Tüm davranışlarımız ailemiz ve çevremiz tarafından
koşullandırılmıştır. Bu davranış ve düşünce biçimi beynimizde güçlü nörolojik
yollar oluşturur. Bu belli bir konu çalışma sonucunda ustalaşmak ile aynı
mantıktır. Uzun süre piyano çalarsanız beyniniz tüm hareketleri öğrenir. Benzer
şekilde etrafımızdaki düşünce tarzlarını, düşüncelerden dolayı oluşan duygusal
tepkileri bir nevi beynimize kodlar ve bu şekilde davranmaya devam ederiz.
Bilimin de açıklandığı gibi sosyal olarak uyum sağlamak beynimizin doğasında
vardır ve bu durum bize bir konfor alanı sağlar.
Peki bu durumda, insanlar zihinlerine mahkum mu? Bu konuda
yapılabilecek bir şey yok mu?
Bilinçli varlıklar olduğumuza göre, doğal olarak bu konuda yapılabilecek bir
şey olmalı. Geçmiş dönemlere kadar bilim “bilinç”i açıklayamıyordu. Yakında
zamandaki nörolojik gelişmeler artık daha bilinçli...
Beynimizde kurulu olan nöroplasticity mekanizması sayesinde
özfarkındalık-bilincine sahip olduğumuzda hayat tecrübelerimizi
zenginleştirebiliyoruz:
1. Sosyal Nörobilim
Norepinefrin gibi
bazı nöronlar ve nörotransmitter’lar, düşüncelerimizi diğer insanların
etkisinden korumak zorunda olduğumuzu hissettiğimizde; ‘savunma amaçlı’ durumu
tetiklerler. Korktuğumuzda veya benzeri bir duygusal durumda 'limbik
sistem' devreye girer ve mantığımız devre dışı kalır. Böyle bir durumda her
türlü dışsal etkiyi tehdit olarak algılarız.
Öte yandan, fikirlerimizin onaylandığı, takdir edildiği zaman bu
savunma mekanizması devre dışı kalır ve dopamin,
ödül nöronları harekete geçer ve kendimizi güçlü ve güvenli hissederiz. Bu
sebeple kendimize güvenen bir inanç yaratırsak beynin bedenimizde müthiş bir
etkisi olur. Bu, başka bir ilaca olan inanç da olabilir; 'plasebo
etkisi' gibi... Dopamine hormonuna destek olarak serotonin üretimi de
artar.
Sonuç olarak, “Sosyal Onay” beyinde dopamin ve
serotonin üretimini artırır, kendimizi iyi hissederiz. Sosyal medyadaki onay
beklentimiz de bu güdünün uzantısıdır...
2.
Ayna
Nöronlar ve Bilinç
Büyürken
davranışlarımızın yapı taşını yaşadığımız
sosyal çevre oluşturur. Nörobilim sayesinde kişilik ve empati üzerinde daha
bilimsel temelleri anlıyoruz. Ayna nöronlar diğer insanlardaki duyguları
beynimizde benzer şekilde canlanmasını sağlıyor. Bu empatik nöronlar bizi diğer
kişilere bağlar ve diğerlerinin ne hissettiklerini anlarız.
Bu nöronlar, hissin bize veya başkasına ait olması ile ilgilenmezler. Bu
sebeple sosyal ortamımızla daha uyum sağlama isteği içerisinde oluruz. Bu da
bizim “Kim olduğumuz” ve “Bizim nasıl görüldüğümüz” arasındaki sürekli
çelişkiyi/ikiliği meydana getirir. Dolayısıyla
oluşturduğumuz ve korumaya çalıştığımız kimliğimiz ve öz-güvenimiz
üzerinde stres yaratır.
“Ancak özfarkındalığa sahip olduğumuzda, kendimizi tanıdığımızda duygularımızı düzeltebiliriz. Çünkü o duyguları oluşturan düşünceleri kontrol edebiliriz. Bu hatıraların yenide ele alındıklarında nasıl değiştiklerinin ve protein senteziyle nasıl geri dönüşüme uğradıklarının nöro-kimyasal bir sonucudur. Kendini gözlemleme, beynimizin nasıl çalıştığının şeklini derinlemesine değiştirir. Bu durum, duygularımızı inanılmaz ölçüde kontrol edebileceğimiz öz-düzenleyici neokortikal bölgeleri aktive eder. Bunu her yaptığımızda, akılcılığımız ve duygusal esnekliğimiz güçlenir.”
[https://www.youtube.com/watch?v=oPEdDcs_8ZQ&t=45s - God is in The Neurons]
Aksi durumda ne olur? Her tepkimiz dürtüsel
olduğunda %95 oranında davranışımızın kaynağı bilinçaltı olacaktır. Bilincimiz
ise bize bu davranışımız için – genellikle dışsal olan – bir bahane bulacaktır.
Böylece bizler davranışlarımızın bizim kontrolümüzde olduğuna
inanırız.
Zihnimizin iki temel kaynağı vardır;
hatıralarımız ve deneyimlerimizdir. Geçmiş kökenli olan bu kaynaklar, bize zihnin değişiklikleri sevmemesinin sebebini de gösterir. Örnek
verecek olursak, başında gelen bir olay bize olumsuz duygular yaratmışsa, biz
'onun bunun yüzünden' diyerek bir bahane ile olayı çabucak atlatırız:
Ancak bu ileride üstüne basınca patlamayı bekleyen mayın yaratmaktır... Kök sebebe inmedikçe, mayının her yanına geldikçe tetiklenmeler gerçekleşecektir.
3. Tanrı Nöronlarda mı?
Ancak bu ileride üstüne basınca patlamayı bekleyen mayın yaratmaktır... Kök sebebe inmedikçe, mayının her yanına geldikçe tetiklenmeler gerçekleşecektir.
3. Tanrı Nöronlarda mı?
Nöronlar elektrik sinyallerini taşıyan
hücrelerdir. Bunlar elektrik dalgaları oluşturur. Her düşünce bir elektrik
dalgasıdır, dolayısıyla birbiri ile çelişen iki duygu veya fikir zihinde
gerilim yaratır. İrademiz ile bu uyumsuzluğu azaltmaya çalışırız. Evrim boyunca
doğada benzer şekilde davranır ve doğal seleksiyon ile azami uyum içerisinde
bir denge sağlanır.
Bilim bugüne kadar “ben kimin?” sorusuna net
bir cevap veremediğinden dolayı, insanlığın büyük bir kısmı kendini bir dine
veya diğer ruhani öğretilere yönlendirmiştir. Oysa artık hakikate ulaşma
yolunda bilim de bize ipuçları sağlamaktadır.
Beynimizin sol tarafı temel inançlarımızın
olduğu mantık tarafıdır ve değişiklik istemez, sağ taraf ise bu durumu
dengelemeye çalışır. Bizi yenilenmeye teşvik eder. Temel inançlarımız güçlü ise
değişim imkansızlaşır. Dolayısıyla başkaları ile empati kurmakta zorlanırız.
Beynimizdeki her nöral etkiletişim bir merkeze bağımlı olmadan aktif veya
kapalı olabilir.
“Titreşen bilincimizi oluşturan nöral
birliktelikler, bizi kendi nöronlarımızın çok daha ötesine götürür. Bizler,
çevremizde nöronlarımızın diğer nöronlarla bağlantılarının bilincinde
olduğumuzdan selebral yarım kürelerinin eşit derecede birbirleri ile elektrokimyasal
olarak etkileşimlerinin sonuçlarıyız. Hiç bir şey dışsal değil! Bu varsayımsal
bir felsefe değil. Bu, kendimizi diğerleri yolu ile anlamamıza yol açan ayna
nöronların temel özelliğidir.”
Bu demek oluyor ki, zihnimizdeki nöron etkileşimleri her an değişiyor ve bu çevre ile bağlantılı... Zihin her an yeni bir kişilik/imaj yaratıyor, temelinde de hatıralarımızda yarattığımız iskelet... Bu da son dönemlerde, “Anda Olmak” diye bahsedilen zihnin belli bir imaja tutunmadan, açık, duru ve sakin bir zihinsel durumun neden bu kadar yaygınlaşmaya başladığını açıklıyor. Meditasyonda 'düşüncesizlik' halinin yakalanması bizi şimdiki ana getiriyor... Düşüncesizlik haline ise düşünceleri bastırarak değil; onlara cevap vermeden, beslemeden, sadece geçip gitmelerine izin vererek gerçekleştirebiliyoruz; tıpkı bulutların geçip gitmesine izin vermek gibi...
Sonuç
Geleneksel
eğilimimiz, bizim üzerimizde oluşturulan veya oluşturduğumuz beklentileri
yerine getirmek için toplumsal kalıpları ve etiketlemeyi destekleyen 'hayali ve
bireyci sabit bir imaj' olarak tanımlamaktır. Beynimizi bu şekilde kodlarız. Bu
da 'şartlandırılmış düşünce yapısını' oluşturur.
Ancak
şartlandırılmamış, etiketlemeyen ve yargılamayan bir zihin ile mutluluk
ve bütünlüğe ulaşabiliriz.
Bu şekilde zihni meşgul eden şeylere, maddiyata veya maneviyata olan düşkünlük
azalır. Artık özgürce, içimizden geldiği gibi olmak ve yaratmak
mümkündür.
Kuantum
fiziği bize gösterdi ki, her şey olasılıklardan oluşuyor. Bu da her şeyin mümkün
olabileceği anlamına geliyor. Ne kadar yargılardan kurtulmuş, açık bir zihne
sahip olursak, o kadar kimlik
kisvesi altında üstlendiğimiz kostümleri atabiliriz. Böylece davranışlarımız
değişir ve çevremiz de bundan etkilenir.
Öz-gözlem, özfarkındalık yaratır ve yeni düşünce bu şekilde beynimizde tekrardan kodlanır... Böylece dolaylı da olsa özgür irademize kavuşuruz.
Zihnimiz bizim değil, biz zihnimizin patronuyuz... Beynimiz
sadece bir organ. Zihnimiz onun kesintili bir şekilde ürettiği duygu ve
düşüncelerin bir toplamı. Kesintisiz bir şekilde gözleyen kim? Kalıcı olan
kim?..
çok güzel bir yazı!
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. :) Sevgiler
Sil