2 Mayıs 2017 Salı

Tanrı Nöronlarda mı?

Tüm davranışlarımız ailemiz ve çevremiz tarafından koşullandırılmıştır. Bu davranış ve düşünce biçimi beynimizde güçlü nörolojik yollar oluşturur. Bu belli bir konu çalışma sonucunda ustalaşmak ile aynı mantıktır. Uzun süre piyano çalarsanız beyniniz tüm hareketleri öğrenir. Benzer şekilde etrafımızdaki düşünce tarzlarını, düşüncelerden dolayı oluşan duygusal tepkileri bir nevi beynimize kodlar ve bu şekilde davranmaya devam ederiz. Bilimin de açıklandığı gibi sosyal olarak uyum sağlamak beynimizin doğasında vardır ve bu durum bize bir konfor alanı sağlar.


Peki bu durumda, insanlar zihinlerine mahkum mu? Bu konuda yapılabilecek bir şey yok mu?
Bilinçli varlıklar olduğumuza göre, doğal olarak bu konuda yapılabilecek bir şey olmalı. Geçmiş dönemlere kadar bilim “bilinç”i açıklayamıyordu. Yakında zamandaki nörolojik gelişmeler artık daha bilinçli...
Beynimizde kurulu olan nöroplasticity mekanizması sayesinde özfarkındalık-bilincine sahip olduğumuzda hayat tecrübelerimizi zenginleştirebiliyoruz:

1.      Sosyal Nörobilim
Norepinefrin gibi bazı nöronlar ve nörotransmitter’lar, düşüncelerimizi diğer insanların etkisinden korumak zorunda olduğumuzu hissettiğimizde; ‘savunma amaçlı’ durumu tetiklerler. Korktuğumuzda veya benzeri bir duygusal durumda 'limbik sistem' devreye girer ve mantığımız devre dışı kalır. Böyle bir durumda her türlü dışsal etkiyi tehdit olarak algılarız.

Öte yandan, fikirlerimizin onaylandığı, takdir edildiği zaman bu savunma mekanizması devre dışı kalır ve dopamin, ödül nöronları harekete geçer ve kendimizi güçlü ve güvenli hissederiz. Bu sebeple kendimize güvenen bir inanç yaratırsak beynin bedenimizde müthiş bir etkisi olur. Bu, başka bir ilaca olan inanç da olabilir; 'plasebo etkisi' gibi... Dopamine hormonuna destek olarak serotonin üretimi de artar.

Sonuç olarak, “Sosyal Onay” beyinde dopamin ve serotonin üretimini artırır, kendimizi iyi hissederiz. Sosyal medyadaki onay beklentimiz de bu güdünün uzantısıdır...

2.      Ayna Nöronlar ve Bilinç
Büyürken davranışlarımızın yapı taşını yaşadığımız sosyal çevre oluşturur. Nörobilim sayesinde kişilik ve empati üzerinde daha bilimsel temelleri anlıyoruz. Ayna nöronlar diğer insanlardaki duyguları beynimizde benzer şekilde canlanmasını sağlıyor. Bu empatik nöronlar bizi diğer kişilere bağlar ve diğerlerinin ne hissettiklerini anlarız.


Bu nöronlar, hissin bize veya başkasına ait olması ile ilgilenmezler. Bu sebeple sosyal ortamımızla daha uyum sağlama isteği içerisinde oluruz. Bu da bizim “Kim olduğumuz” ve “Bizim nasıl görüldüğümüz” arasındaki sürekli çelişkiyi/ikiliği meydana getirir. Dolayısıyla oluşturduğumuz ve korumaya çalıştığımız kimliğimiz ve öz-güvenimiz üzerinde stres yaratır.

“Ancak özfarkındalığa sahip olduğumuzda, kendimizi tanıdığımızda duygularımızı düzeltebiliriz. Çünkü o duyguları oluşturan düşünceleri kontrol edebiliriz. Bu hatıraların yenide ele alındıklarında nasıl değiştiklerinin ve protein senteziyle nasıl geri dönüşüme uğradıklarının nöro-kimyasal bir sonucudur. Kendini gözlemleme, beynimizin nasıl çalıştığının şeklini derinlemesine değiştirir. Bu durum, duygularımızı inanılmaz ölçüde kontrol edebileceğimiz öz-düzenleyici neokortikal bölgeleri aktive eder. Bunu her yaptığımızda, akılcılığımız ve duygusal esnekliğimiz güçlenir.”
[https://www.youtube.com/watch?v=oPEdDcs_8ZQ&t=45s - God is in The Neurons]

Aksi durumda ne olur? Her tepkimiz dürtüsel olduğunda %95 oranında davranışımızın kaynağı bilinçaltı olacaktır. Bilincimiz ise bize bu davranışımız için – genellikle dışsal olan – bir bahane bulacaktır.

Böylece bizler davranışlarımızın bizim kontrolümüzde olduğuna inanırız.

