sue tüm bunlardan bıkmış ve çözümü Finlandiya’ya gitmekte arıyor. İçindeki yaraların ya farkında değil ya da onlarla yüzleşmek ona çok zor ve acılı geliyor. Çocukluğunda yaşana erozyon ergenlikle kasırgalara yol açıyor. Oysa her zaman bir destek vardır ve destek ona hiç beklemediği bir yerden geliyor...

13 Aralık 2020 Pazar

David Attenborough: A Life on Our Planet


1937’de sadece 2.3 milyar olan insan nüfusu, 2020 yılında 7.8 milyar olurken, havadaki karbon oranı %48 artar ve doğal alanlar %100 düşerek sadece %35’e geriler.

'Matriks' filminde Ajan Smith insanın yayılışını şöyle tarif eder:

“…anladım ki sizler aslında memeliler sınıfına dahil değilsiniz. Bu gezegendeki tüm memeliler, yaşadıkları çevre ile içgüdüsel olarak bir denge kuruyorlar. Ama siz insanlar öyle değilsiniz. Bir bölgeye yerleşiyorsunuz ve çoğalıyorsunuz, tüm doğal kaynakları tüketene kadar çoğalıyorsunuz. Canlı kalabilmenizin tek yolu başka bir bölgeye yayılmak. Bu gezegende bu şekilde yaşamını sürdüren bir organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musunuz? Virüsler. İnsanlar hastalıktır. Bu gezegenin kanserleri. Sizler vebasınız.”

Kabul etmesi zor ancak insanın, bir memeli olarak yaşadığı dönemler yaklaşık 50,000 yıl önce Tarım Devrimi ile yavaş yavaş sona ermiş. Biriktirmek hayatta kalmanın yerine elimizdeki tutmak ve daha fazlasını elde etmek için çalışan zihinler oluşturdu. Daha fazla güvenlik ve daha fazla üretmek kısır döngü gibi devam ederken, artan güvenlik sayesinde nüfus artışı uçarak tavan yaptı. Sıcak savaşların yerine soğuk savaşlar ve sinsi politikalar alınca iş başkalarını öldürmek yerine başkalarını sömürmeye dönüştü. Gelirin son derece adaletsiz dağılımı tüketimi körüklerken dünyada çevresel sıkıntılar baş göstermeye başladı.


Doğa dostu David Attenborough yaptığı belgeselde hayat boyu edindiği bilgileri paylaşıyor ve durumun vahim olduğunu belirtiyor. Konuşmak, gösteri yapmak yerine bir an önce harekete geçilmesi gerekiyor. Sadece örgütler veya devletlerin değil bireylerin harekete geçmesi şart. Her mum kendini aydınlattığı gibi yakın çevresini de aydınlatabilir. Detaylıca araştırmak belli herkesin harcı değil ancak çok basit üç madde bize büyük nefes aldırır.

1. Tüketmemek: Hiç bir şeyi fazla almamak; özellikle paketli ürünlerden, içeriğinde plastik, ağaç-kağıt, hayvanlar bulunan ürünler. a) Her konuda minimalist yaşamak, daha detaylar için minimalizmle ilgili yazıyı okuyabilirsiniz

2. Fazla Doğurmamak: Her çiftin iki çocuğu olsa teorik olarak dünya nüfusu sabit kalırdı. Demek ki ölüm oranından çok fazla bir şekilde doğum oranı var. Çoğalıp kendi türünü, inancını, hükümdarlığını büyütmeye çalışan zihin, zaten insanlığın sonunu getirecek.

3. Farkındalık: Zihinsel olarak düşülen ikilemin farkına varmak ve her bireyin kendi yapacağı yolculuk ile içsel çatışmalarının farkına varması; iç huzuru dış huzuru getirecek dolayısıyla dışarısı ile uyumlu bir şekilde yaşamaya başlayabileceğiz. Elbette farkındalık bilgiyi de içerir. Çevremize duyarlı olarak ve uyanık olarak yaşamak gereksiz yere kaynak kullanımını ve çevreyi kirletmeyi engelleyecektir.

Bu üç faktör bize az da olsa nefes aldırır; yoksa yok olacak Dünya değil insanlığın kendisidir. Dünya her şart yeni döngülerle kendini dengeye kavuşacaktır. Tüm bunları hala ciddiye almıyorsak veya ‘bana ne’ diyorsak yeni bir Nuh’un gemisi kapıda demektir. İnsan bu konuda bir şeyler yapıp kaderini değiştirecek güce sahip mi?

Yoksa kaderimize razı olup olanları izleyecek mi?

8 Aralık 2020 Salı

Farkındalık

Son zamanlarda çoğumuzun ağzına sakız olmuş sözcüklerin başında yer alıyor ‘farkındalık’ kelimesi. Hatta ‘Farkındalığınız pek yüksek’ gibi söylemlere de rastlamak mümkün. Pek çok yeni kelimede olduğu gibi bu kelime de tam olarak özümsenmeden günlük konuşma dilimize giriveriyor. Oysa bu kelime yabancı bir kelime değil. İngilizce ‘Awareness’ sözcüğünün Türkçe karşılığı… Fiil hali, fark etmek. Dolayısıyla iş, fark etmek ile başlıyor. Farkındalık, fark etmek ile oluşuyor. O zaman neyi fark etmemiz gerekir? 

Neyi Fark Edeceğiz?

Her şeyin kökeni zihnimiz…

Zihin yüzbinlerce yıldır bizi hayatta tutmaya çalışırken, beynimizi en verimli – yani en az enerji harcayarak – kullanmanın yollarını keşfetmiştir.

86 milyar nöron barındıran bu muazzam ağ, bedene giren oksijenin yaklaşık %20’sini harcar. Bu sebeple her dakika bilinçli bir şekilde düşünmek ve karar vererek son derece masraflıdır. Zihin geçmişten gelen bilgi ve deneyimler ile bize otomatik düşünce ve davranış kalıpları yaratarak fazla enerji tüketimini engeller.

Tüm bu otomatik pilot, bir süre sonra hayatımıza yön vermeye ve temel düşünce şeklimizi ve alışkanlıklarımızı belirler. Her şeyi kendi çerçevemizden görmeye başlarız. Bu filtreleme sistemine ‘Dar-görüşlülük’ diyebilirsiniz. Bu sistemi besleyen bilgi ve deneyimler önce ailemizden sonra da içerisinde yaşadığımız topluluklardan gelir. İçgüdüsel olarak bu topluluklara ait hissetmek isteriz. Bunun da temelinde hayatta kalmak vardır.

Öyleyse ilk adım bu oto-pilot sistemi fark etmektir, sorgulamaktır. Durmak ve izlemektir. Fiziksel olarak duramasak da, içsel olarak bir adım geriye çekilip zihni gözlemlemek - ki bu meditasyondur. Zihnin nasıl başka fikirleri kendine tehdit olarak gördüğünü ve mevcut düşünce yapısına nasıl sadık olduğunu fark etmek, farkındalığın en önemli adımıdır. Bebekken zincirlenen ve büyüdüğünde ayağında bir zincir olmamasına rağmen bir yere gidemeyen fil gibi, biz de zincirlerimizi fark ettiğimizde artık adım atmaya, gönlümüzün götürdüğü yere gitmeye ve gönülden gelenle fark yaratmaya başlayabiliriz. 

Ben Kimim?

Sessiz bir şekilde gözlemleme bizi bambaşka bir bakış açısına götürür. Her durumun, olayın, kişinin ardında olana bakmaya ve anlamaya yol açar. Bu durum, bir araştırmacı gibi her şeyi kurcalamanın ötesinde bize derin anlayış sağlar. Evrendeki hiç durmadan hareket halinde olan ve birbirini etkileyen sistemleri fark ederiz.

Hiçbir şeyin kişisel olmadığını gördüğümüzde hayatın bu derin anlayışı ile uyumlu hale geliriz. Büyük bir sistemin bir parçası olduğumuzu kavramak bize güç verir. Sınırlı da olsa içerisinde bulunduğumuz sistemde özgür irademizi keşfederiz. Savaşlar biter, uyum sağlama güdüsü, bir şey olma zorunluluğu, bir şey başarma arzusu kaybolur.

Sadece nihai bir soru kalır geriye: Ben kimim? 

3 Kasım 2020 Salı

The King of Staten Island

Babasını yedi yaşındayken kaybetmişti. Tehlikeli bir yangına kendini cesurca atan itfaiyeci babası hayatını feda etmişti. Küçük kız kardeşi babasını hiç hatırlamazken, o, babasının ne kadar harika bir adam olduğunu biliyordu. İçinde bir yanı ona kızarken bir yanı onu çok özlüyordu. Diğer bir yandan da babasını yücelttiği için bu mükemmeliyetin altında ezilmekteydi.

Yetişkinliğe adım atacak yaşa gelmesine rağmen üniversiteye gitmemiş, hala annesi ile yaşıyordu. Ne annesi ne de kendisinin doğru düzgün bir ilişkisi vardı. Ruhen annesinin kocası mıydı? Babasının yokluğunu onun hayata adım atmasındaki en önemli engel miydi? Babasının böyle tehlikeler atılmasının sebebi kendi atalarındaki olaylardan mı kaynaklanıyordu?.. Tüm bunları bilemeyecek kadar gençti. Tek bildiği onun üzerindeki etkileriydi. Uyuşturucu kullanıyor, sorumluluk almıyor, anti-depresan kullanıyor ve sindirim sistemi ile ilgili bir hastalığı vardı. Hayatına son verdiği düşündüğü zamanlar oldukça fazlaydı.

Tüm bu yaşanan travmaların hediyeleri de vardı elbette; son derece komikti ve kendini ifade edebildiği bir sanatı vardı: dövme modelleri çizmek ve yapmak...


Hayatı bu şekilde devam ederken, Scott’ın hayatı annesinin bir sevgilisi olmasıyla değişmeye başlar. Bu haberi duyan Scott önce sevinir. Ancak onun da babası gibi bir itfaiyeci olduğunu öğrendiğinde tetiklenir. Onun da itfaiyeci olması nasıl tesadüf olabilir? Böyle karşılaşmalar sadece bir rastlantı mıdır? Yoksa her şey onun üzerine geliyordur? Ona göre itfaiyeciler çocuk sahibi olmamalıdır – sevgi kaybetme korkusu üzerine nasıl inşa edilir? Artık kafasına koyar; annesini o adamdan ayıracaktır.

Oysa işler hiç de umduğu gibi olmaz. Annesi hem oğlunu hem de yeni arkadaşını evden atar. Bu kırılma noktası her iki erkek için de olgunlaşmak için inanılmaz bir fırsat olur. Scott’ın tutunduğu dalların hepsi birer birer kırılır. Dışarıda bir dal kalmayınca, içindeki köklere dönme zamanı gelmiştir onun için. Zorlu bir süreçten sonra içinden yeniden güneş doğar – babası sadece bir insandır artık. İyisiyle kötüsüyle kabul eder onu. Dışarıda da güneşin doğma vaktidir şimdi...

11 Ekim 2020 Pazar

Prayers For Bobby

 

“Onlar bana farklı olduğum için gülüyorlar. Ben onlara aynı oldukları için gülüyorum.” (Kurt Cobaine)

Yaşama geldiğimizde uyum sağlamak bizim için hayatta kalmak demektir. Önce ailemize sonra çevremize uyum sağlayarak kendimizi güvende hissederiz. Oysa içimizdeki kişinin seçimleri bambaşka olabilir. Bu seçimler derinde çok farklı dinamiklere dayanıyor olabilir. Oysa bireysel uyum sağlama kolektif olarak güç kazanmış ve vicdan/ahlak gibi kavramlarda köklenmiştir. Bir de buna sözde dini inançlar eklenmiş ve beton kadar sert kuralların altında ezilmeye başlanmıştır.

Sözde olmasının sebebi ise temelinde hemen hemen her dinin mesajının aynı olmasının yanı sıra, aracılar ve yorumlayıcılar tarafından değiştirilmesi ve çarpıtılmasıdır. Yaradan ve kulları arasında bir aracıya ihtiyaç yoktur. Yaradan yarattığı her birey eşsizdir. Öte yandan topluma uymayan her durum günah ilan edilip dışlanmaktadır.

Prayers For Bobby isimli film, gerçek bir hikayeyi konu almaktadır. Sadece Bobby’nin değil ergenliğinde ailesi ve toplum tarafından dışlanan, baskı altında kalan her gencin hikayesidir bu. Son derece dinine düşkün bir annenin, evde nispete pasif ve duygularını gösteremeyen babanın ve cinsel açıdan kafası karışık oğullarının yaşadığı trajedinin hikayesi...

Bobby gibi farklı olanların düştükleri kapanı besleyen kör vicdan ve ahlak yapısının ardında yüzyıllardan beri nesiller boyunca aktarılan koşullanma düşünce ve inanç sistemleri yatmaktadır. Körü körüne inanmak, hiç inanmamaktan daha tehlikedir. Tüm varsayımlarımızın, inançlarımızın, düşünce kalıplarımızın, alışkanlıklarımızın sorgulanması gerekir. Tüm bu sorgulama her bireyin bizzat kendisinin çıkması gerecek bir yolculuktur. Sonuna kadar, içtenlikle, yılmadan ve bitmeden yapılmalıdır...

“Kutsal kitaplar ölümlüler tarafından yorumlandı ve bu yorumların çoğu yaşanılan zamanın etkisinde kalınmıştı. Tanrı sorgulamaya karşı değildir. Körü körüne inanmak, hiç inanmamak kadar tehlikeli olabilir.”

10 Ekim 2020 Cumartesi

Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu

“Gölgede duranın gölgesi olmaz. Güneşe çık gölgen olsun.”

Kimisi konuşur, kimisi şiir yazar, kimisi halter kaldırır. Sesini duyurmak, fark yaratmak için tuhaf bir yoldur halterci olmak. Kim bir halterciyi dinler? Sadece bir ülkede değil tüm dünyada... 

Oysa onun niyeti bellidir, sesini duyurmak. Azınlık olarak yaşadıkları vatanlarındaki Türklerin çektikleri zulmü haberdar etmektir. Mesele rakibi geçmek değildir. Mesele daha büyüktür. Mesele ait olma hakkını kaybetmektir. Kimliğini değiştirmek zorunda kalmaktır. Bayram kutlayamamaktır. Naum Shalamov olmayı kabul etmemektir. 

21 yaşında Sidney’de kaçarak büyük bir macera sonunda Türkiye’ye gelen cep Herkülü Naim Süleymanoğlu’nun hikayesidir bu. 60 kg bir insanın 200kg ağırlığı kaldırması mantıken açıklanamaz; onun ardında 2 milyon Göçmen Türk’ün ruhu vardır. 

Naim’in Türkiye’ye gelmesi sadece yerel basında ilgi çekmiştir. 1988 Seoul Olimpiyatları onun için müthiş bir fırsattır. Hastalanmasına rağmen çalışmaya devam eder ve 6 dünya rekoru kırarak Time dergisinin kapağına çıkar. Onun azmi kişisel çıkarlar için değildir; Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmanın etkileri 3 ay sonra meyvelerini verir ve Bulgar hükümeti isteyenlerin Türkiye’ye göçmesine izin verir. 350,000 Türk Bulgar assilimilasyonundan kurtulur. 

Naim sonrasında ailesine de kavuşur; başarıları üç olimpiyat daha devam eder. Oysa derindeki kaderi, atalarının çektikleri bedeninde hastalık olarak ortaya çıkar... 50 yaşında erken giden atalarının yanına gider.

24 Eylül 2020 Perşembe

Last Shaman (Son Şaman)

“Bir kişinin içinde tüm dünya vardır. Bakmayı ve öğrenmeyi bilirsen, kapı önünde ve anahtar elindedir. Anahtarı ya da açacağın kapıyı senden hiç kimse sana vermez.” Jiddu Krishnamurti

Başarılı bir şekilde mezun olmuş, ülkenin en iyi okullarından birinde okuyordu. Her şey yolunda gidiyor olmalıydı. Herkes onu takdir ediyordu. Ancak bu koşullu mutluluklar onun sevme ve sevilme ihtiyacını karşılamıyordu... Bir şeyler yanlış gidiyordu. Kendinden nefret ediyor. Kendinden nefret ettiği için daha da çok nefret ediyordu. O kadar dayanılmaz bir hale gelmişti. Basit bir mutsuzluk değildi bu; her sabah cehennemde gibi hissediyordu. Son çarelerden biri olan elektro-şok tedavisini denemeyi bile düşündü. İntihar düşünceleri bile sıradanlaşmıştı...

Depresyon onun için bir uyanma çağrısı mıydı? National Geographic kanalında Peru’lu şamanları duymuştu. Birden kendini Peru’da buldu. Şamanlar ve tüccarlar sarmıştı etrafını. Ruhsal dünya da gerçekten yol gösteren kişilerle, kendilerini kutsal biri görenler ve sahtekarlar birbirine karışmıştı.

Bazen hatırlıyordu. Son derece prestijli meslekleri olan anne ve babası ise bir yerlerde yanlış yapmıştı. Niyetleri iyi bile olsa, kendisi için çizdikleri yolun dışı renkli ancak içi boştu... Kendi bildikleri doğrular ile yetiştirmeye, biraz da rekabetçi ve hırslı olmaya yönlendirmeye çalışmışlardı. Oysa bunlar işe yaramıyordu.


Artık tüm bunlar geride kalmıştı. Doğru kişiyi bulması gerekiyordu. Bulduğu kişi, onun geldiği toplumda hiç de başarılı gözükmeyecek biriydi. Ona bu yolculuğu kendisinin yapacağını söylüyordu. Ne antidepresanlar ne ruhsal ilaçlar ona çare olabilirdi. Ruhsal araçlar da sadece araçtı. Bu yolculuk kahramanın yolculuğu olmak zorundaydı. Kestirme olmadan, kaçmadan...

Öfke, ifade, üzgünlük ve nihai kabul... Olan her şeyi olduğu gibi kabul etme ve artık farklı yapma zamanı. Eskiden çok daha güçlü hissediyordu. Artık hissedebiliyordu; acıyı, üzüntüyü, coşkuyu... Eve dönme ve öğrendiklerini uygulama zamanı gelmişti. Dünyayı yönetmek için burada değildi, önemli birisi olmak için burada değildi, kendinden çok daha büyük bir şeyin küçük bir parçası olduğunu görebiliyordu. Bunu bilmek fazlasıyla özgürleştiriciydi. Sonunda içinde huzurlu bir köşe bulabilmişti. Çözüm her zaman onun içindeydi...

“Şaman, dünyaya baktığında baktığı her maddenin ruhunu da görebilen kişidir. Baktığı her şeyde hayatı görür, vücudumuzun içinden kendine yol açan bir zeka görür, taşların, ağaçların, gökyüzünün içinden, tüm evrenin içinden yol açan bir zeka. İnsanın anlayabileceğinden ya da kavrayabileceği her şeyden çok daha büyük bir zeka...”

8 Eylül 2020 Salı

I’m Thinking of Ending Things

Hayvanlar anda yaşar, oysa insan zihni zaman hareket eder, umut kavramı buradan çıkar. Umut bir varsayımdır. Gelecekte mevcut durumun daha iyi olacağına dair bir varsayımdır bu. Oysa evrendeki olaylar döngüler şekildedir. Dalgalar gibi inişler çıkışlar vardır. Yaz ve kış, yaşam ve ölüm... Tüm evren zıtlıklardan oluşur. Yaşamın yenilenebilmesi için ölüm şarttır. Yeninin başlaması için eskinin bitmesi gerekir. Bunun için en ideal mevsim ise kıştır: Ölüm.

Bir şeyleri bitirmek, içimizde geliştirdiğimiz duygu, düşünceler ve bunların bir harmanı olarak geliştirdiğimiz içsel kişilikler için de geçerlidir. Zira zihnimiz bu evrensel döngüden nefret eder. Onun için bedenin sonsuza kadar yaşaması asıl hedeftir. Hayatta kalmak ailemize uyum sağlamayla başlar ve yarattığımız kişilikleri beslemekle devam eder.

I’m Thinking of Ending Things (Her Şeyi Bitirmek İstiyorum) isimli filmin iki karakteri; Jake ve sevgilisi, Jake’in ailesini ziyaret etmek için yola çıkarlar ve işler garip bir şekilde devam eder. Bir de filmde arar ara gösterilen bir hademe vardır. Filmde karmaşık metaforlar kullanılmaktadır. Öncelikle kış ve kar, ölümü ve bir şeylerin sonunu simgelemektedir.

Jake, kız arkadaşına farklı farklı isimlerle seslenmektedir. Onun yaptığı iş de devamlı değişmektedir. Kız arkadaşı ile konuştukları bir çok konu Jake’in evinde bir yerlerde saklıdır. Okunan kitaplar, fotoğraflar,çizilmiş resimler...

Bodrum katı genellikle bilinçdışını temsil etmektedir. Jake oradan nefret eder. Orada bir delik olduğunu belirtir. Orada çamaşırlar yıkanır. Temizlik ve su... Su, duyguları temsil eder. Jake’in anne ve babası ve değişik yaşlarına gider ve geri gelir... Kız arkadaşına ve kendisine  yapılan eleştirilerden Jake hiç memnun olmaz. Annesi biraz daha oğluna düşkün gözükmektedir, babası ile daha da mesafeli olan Jake oldukça gergindir. Bu ilginç senaryodan çıkabilecek sonuçlardan biri Jake ile kız arkadaşının aynı kişi olduğudur. Çocukluk fotoğraflarından birinde kız arkadaşı da kendi fotoğrafının orada ne aradığını sorar.

Aynı zamanda Jake ile hademe de aynı kişidir. Çamaşır makinesinin içindeki kıyafetler hademenin kıyafetleridir. Tüm film, Jake’in hayal ettiği geçmişi ve kafasının içinde bitirmeye çalıştığı meselelerdir. Olan olaylar, gerçekleşmeyen hayaller... İç dünyasına ve geçmişe yolculuk ettikçe, bu durumdan rahatsız olan gardiyanlar yolculuğa devam edilmemesi konusunda mesajlar verirler. Bu kapı tutuculardan daha sonrasında ise acı çekmiş, dışlanmış travmatik parçalar ortaya çıkmaya başlar. Dondurmacıdaki kızın ellerindeki yaralar ile Jake’in yaraları aynıdır.

Jack’in onaylanmaya ve görülmeye ihtiyacı vardır. Kız arkadaşı onun bu ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan yanını simgeler. Merdivenlerden derine indikçe sorunun daha da derinde olduğunu fark eder. Anne ve babasının etkisinde, okulunun etkisinde kaldığı ve bu ortamda hayatta kalmak üzere oluşturduğu duygu ve düşünceler yığınıdır Jack... Onlara karşı sesini çıkartamamış “iyi çocuktur”... Hayatı boyunca umut etmiş ancak hep hayal kırıklığına uğramıştır. Hayatında yaptığı yanlışlar için kendini eleştirmektedir. Artık yüzleşme vakti gelmiştir. Geçmişte ne olursa olsun artık güvendedir...

“Evrende tarafsız gerçeklik yoktur. Herkesin bakış açısına göre kendi gerçekliği vardır. Bu filtreler geçmiş deneyimleri ile koşullanmıştır. Zamanda ilerlemiyoruz, zaman bizim üzerimizden geçiyor.”

“Bu kadar az insanın ölmeden önce ruhuna sahip olması üzücü. Emerson, der ki – İnsanda nadir görünen şey özgün eylemdir – Bu, çok doğru.Çoğu kişi aslında başkasıdır. Düşünceleri, başkasının fikirleridir.Yaşamları taklit arzularıysa birer alıntıdır.”

15 Ağustos 2020 Cumartesi

Minimalizm

Her dakika koşturmaca halinde geçiyor. Okul hayatı boyunca hep bir sonraki sınava çalıştıktan sonra şimdi iş hayatında yeni hedefler, kazanılan para yeni oluşan talepleri karşılamaya yetmeyebiliyor. İşin tuhaf yanı, gelirin arttıkça giderlerin de artması. Terfi aldıkça, yarattığımız kişisel imaj için harcamaların da artması. Hayat tarzımızın değişmesi ve daha büyük bir ev, daha lüks bir araba, tatiller, hediyeler, aksesuarlar ve ikinci bir araba, tekne… Belki oraya varmadan pes ediyor, belki de Jim Carrey gibi merdivenin en tepelerine çıkıp görüyoruz durumumuzu: “Keşke herkes zengin ve ünlü olsa da, cevabın bu olmadığını görseler.”  

Tüketim ve Kısır Döngü

Kendimizi, tarzımızı, hayata bakış açımızı tanımlamak için sahip olduklarımıza bir bakalım. Dünyadaki kapitalist düzen ve devamlı ürün satmaya ve dolayısıyla tüketimi coşturan sektörel faaliyetler bilinçaltımıza devam aynı mesajı veriyor: “Tüketiyorsun, öyleyse varsın.” Geçmişte sadece iki sezondan oluşan kadın sektörü bazı markalar için senede 52 sezona dönmüş durumda. Benzer eğilimler hemen hemen her sektörü ele geçiriyor.

Oysa ne kadar tüketirsek tüketelim içimizdeki boşluk asla dolmuyor. Ya o son basamağa hiç ulaşamıyoruz, ya da ulaştığımızda bizi hayal kırıklığı veya yaşlılık bekliyor. Hayatı yaşayacağım derken akıp gitmiş bir hayat…

Tüm bu koşuşturmacanın arasında bir dakikalığına duran ve kendine bakanlar başka bir şeyler yapmanın vakti geldiğini anlıyor ve bir arayışa giriyorlar. Ruhani arayışlar, gurular, felsefeler, daha sağlıklı beslenme ve çeşitli eğitim ve faaliyetler. Bu noktada bir tuzak daha bizi bekliyor olabilir. Hiç doymayan zihin bu sefer de kafayı ruhaniyet, sağlıklı beslenme, doğa-hayvan-insan hakları ile bozuyor. Kulağa da kalbe de hoş olan bu yanılsamanın yarattığı aynı kısır döngü. Kabus yerine daha tatlı bir rüya görmeye ve buna tutunmaya başlayan zihinle bir süre daha yol alıyoruz. Sonuçta zihnimiz yeni hedeflerle dopdolu olmaya devam ediyor.


Minimalizm Nedir?

Son zamanlarda popüler olan diğer bir kavram da minimalizm. Tüm bu yeni kavramlar gibi hemen fanatikleşme, özdeşleşme ve hayatımızı bu yeni kavramla doldurma tehlikesi ile karşı karşıya kalabiliyoruz. Yapılan en büyük hata soyut kavramları tam olarak idrak etmeden onu kimliğimizin bir parçası haline getirmeye çalışmak.

Nedir bu minimalizm?
Kimdir minimalist?

Genellikle her şeyi az kullanmak, az satın almak veya ucuz şeyler kullanmak gibi algılansa da minimalizm çok daha derin bir kavram. Evet minimalist hayat daha az kıyafetle daha az ayakkabıyla daha az daha az nesneyle hayatımızı sürdürmek. Peki neden böyle bir şeye kalkışalım? Bu kadar çok şeyi bu kadar ucuza almak varken, her şeyin milyon tane seçeneği varken neden daha azı ile yetinmeliyiz? Dışımız doldukça içimiz de doluyor. İçimiz doldukça dışımız daha da çoğalıyor.

İç dünya ile dış dünyamız daima birbiri ile ilintilidir. Dış dünyamızdakiler, içimizin bir yansımasıdır. Dışarıdan sadeleşmek – ki bunu becerebilirsek – yeterli değildir. İç dünyamızda da sadeleşmeli. Minimalizm sadece dışarıda değil içeride de olursa bir anlam taşır. Yoksa yeni akım ve kavramlar gibi klasik bağımlılıklarımızı bırakıp başka bir şeye bağımlı olma haline dönüşür. Eğer yola “ben minimalist olacağım” diyerek başlıyorsak baştan yanılırız.

Minimalizm kendimizi tanımladığımız her türlü maddi nesneden ve manevi duygu/düşünceden özgürleşmektir.

Tüm bu özgürleşme başladığında, zihnimiz çoğunlukla sessiz, etrafımızda yeterli bir boşluk ve yeteri kadar eşya olacaktır. Belki pahalı ve kaliteli bir ayakkabımız olacak ancak çok olmayacaktır. Bir çok şeye ihtiyaç duymadığınızda, daha fazla para getiren işlerde hırsla çalışmak yerine sevgimiz işleri yapmak, yaşamak için daha çok vaktimiz olacaktır. Tüketim dünyasında boş vakit satın alamazsınız. Yemek konusunda, tatlı, şeker, un vs gibi besinlerin az tüketilmesi ile kazanılacak sağlık, minimalist yaşamın bir ikramiyesi gibi… 

Gerçekten kim olduğumuzu ancak kim ve ne olmadığımızı anladığımızda keşfedebiliriz. Bunun için önemli araçlardan biri de minimalist bir düşünce ve yaşam tarzıdır. 

17 Temmuz 2020 Cuma

Rocketman

Onun en büyük isteği babasının ona sarılmasıydı. Son derece donuk olan babası ne onunla ne de annesine ilgi gösteriyordu. Annesi ise onun için babasını feda ettiğini söyleyerek ona en büyük yüklerden birini veriyordu. Keşke çocuk yapmasaydım diyordu. Annesini başka bir erkekle yakaladıktan sonra ona karşı saygısı iyice azalmıştı. Anne ve babası ayrılmıştı. Yıllar sonra yeniden evlenen ve iki erkek çocuğu olan babasını gördüğünde babasının üvey kardeşleriyle olan ilişkisinin yakınlığından dolayı delirmişti. Aradığı sevgiydi ancak kovaladıkça kaçıyordu ihtiyaç olan sıcak duygular... Reginald Kenneth Dwight ismini bile kullanmak istemiyordu. Özüne ulaşabilmek için olduğu kişiyi yok etmesi gerekiyordu.

Regi olmak ona çok ağır gelmeye başlamıştı. Kendini ifade edebildiği tek alan genç yaşında tanıştığı piyanoydu. Anneannesinin teşvikleri ve desteği ile piyano çalma yeteneğini geliştirdi. Belli grupların arkasında çalmaya başladı. Kısa süre içinde yeteneği ile ön plan çıkıp ünlü olmak yolunda basamakları hızlıca tırmandı. Artık onu herkes tanıyordu: Elton John ismiyle...

Bu yeni isimle beraber gelen şöhret, para, uyuşturucu, alkol, eğlence ve cinsellik... Onu daha da derin bir çukura itiyordu. Artık durması, çocukluğuna dönmesi ve sadece babasının sarılışına ihtiyacı olan çocukluğuna sarılması gerekiyordu. Belki de tek gerçek dostu, söz yazarlığını yapan Bernie onun yanındaydı. Artık kendi olabilirdi. Yaşadığını ne varsa bugün burada olmasını sağlamıştı.

Artık sevmeye ve sevilmeye hazırdı. İçinden geldiği gibi müzik yapmaya hazırdı. AIDS hastalığı ile mücadele için 450 milyon bütçe toplamaya hazırdı. Daha da tuhaf giyinmeye hazırdı, çocuk yetiştirmeye hazırdı. O artık Sir Elton John olmaya hazırdı...

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Happy-Go-Lucky


Hepimiz dünyaya gelişimizden bir süre sonra oldukça savunmasız bir bedene sahip olduğumuzu anlarız. Hayatta için uyum sağlamamız gerektiğini kolaylıkla anlarız. Oysa uyum sağlayarak ailemize ve daha sonra çevreye ait olmak o kadar da kolay olmayabilir. Ancak bir şekilde hayatta isek çeşitli metotlar ile bunu başarmışız demektir. Başımıza gelen her travmatik durum değişik metotlarla beraber kişilik parçalarımızı oluşturmaya başlar. Ne kadar çok olay o kadar çok parça.

Değişik bakış açılarına göre sınıflandırılabilecek bu parçaların en basit hali; çocuk-yetişkin-ebeveyn üçlemesidir. Bu haller aldıkları stratejiler ile farklı farklı duygularla özdeşleşebilir. Happy-Go-Lucky filmin kahramanı 30 yaşındaki Poppy (gerçek ismi Pauline) küçük çocuklara öğretmenlik yapar ve uzun süredir bir ev arkadaşı ile beraber yaşamaktadır. Poppy’nin en belirgin parçası durmadan şaka yapan, gülen çocuksu parçasıdır. Hemen hemen her öğretmen gibi fazla veren, yardımsever bir hali vardır. Öğrencilerinin yanında ebeveyn yönü devreye girer gibi olsa da aşırı neşeli ve espri yapan yönü çok güçlüdür.


Dışarıdan bakıldığında mutlu ve neşeli gibi görünen Poppy, bir çok yönünü baskılamaktadır. Geçmişine dair bir bilginin olmadığı filmde, küçük bir ipucu vardır. Poppy bir kitapçıda gezerken bir kitaba gözü takılır: Gerçeğe giden Yol... Poppy “oraya gitmek istemem” der...  

Günlük hayatında Poppy bazı insanları hayatında çeker. Bazıları her zaman olduğu gibi yardım edeceği, devamlı mutlu etmeye çalışacağı kişiler... Bazıları ise onun içinde bastırdığı yönleri temsil eden kişiler. Son derece ciddi, mutsuz, karamsar ve öfkeli olan sürücü kursu öğretmeni... Son derece kontrolcü ve planlı kız kardeşi... Hayal kırıklığına uğramış dans hocası...


Aynı evde yaşadığı ev arkadaşı bile artık onun eşi gibi gözükmektedir. Belki de çocukluğunda yeteri kadar beslenemediği ebeveynlerinden bir tanesinin yerine koyduğu erkek arkadaşı ile ev arkadaşının kıskançlık dolu bakışlarına maruz kalır. Poppy’nin bu olumlu ve şakacı maskesi aynı bir Joker rolü gibidir ve saptırıcı yönü ile oldukça tehlikeli olabilir. Bu parçaların neyi koruduğunu anlamadığı sürece Poppy’nin gerçek huzuru yakalaması oldukça zordur.

28 Haziran 2020 Pazar

Not Alone



Geçmişin tüm hayatını etkiler. Zihin geçmişi genlerle geleni kendi deneyimlerine kadar ve geleceğe yansıtır. Bizi hayatta tutmak ve en az enerji harcayarak yaşamı idame eden bir mekanizma inşa eder. Bu durumda; otomatik pilotta yaşayan herkes için hayat geçmişin etkisi ile devam eder. Zihinde yerleşmiş tüm duygu ve düşünceler yaşamı belirler. Tüm suçlu genlerimizin sahibi atalarımız ve bizim deneyimlerinizin tam göbeğinde olan ebeveynlerimizdir. Oysa tüm bu olanlara başka bir bakış açısı ile bakmak mümkün müdür?

Not Alone filminin kahramanı Roy’un hayatı babasının aileyi terk etmesi ile allak bullak olmuştur. Bu da yetmezmiş gibi erkek kardeşi vefat eder ve bu durumdan kendisini suçlar. Bu suçu paylaşacak birini aramaktadır. Babasının gitmesine annesi sebep olmuş olabilir. Bu geçerli bahanedir. Annesi babasının evde kalmasını sağlasaydı kardeşi de belki hayatta olacaktı. Annesine olan öfkesinden dolayı hakaretler yağdırdıktan sonra Roy kendini sokakta bulur. Yolda çantasını da çaldırdıktan sonra Roy’un cebin 200 doları ve kıyafetlerinden başka hiç bir şeyi kalmaz.

Gecelediği parkta onun gibi evsiz bir kızla tanışır. Gitar çalıp şarkı söyleyen bu kız, benzer durumda olmalarına rağmen bu tanıştığı kişinin değişik görüşleri vardır. Bir çöp tenekesini bile sorgulamaktadır. Lakin silindir şeklinde bir tarafı açık metal bir kutuya ‘çöp tenekesi’ olarak isimlendiren insanlıktır. Herkes de bu bilgiyi doğrudan kaydeder. Bir süre sonra sorgulanmadan doğru ve gerçek olarak kabul edilir. Elbette çöp tenekesi bizi derinlemesine etkilemez ancak psikolojik duygu ve düşünceler, inançlar bizi oldukça derinden etkiler.


Roy, bakış açısını değiştirmeye başladığında fark eder ki, kardeşinin babası o değildir. Kendi babasının yüklerini taşımaktadır. Kardeşi de fiziksel olarak olmasa da ruhu her zaman onun yanında. Yapması gereken ise yaşayarak kardeşini onurlandırmak... Ve yaşama, kaderine evet demek!

23 Haziran 2020 Salı

Precious

Her şey Evren’in bir hediyesidir. (Ken Keyes Jr.)
Her kızın ilk flörtü babasıdır. Karşı cinsle tanışması babası aracılığı ile olur. Çocukken babasından gelen türlü söz ve davranış çocukların hayatında çok önemli etkilere sebep olur. Onun yaşadığı belli de olabilecek en kötüsüydü. Kendi çocuğuyla aynı babayı paylaşıyorlardı. Annesi onu kendi kocasını çalmakla suçluyor, kendi acizliğini öfke olarak yansıtıyordu. Her şey yetmezmiş gibi şimdi babasında ikinci defa hamileydi.

Tüm bunlarla nasıl başa çıkıyordu? Son derece izole bir hayat yaşarken, aldığı aşırı kilolar onu duygusal darbelere karşı koruyamıyordu. Ne zaman dayanılmaz bir durumla karşılaşsa hayal gücü devreye giriyordu. Zihni bir korkuma mekanizması oluşturmuş; acı dayanılmaz hale geldiğinde bir şarkıcı olarak o mekanı ve zamanı terk ediyor, bir gösterinin baş kahramanı oluveriyordu. Bu korkunç durumun belki de tek avantajı ona ilginç bir hayal gücü verilmiş olmasıydı. Her gün yazıyordu...

Okulda veya sosyal destek organizasyonunda anlaşıldığını düşünmüyordu. İlk çocuğu zihinsel olarak geriydi, annesi ona kötü davranıyor zaman zaman şiddet uyguluyordu. Onun için sevginin tanımı buydu. Sevgi, şiddet ve istismardı...


Evren’in hediyesi neredeydi? Destek neredeydi? Bu sorular onu çok zorluyor, o da dönem dönem sertliğe ve kabalığa baş vuruyordu. Başka bir şey bilmiyordu ki? Belki anne ve babası da başka bir şey görmemişti. Ancak bu bakış açısına sahip olmak için çok küçüktü ve taşımayacağı kadar ağır yükleri vardı. Önce bu yüklerden kurtulmak ve çocuklarına anne olması gerekiyordu. Destek ona öğretmeninden geldi, karşılıksız sevgi ona o kadar yabancıydı ki, sıcak ama acıtmayan bir duygu onun için yepyeni bir şeydi. Biraz da olsa umut ışığı görüyordu artık. Bedelini ödemeden bir grupta ait olmak ve güvenli olmak ne kadar da hoş bir histi. Sonrasında hediyeler de gelecek miydi? İsmi gibi değerli hissedecek miydi? Değerli hediyeler gelecek miydi?..

9 Haziran 2020 Salı

18 Regali



Annesini hiç tanımamıştı. Çok küçükken nerede olduğunu bile bilmiyordu. Bir gün babası onun annesinin onu doğurduğu gün öldüğünü söyledi. Annesi ölmeden önce ona her doğum günü için bazı hediyeler almıştı. Öleceğini biliyordu. Her doğum gününde annesinden gelen hediyeleri alıyordu ancak Anna çok kızgındı bir türlü kabullenemiyor, onu hiç tanımayan annesinin aldığı hediyeleri beğenmiyordu. Babasına da öfkeliydi. Onun başka bir kadında olması da ona bir fayda sağlamıyordu.

İçindeki bir ses hep ona daha tehlikeli şeyler yapmasını söylüyordu. Belki de böyle hayat buluyordu. Tehlikeli yükseklikten havuza atlıyor, eve geldiğinde ise babasına devamlı itiraz ediyordu...

18. doğum günü yaklaştığında mucizevi bir şey oldu. Bir anda annesinin ona hamile kaldığı anda buldu kendisini... 18 yıl öncesindeydi. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Bu umulmadık karşılaşma Anna’nın kendi annesinin ve babasının neler yaşadığını anlaması için çok büyük bir fırsat olacaktı. Her şeye tanık oluyordu: Annesinin hamileyken hastalığa yakalandığını öğrenmesi,  babasıyla bunu bir türlü paylaşamaması, paylaştıktan sonra da babasının geçirdi şok. Her şey ne kadar zordu onlar için ancak her şeyden öte anne ve babasının arasındaki sevgiyi görmüştü. Büyük bir sevginin, büyük bir aşkın çocuğuydu...

Annesini daha yakından tanımaya karar verdi. Bakıyordu bir türlü ortak bir yön bulamıyordu. Oysa annesi de kendisi de inatçı, dediğini yaptıran karakterde kadınlardı. Gittikçe yakınlaşan anne kız beraber zaman geçiriyorlardı. Anna annesine doğum günü hediyeleri seçmesi için yardım etmeye başladı. Hiç beğenmediği piyona yerine bateri aldırmak gibi daha çok hoşuna gidecek hediyeler aldırmaya başladı.


Anna artık anne ve babasını daha iyi anlıyordu. Annesini tanımak, babasının nasıl fedakarlıklarla onu yetiştirdiğini görmek ona farklı bir bakış açısı kazandırmıştı. Annesi fiziken yanında olmasa da, kader onları ayırsa da, her zaman annesi ona destek olabilecekti. 

Anne demek hayat demekti. Artık annesinden almaya başlayabilirdi. Artık üzgün ve öfkeli olmaya gerek yoktu. Annesiyle hiç kuramadığı bağ aslında her zaman oradaydı. Artık yaşayabilirdi, şimdi hediyeleri kabul edebilirdi. Annesini onurlandırıp ondan aldığı hayatla güzel bir şeyler yapabilirdi.

5 Haziran 2020 Cuma

Kalküta’nın Çocukları


“Babam beni birine satmak istemiş, ablam gelmiş ve ona engel olmuş.”
Bazen doğduğumuz yerden çok uzaktaki bir yere, doğduğumuz ırktan çok farklı insanlara çekiliriz. Bir şekilde onlara kendimizi yakın hissederiz ve bir gün kendimizi o topraklarda o insanlarla buluruz. Kalküta’nın Çocukları (Born Into Brothels: Calcutta's Red Light Kids) isimli belgeselin kahramanı Zana Briski, İngiliz fotoğrafçı ve film yapımcısı.

Nedenini bilmese de hayat onu Hindistan’ın Kalküta bölgesinde genelevlerin olduğu bir yere atar. Burada küçük çocuklara gönüllü bir şekilde fotoğrafçılık dersleri vermeye başlar. Ders verirken onları daha iyi tanımaya ve onların hayatına küçük bir dokunuşta bulunmak arzusu ile yanıp tutuşmaya başlar.

Zamanla anlar ki, bu çocuklar için okumak büyük bir lükstür. Onlar ancak hayatta kalmaya çalışırlar. Küçük yaşta çalışmaya ve kendilerini korumaya çalışırlar. Kiminin annesi yoktur, kiminin babası. Kiminin babası uyuşturucu kullanır, kiminin annesi genelevde çalışır. Kaderleri öylesine ağır olmasına rağmen çocuklar yaşama tutunurlar. Onunla savaşmak yerine ondan güç alan çocuklar vardır aralarında. Zana’nın onlara uzattığı ele cevap verirler, hayatlarındaki gidişatı bir parça olsa da değiştirmek için harekete geçebilecek cesarete sahip olanlar...

Bazıları ise buna sahip değillerdi. “Geleceğimde umut diye bir kelime yok” diyordu bir tanesi. Onlara yardım etmek mümkün değildi. Belki de ait oldukları sistemde kendilerini ait hissediyor ve oradan çıkmak istemiyorlardı. Bu onların bilinçli bir şekilde istedikleri bir şey değildi. Belki de kaderlerinin onların özgür iradelerine karşı galip çıktığı bir durumdu bu...


Elinden geleni yapan Zana’nın her şeyden haberi olan bu yüce gücün karşısında saygıyla durmak dışında yapabileceği ne olabilir? Tüm bu kötülüğün mirası kimlerden ve hangi zamandan gelmekteydi? Geçmiş acılarının, ayrımlarının mirasını çeken çocuklar bu bedeli ödeyince sistem yeniden dengeye gelecek mi? Ayrımlar, dışarıdaki ve içerideki ayrım bitecek mi? Her şey ama her şey yeniden bir olacak mı?..

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Pleasantville


Öyle bir yerde yaşıyorsunuz ki, hiç bir atışınız kaçmıyor, herkes her dakika neşeli. Hep kibar ve güler yüzlü. Hiç bir zaman yağmur yağmıyor, hiç bir zaman başınıza bir şey gelmiyor. Her şey çok güvenli. Her gün her zaman aynı olaylar oluyor... Başta kulağa hoş gibi gelse de, bu durum belki de sadece bedeni hayatta tutmak isteyen içgüdüsel beynimiz harika bir yer olurdu.

Pleasantville isimli filmin kahramanı David, kendini okulda kendini dışlanmış hisseder. Babası ayrılmış, annesi kendinden genç bir sevgili ile beraber, kız kardeşi ise çapkınlık peşindedir. Tüm bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunu Pleasantville isimle 1960’lı yıllarda geçen siyah-beyaz bir dizi izlemekte bulmuştur. Bu dizide ilk başta anlatılan gibi mükemmel olarak tabir edilen ideal Amerikan yaşantısının bir örneğidir. Baba işten gelir, anne yemeği hazırlar, çocuklar okula gider, sporunu yapar...

Bir gün hiç umulmadık bir şey olur ve David, kız kardeşi ile beraber bu dizinin içerisinde bulurlar kendilerini. Onlarda siyah beyazdır. Gerçek hayatta olduğunun aksine zıtlıklar yoktu orada. Sadece olumlu durumlar ve mutluluk. Oysa bu düzen ardında, her şeyin belirli olmasından kaynaklı derin bir boşluk vardır. Zıtlıklar olmadan, insanları geliştirecek bir zorluk olmadan, duygular olmadan hayat fazlasıyla yavandır. David ve kardeşinin müdahalesiyle kasabada yaşayanlar bazı duygular hissetmeye başlar. Artık renklenmeye başlarlar. Siyah beyaz kalan ise düzenin bozulmasından rahatsız olmaya başlar. Her yenilikte veya hem yeni bir fikir ortaya çıktığında olduğu gibi, yeni bir düşünce zihin için bir tehdittir. Bu toplumsal düzeyde de aynıdır. Her şey normalleşene kadar değişik olanlara, farklılıklara karşın direnç olacaktır.


Bir süre sonra David tüm kasabayı rengarenk yapacak tüm adımların atılmasını sağlayacaktır. Bu kendi iç dünyasındaki siyah-beyazlığı da iyileştirmektedir. Artık olaylara bambaşka bir açıdan bakabilecektir.

9 Mayıs 2020 Cumartesi

My Sister’s Keeper


O planlı bir bebekti. Kendi ablasına tıbbi donör olması için planlanmış bir hamileliğin sonucunda doğmuştu. Bebekliğinden itibaren ablasına kan verme veya ilik nakli gibi bir çok konuda yardım ediyordu. Ona sorulmasa da... O ailenin üçüncü çocuğuydu. Bir de abisi vardı. Babası itfaiyeci, annesi de hiç vazgeçmeyen bir avukattı.

Ablası çok küçük yaşta lösemi olmuştu. Annesi bir türlü kızının başına gelen hastalığı kabullenmiyordu ve bu hastalığı savaşılacak bir nesne olarak görüyordu. Oysa bu savaş kimseye fayda sağlamıyordu. Ne ablasına ne de ailenin diğer fertlerine. Yıllardır evde kararları veren taraf olmuştu. Son derece uyumlu ve sevecen kocasına sadece sabretmek düşüyordu.

Ablası için çok üzülüyordu. Neden onun başına geliyordu tüm bunlar? Annesinin baktığı gibi haksızlık mıydı? Yoksa yaşamın bir parçası mıydı? Peki yıllardır ablasının kan değerlerini saymaktan dolayı abisinin disleksi problemini çok sonraları fark etmeleri, kendisinin biraz da zorla tıbbi prosedürlerden gelmesi doğal mıydı? Sağlıklı olmak abisinin ve kendisinin suçu muydu? Bunu dile getirmek veya konusunu açmak bile imkansızdı; sonunda hep aynı kart çıkacaktır karşılarına: “O hasta...

Yolun sonuna doğru yaklaşıldığında bile hazır olmayan tek kişi vardı: O da hep savaşan annesiydi. Kimse gerçekten çocukların ne istediğini, ne hissettiğini göremez hale gelmişti. O gitmeye hazırdı. Bir ömrün süresini belirleyen neydi? Tanrı mı? Kader mi? Ne kadar yaşamak doğaldı? 100 yıl? 70 yıl? 30 yıl? 5 yıl? Anne karnında? Uzun yaşamaktan ziyade yaşamı gerçekten yaşamak mıydı önemli olan? Bunlara cevap vermek çok zordu. Onun yaşında biri için çok karmaşıktı. Oysa annesinin yapması gereken artık hayatta olanları görmesiydi... “Ben sizinle kalıyorum” sözleri ne kadar da sihirli olurdu.


Hayatı boyunca kardeşimi kurtarmak için geldiğini düşünüyordu. Ancak bu doğru değildi. O sadece onun kız kardeşiydi. O da kendi hayatını yaşayacaktı. Ablasını tekrar görene kadar...
“Gittiğin yerde beni bekleyecek misin?”

5 Mayıs 2020 Salı

August Rush

Dinleyin.
Duyuyor musunuz?
Müziği.
Ben her yerde duyabiliyorum.
Rüzgarda, havada, ışıkta.
Müzik her tarafta.
Tek yapmanız, buna açık olmak.
Tek yapmanız gereken dinlemek.


Bir zamanlar anne ve babası bir şekilde bir araya geldi. Onları tanıştıran kaderleri, tohumunu atmak için bir fırsat sundu. Onlar birbirlerine çekildiler ve birleştiler. Annesinin babası onu kendi babasından ayırdı. Bir süre sonra annesi hamile kaldığını anladı...
Kendini bir yetimhanede buldu Evan... Öncesi bilmiyordu. Sonraları ona August Rush diyeceklerdi. Anne ve babasını tanımasa da her şeyini onlardan almıştı. Annesi ve babası gibi o da müzikle ilgiliydi. Her yerde müziğin tınısını hissedebiliyordu. Hepsi bir şekilde bir arayıştaydı.
Babası ise hem unutamadığı kadını hem de kendini özlemiştir. Müzik dolu yıllarını geride bırakmış, takım elbisesi ile küplerden oluşan bir ofiste sisteme uygun bir hayat kurmanın peşindedir. Oysa hayat ona rahat vermez, Lyla’yı bulmaya karar verir. Lyla da oğullarını...

August artık 11 yaşındadır ve sokaklarda müzikle uğraşır. Bu onun kendini ifade edişidir, yaşamı hissediş biçimidir. Hayatındaki her kişi ona hizmet etmektedir, o da başkalarına. Evrenin sonsuz titreşimini duyan Rush, büyük bir konsere hazırlanır; bu konserde bütün sırlar ortaya çıkacaktır...


Sadece bazılarımız mı duyabiliyor?
Sadece bazılarmız dinliyor.

2 Mayıs 2020 Cumartesi

Where the Wild Things Are


“Mutluluk, mutlu olmanın en iyi yolu değildir.”
Çocukluğumuzda bizim için en önemli konu güvende hissetmektir. Güven duygusu sağlıklı bir bağlanma ve ebeveynler tarafından görülmek sayesinde ortaya çıkar. Babamız yoksa, ergenlikteki bir çocuksak, annemiz ise kendi işleri ile ilgileniyorsa işimiz hiç de kolay değil değildir.

Where the Wild Things Are filminin kahramanı Max’in durumu aynen böyledir. Çocukluk döneminin kaos ile iç dünyasını oluşturmaya başlamıştır. Dışarıda olanlara karşı hayatta kalmak için ortaya çıkan iç parçalarıyla büyük bir ailesi vardır; onun krallığı...

Bu  krallıkta parçalar üçe ayrılır; sürgünler – duygusal yoğunluğu yüksek yanlar, yöneticiler – bizi ayakta tutan yanlar ve yangın söndürücüler – her şey çığrından çıkınca darbe yapan yanlar. Max bu yanlarının farkında varmak için hayali bir dünyaya gider. Burada görülmeyen parçaları anlamaya, yöneticiler arasında denge kurmaya gayret eder. Oysa yangın söndürücü her an ortaya çıkıp ortalığı yıkabiliyordu. Her şey eğlenceli giderken, hiç el değmemiş olaylar, yanlar ortaya çıkıp Max’ı zorluyordu. Travması ile yüzleşmesi karlı tepeleri tırmanmak gibidir...


O deli değildi, her insanın kişiliğini oluşturan bir çok parçası vardı:

İlgi Çekmek İsteyen Parça
Öfkeli/Vahşi Parça
Görünmeyen Parça
Karamsar Parça
Eril Parça - Baba
Dişil Parça - Anne
Mantıklı Parça
İçindeki Ebeveyn
Çocuk Parça

İç dünyasında babasının eksikliği ‘güneş’ ile temsil ediliyor. Güneşin bir gün öleceği, Max’in babasına olan ihtiyacını sembolize ediyor. Ay ve deniz; anne ve duyguları simgelerken, Max ebeveynleri arasında olan olayları hazmetme sürecindedir. Devamlı bir mutsuzluk hali olamayacağı gibi, devamlı bir mutluluk halinin olamayacağını görmektedir Max, önemli olan tam olmaktır. İhtiyacı olan her şeye sahiptir; artık yeniden doğmaya hazırdır. Kahraman çıktığı yoldan, kazandığı zaferden geri dönmeye hazırdır. Artık her şeyi farklı bir gözle bakacaktır...


Baba demek gelecek demektir, güvenli olmak, adım atmak demektir. Bilinmeyenle dans etmektir...
“Burası kayaydı, sonra kum oldu... Sonra toz olacak. Daha sonra ne olacak ben de bilmiyorum.”