25 Ağustos 2018 Cumartesi

Woman Walks Ahead


Her şeye sahip bir sürü insan. Hiçbir şeye sahip olmaktan farksız. Senin toplumun sana sahip oldukların kadar değer veriyor. Bizimki ise hibe ettiklerin kadar.”
Çocukken seyrettiğimiz kovboy filmlerinde genelde kovboylar yani beyazlar iyi adamlar, Kızılderili olan kabilelerde vahşi ve korkutucudur. İnsanların kafa derilerini yüzer, devamlı ölüm saçarlar. Medya yaygın bir şekilde toplumları farklı yönlerde şartlandırmıştır. Oysa ki gerçek şudur; yüz binlerce yıldır Amerika’da yaşayan insan kavimlerinin topraklarına zorla el koyan Avrupa kökenli beyaz ırk, kendi aralarında da yeteri kadar savaştıktan sonra karma bir millet oluşturur. Azınlıklar dışlanırken, en büyük ayrımcılık yerli halkalara yapılır. Çoğunluğu doğa ile uyumlu yaşayan bu kavimler daha sonra ne yapacaklarını şaşırır. Kesin veriler olmasa da, tarihçiler 300 yılda yaklaşık 300 milyon kişinin öldürüldüğünü tahmin ediyorlar. Bu da toplam nüfusun %97’sini temsil ediyor.

Woman Walks Ahead isimli filmde yerlilerin resimlerini çizmek için yerli bir kabile şefi ile yakınlaşan ressamın hikayesini konu alıyor. Gerçek olaylardan esinlenilmiş filmde asıl hikaye ise Kızılderili ırkların yaşam alanlarının gasp edilmesi ve bu halkın çaresiz bir şekilde kendilerini savunmaya çalışmaları... Catherine Weldon’ın resimleri halen sergilenmektedir.

Şimdilerde ise dışlanan Kızılderili kültürü, öğretileri ile, ruhsallıkları ile, doğa ile uyumları ile kıymet kazanmaya ve temsil edilmeye başlandı. Onlara göre toprağın sahibi yoktur, hayvan öldürseler bile bunu hem yeteri kadar hem de büyük bir saygı ile yaparlar. Daha fazlanın daha az olduğunun farkındadırlar.

“Beyaz adam geldiğinden beri, sabanlarıyla çayırlarımızı mahvetmesinden bu yana toprağımız toza dönüştü. O tozun içinde atalarımızın bedeni var. Ne zaman rüzgar esse kahramanlarımızı vuruyor yüzümüze. Diplomatlarımızı. Doktorlarımızı. Rahiplerimizi. Ölmüş çocuklarımızı. Büyük Ruh toz bulutundan sesleniyor bize; hiçbir toprak parçasını satamazsınız. Çünkü toprak Tanrı’nın malıdır. Bu insanlara evlerine geri dönmelerini ve toprağa artık zarar vermemelerini söylemeliyiz. Yeter! Yeter!”
Tüm şiddete karşı şiddet vermek zorunda kalan halklar, düşmanlarına benzemeye başladı. Bu kısır döngü yıkımlarla sonuçlandır. Düşmanlarıyla savaşa savaşa düşmanları gibi oldular... En sonunda da çoğu alkole merak saldı. Artık onların yeniden su yüzüne çıkma zamanı geldi; bilgelikleriyle, sevgi ve saygı dolu bakış açılarıyla...

20 Ağustos 2018 Pazartesi

3 Generations


“Her doğum günümde aynı dileği dilerim; erkek olmayı... Benim annem büyüttü. Annemin annesi. Annemin annesinin kız arkadaşı. Arkadaşlarım havalı olduğunu düşünürdü. Oysa tek istediğim normal olmaktı.”
Çocuk ruhlu bir anneanne ve onun kadın sevgilisi, onların yanlarında yaşayan ve kızını babasız büyüten bir anne... Ortada bir tane bile erkek olmayan ailede büyüyen genç kız Ray, kendini dört yaşından beri erkek gibi hissetmektedir. Ray artık on altı yaşındadır ve cinsiyetini hormon tedavisi ile değiştirmeyi arzular. Reşit olmadığı için ebeveynlerinin onayına ihtiyacı vardır. Annesi bu konuda kararsız kalırken, yasal olarak veli hiç görmediği babasıdır.

Anneanne oldukça çocukça davranmaktadır ve eşcinssel olması aile sistematiği açısından kendi annesi ile ilişkisinin sıkıntı olması veya ailesinde bir erkek ile özdeşleşmesi olabilir. Kendi kızını da tam anlamıyla kadın olmayı öğretememiş ve onun da başarısız ilişkiler yaşamasına belki de vesile olmuştur. Annenin şu sözleri onun babasız bir evde büyüdüğünün ispatı gibidir:
“Erkekler veya adamlar hakkında hiç bir şey bilmiyorum. Hayatımda örnek alacak kimse olmadı.”
Tüm bu karmaşa içerisinde, Ray artık erkek hormonlarını almak ister ve babası ile yüzleşir. Geçmişteki bir çok olayın iç yüzünü görmeye başladıkça annesine öfkelenir. Geçmişte kalmış sırlar ortaya çıkar, görmezden gelinen kişiler ortaya çıkar. Tüm bunlar ailedeki gerilimi bir parça azaltır.


Belki de bu ilginç dinamik değişmez. Hala Ray, erkek olduğunu iddia eder. Oysa ruhların cinsiyeti var mıdır? Bir kişi yanlış bir bedende dünyaya gelir mi? Bunlar cevapları zor sorulardır. Cevaplar ne olursa olsun, Ray ailede bir erkek ile özdeşleşmiş gibi gözükmektedir. Ailede dışlanan bireyler daha sonraki nesiller tarafından temsil edilirler. Artık bazı sırlar ortaya çıktığına göre, Ray olayların ötesini görebilmektedir. Annesi de kendi annesinin kurbanıdır. O da belki de kendi ebeveynlerinin... Hiç bir şey kişisel değildir. Olanı olduğu gibi gördüğünde ve kabul ettiğinde, yaşam her zamankinden daha berrak akacaktır...

13 Ağustos 2018 Pazartesi

The Death of Stalin


Halkın güveni yoktur, herkesin kaderi sadece tek bir adamın ve onun adamlarının insafına kalmıştır. Ya onlardan olursun ya da başına bir olay gelmesin diye dua edersin. İşte ayrımın zirve yaptığı bir ortam. Sözüm ona ulvi amaçlarla yapılan devrim veya değişiklikler, halk adına yapılan icraatların sonu diktatörlük... Hepimiz eşitiz ancak bazıları daha eşit. 

Yedi yüz yıllık Rus Monarşisi yıkılmış, sosyalist devrimle Lenin başa gelmiş, ardından Stalin yaklaşık otuz sene ülkenin tek hakimi olmuştur. Stalin'in ölümü ile kurmaylar koltuk savaşına girişecek, güvenlikten sorumlu Beria, pasif genel sekreter yardımcısı Malenkov ve daha sonra başa geçecek Khrushchev arasında politik oyunlar başlamıştır. Tüm bu baskıdan ve zorbalıktan onlar da bıkmış ve rejimdeki yumuşamanın ilk tohumları atılacaktır.

Tüm bu devrimin sonucunda ortaya çıkan sahne monarşiden çok da farklı değildir. Stalin’in çocukları kral çocukları gibidir, onlar da her kralın devrilişinden sonra olduğu gibi harcanmıştır. Yaşasın yeni kral dönemi başlamıştır. Oysa tüm bu direniş monarşiye karşı başlamıştır. Sadece Rusya’da değil, tüm dünyada devrimler eninde sonunda yolundan çıkmış ve başarısızlığa uğramıştır. Dışsal ve zorla yapılan değişimler insanların hepsine nüfuz etmez. Kalıcı bir değişim ancak bireysel içsel dünyalarında yaşanabilir. İç dünyamızdaki zıtlık, ayrımcılık bitmedikten sonra dışarıdaki ayrım bitmeyecektir. 


Önce düşman olarak tanımlanana karşı bir zafer sağlanır, sonra kendi içinde ülke ayrılmaya başlar, cinsiyetler arasında, etnik kökenler arasında, dinler, ırklar, politik görüşler, inanışlar, yaşam tarzları derken biz ve diğerleri asla bitmez. Oysa tüm bunların kaynağı kendi içimizdeki çelişkiler ve ayrımlardır. Atalarımızdan taşıdıklarımız, okulda öğrendiklerimiz, toplumun bizden istedikleri ve ruhumuzun istedikleri çarpışır durur. Demek ki devrim her bireyin içinde başlamalı. İçimizdeki çelişkileri, çatışmaları gözlemlemek, algılamak içsel devrimin ilk basamağıdır. Bu yolculuğu her birey kendi içinde yapmalıdır, kimse onunla gelemez; belki sadece yol gösterebilir... Gerçekten kim ve ne olduğumuzu anladığımızda devrim tamamlanacaktır...

5 Ağustos 2018 Pazar

Tully



İlk hamileliği sırasında kendisini hiç de hazır hissetmiyordu. Karnında oluşmaya başlayan yeni bir insan fikri bile ona garip geliyordu. Ona annelik yapabilecek miydi? Bilmiyordu... Şişmeye başlamıştı. Kendini hantal, yorgun ve en kötüsü de itici buluyordu. İlk çocuktan sonra depresyona girmişti. Derken ikinci ve şimdi de üçüncü yoldaydı. İlk çocuğundaki sıkıntılara hiç bir doktor çare bulamıyorken, şimdi de üçüncü çocuk!.. Eşini seviyordu, onunla evlendiğine pişman değildi. Kendince yardım ettiği konular vardı. Ancak her şeyin yolunda olduğunu düşünmesi, her gece oyun oynaması onu çıldırtıyordu. Cinsel hayatları yok gibiydi.

Ve üçüncü bebek de geldi; beğenmediği bedeni daha da kötüleşmişti, ayak numarası büyümüş, yorgunluğu bir kat daha artmış, tahammülü zayıflamıştı. İlk çocuğunu kabul etmeyen okul müdiresi ile kavga etmiş, dayanacak hali kalmamıştı. Giyinmek bile ona zulümdü. Abisinin ona hediye ettiği gece bakıcısına “hayır” diyecek gücü de... Oysa bugüne kadar hep veren taraftı.

Hayatında sanki ilk defa bir desteği kabul etmişti. Tully isimli bu tuhaf bakıcı ile az da olsa nefes almaya başladı. “İnsanların benim için bir şey yapmasına alışkın değilim” demişti Tully’ye. Derin bir uykudan sonra, tüm bu rutinin yanında değerli olanı kaçırdığını fark ediyordu.

“Bebeğini yatmadan önce öp, o yarın başka biri olacak.”
Tully ile kurduğu derin bağdan çok memnun olan Marlo, onu sık sık davet ediyordu. Derin sohbetlerde kimseye konuşmadığı konuları paylaştığı sırada hayatını gözden geçirmeye başladı. İşi, eşi, çocukları vardı... Ama gerçekten yaşıyor muydu? Mutlu muydu? Hiç hayali olmuş muydu? Derin bir iç çekişten sonra şöyle söyledi:
Gerçekleşmeyen bir hayalim olsaydı en azından bunun için dünyaya kızabilirdim. Bunun yerine sadece kendime kızıyorum.
Sadece veren, almayı bilmeyen biri için başkasını değil de, kendini suçlaması doğaldı onun için. Oysa bu da iyi bir şeydi. En azından artık bu durumu değiştirebileceğini biliyordu. Almayı kabul ederse, hayatı her yönüyle paylaşabileceğinin farkına varıyordu. Çocuklarını bile olduğu gibi görmeye, işitmeye başladı. Eşi de uyanmış ve artık destek olmaya karar vermiş görünüyordu. Tully’den sonra Marlo’nun hayatı artık farklı olacaktı...