Zihnimizin iki temel kaynağı vardır; hatıralarımız ve deneyimlerimizdir. Geçmiş kökenli olan bu kaynaklar, bize zihnin değişiklikleri sevmemesinin sebebini de gösterir. Örnek verecek olursak, başında gelen bir olay bize olumsuz duygular yaratmışsa, biz 'onun bunun yüzünden' diyerek bir bahane ile olayı çabucak atlatırız:

Ancak bu ileride üstüne basınca patlamayı bekleyen mayın yaratmaktır... Kök sebebe inmedikçe, mayının her yanına geldikçe tetiklenmeler gerçekleşecektir.




3.      Tanrı Nöronlarda mı?
Nöronlar elektrik sinyallerini taşıyan hücrelerdir. Bunlar elektrik dalgaları oluşturur. Her düşünce bir elektrik dalgasıdır, dolayısıyla birbiri ile çelişen iki duygu veya fikir zihinde gerilim yaratır. İrademiz ile bu uyumsuzluğu azaltmaya çalışırız. Evrim boyunca doğada benzer şekilde davranır ve doğal seleksiyon ile azami uyum içerisinde bir denge sağlanır.

Bilim bugüne kadar “ben kimin?” sorusuna net bir cevap veremediğinden dolayı, insanlığın büyük bir kısmı kendini bir dine veya diğer ruhani öğretilere yönlendirmiştir. Oysa artık hakikate ulaşma yolunda bilim de bize ipuçları sağlamaktadır.

Beynimizin sol tarafı temel inançlarımızın olduğu mantık tarafıdır ve değişiklik istemez, sağ taraf ise bu durumu dengelemeye çalışır. Bizi yenilenmeye teşvik eder. Temel inançlarımız güçlü ise değişim imkansızlaşır. Dolayısıyla başkaları ile empati kurmakta zorlanırız. Beynimizdeki her nöral etkiletişim bir merkeze bağımlı olmadan aktif veya kapalı olabilir.

“Titreşen bilincimizi oluşturan nöral birliktelikler, bizi kendi nöronlarımızın çok daha ötesine götürür. Bizler, çevremizde nöronlarımızın diğer nöronlarla bağlantılarının bilincinde olduğumuzdan selebral yarım kürelerinin eşit derecede birbirleri ile elektrokimyasal olarak etkileşimlerinin sonuçlarıyız. Hiç bir şey dışsal değil! Bu varsayımsal bir felsefe değil. Bu, kendimizi diğerleri yolu ile anlamamıza yol açan ayna nöronların temel özelliğidir.”

Bu demek oluyor ki, zihnimizdeki nöron etkileşimleri her an değişiyor ve bu çevre ile bağlantılı... Zihin her an yeni bir kişilik/imaj yaratıyor, temelinde de hatıralarımızda yarattığımız iskelet... Bu da son dönemlerde, “Anda Olmak” diye bahsedilen zihnin belli bir imaja tutunmadan, açık, duru ve sakin bir zihinsel durumun neden bu kadar yaygınlaşmaya başladığını açıklıyor. Meditasyonda 'düşüncesizlik' halinin yakalanması bizi şimdiki ana getiriyor... Düşüncesizlik haline ise düşünceleri bastırarak değil; onlara cevap vermeden, beslemeden, sadece geçip gitmelerine izin vererek gerçekleştirebiliyoruz; tıpkı bulutların geçip gitmesine izin vermek gibi...




Sonuç
Geleneksel eğilimimiz, bizim üzerimizde oluşturulan veya oluşturduğumuz beklentileri yerine getirmek için toplumsal kalıpları ve etiketlemeyi destekleyen 'hayali ve bireyci sabit bir imaj' olarak tanımlamaktır. Beynimizi bu şekilde kodlarız. Bu da 'şartlandırılmış düşünce yapısını' oluşturur.

Ancak şartlandırılmamış, etiketlemeyen ve yargılamayan  bir zihin ile mutluluk ve bütünlüğe ulaşabiliriz. Bu şekilde zihni meşgul eden şeylere, maddiyata veya maneviyata olan düşkünlük azalır. Artık özgürce, içimizden geldiği gibi olmak ve yaratmak mümkündür. 

Kuantum fiziği bize gösterdi ki, her şey olasılıklardan oluşuyor. Bu da her şeyin mümkün olabileceği anlamına geliyor. Ne kadar yargılardan kurtulmuş, açık bir zihne sahip olursak, o kadar kimlik kisvesi altında üstlendiğimiz kostümleri atabiliriz. Böylece davranışlarımız değişir ve çevremiz de bundan etkilenir.
Öz-gözlem, özfarkındalık yaratır ve yeni düşünce bu şekilde beynimizde tekrardan kodlanır... Böylece dolaylı da olsa özgür irademize kavuşuruz.
Zihnimiz bizim değil, biz zihnimizin patronuyuz... Beynimiz sadece bir organ. Zihnimiz onun kesintili bir şekilde ürettiği duygu ve düşüncelerin bir toplamı. Kesintisiz bir şekilde gözleyen kim? Kalıcı olan kim?..

2 yorum: