Tüm umutların sona erdiği bir anda Samsun’a doğru yol alan bir gemi dört sene sürecek bir mücadelenin başlangıcıydı… Dışarıdaki düşmanlara karşı kazanılan bir çabaydı bu. Oysa henüz dört senenin içindeyken bile sadece harici değil dahili düşmanlar da vardı. Savaş sadece dışarıya karşı verilmiyordu. İlk başta bu noktaya nasıl gelinmişti? Tüm büyük medeniyetlerinin çöküşü kendi içsel problemleri ile başlamamış mıydı? On-on beş senede olan bir durum değildi bu. Fakirlik, cehalet, dışlanmışlık Anadolu’nun her yerindeydi.
Zafer sadece dışarıda
kazanılmadı, içeride de kazanıldı. Zihniyet değişti, her yana fabrika, okul,
ışık yayıldı. Ancak ne oldu? Sen-ben davaları maske değiştirerek devam etti.
Işık zihinlerin derinine inemedi. Ötekileştirme kutuplaşmaya sebebiyet veriyor.
Kutuplaşma her bireyin bir kale seçmesine ve kalesinin ölümüne savunmasına
sebebiyet verir. Dar görüşlülüğe yatkın beynimiz nörolojik olarak iptal
edildiği gibi kendi fikirlerinin aksi
fikirleri tehdit olarak görmektedir. Öyle asıl savaş insan zihnin içinde
verilmelidir.
Bağnaz bir şekilde
tutunduğumuz inançlara, fanatizme, düşüncelere bakmalıyız? Kendimizi
keşfedersek neden diğerlerini yadsımaya çalıştığımızı, ötekileştirdiğimizi,
kısıtlamaya çalıştığımızı, bize benzemelerini istediğimizi anlayabiliriz. Yunus Emre’nin dediği gibi ilim bilmek
kendini bilmektir. Aşkı böyle bulu Yunus… Aşkı ancak nefsini öldürdüğünde
bulur. Bizi yöneten bu içsel parçalarımızı öldürmedikçe özgürlük söz konusu
değildir.
İnsan zihninin tek derdi
kendini güvende tutmaktır. İster bu dünyada, ister hayalini kurduğu cennette…
Hiç fark etmez. En tehlikeli olan da hiçbir fikri olmadığı öte dünyayla ilgili
saçma sapan söylemlere inanarak teslim olur içinde bulunduğu topluluğa. Önemli
olan ait hissederek güvende hissetmesidir. Gerisi kolaydır, sahte aşk için
yapılan her şey mubahtır…
Ey Türk Gençliği, son ve
nihai vazifen, içinde özgürlüğe ulaşıp, çevrene ışık yaymaktır. Ta ki tüm
ışıklar bir olana kadar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder