Her geçen gün, insanlığın kendi kendine yarattığı sistemin
yan etkilerini daha fazla hissediyoruz. Bu sisteme göre, hayatta kalmak için
eğitim görmeliyiz. Rekabete ve ezbere dayalı olan eğitim için üstlenilen maddi
ve manevi yük, hayatı yaşamamıza engel oluyor. Hayat hakkında bir anlayış geliştirdiğimiz de söylenemez...
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, mezun olanları, okuldan daha da sert bir rekabet
bekliyor. Çalıştıkları yerin değerleri ile kendi kişisel değerleri arasında
ortak yönler bulanlar şanslı sayılırken; çoğu çalışan oyunun kurallarına uyarak
gerekli kimlikleri kendilerine ediniyorlar. Derken, çocukken atılan tohumlar,
stres, bağımlılıklar, mutsuzluk, hırs ve en sonunda da hastalıklar olarak
meyvelerini vermeye başlıyor.
Doktorlar, bu
durumdan belki de en çok etkilenen grup... Zorlu ve uzun eğitim sürecinden
sonra; hem bir işletmenin çalışanı oluyorlar, hem de sağlıkları ile ilgili
kendilerine gelenlere Hipokrat yemini
ışığında kararlar vermeye çalışıyorlar. Hele bir de çalıştıkları hastane, bir
ticarethaneye dönmüşse; kar-vicdan-bilgi üçgeninde sıkışıp kalıyorlar. Bilgi
diyorum, lakin doktorlar ne öğreniyorlar? Okulda beden ve hastalıklarla ilgili
bir çok şey...
Bu aşamada iki önemli soru ortaya çıkıyor? (1) Biz sadece
beden miyiz? (2) Hastalıkların sebepleri psikolojik veya ruhsal mıdır? Bu iki
soruya da cevap vermek, çok büyük anlayış gerektirmekte... Bunlar da genellikle
bilimin konusu değil... Genel olarak bakacak olursak, çoğu geleneksel tıp,
ağırlıklı olarak semptomlarla ilgileniyor ve yine çok yoğun bir şekilde ilaç ve
ameliyat yolu ile hastalığı yok etmek veya semptomlarını azaltmaya çalışıyor.
Hipokrat isimli
film, babasının hastanesinde çalışmaya başlayan genç doktorun etrafında
dönüyor. Boş yatak maliyetinin, hastalarla karşılaştırılan hastanede, yabancı
uyruklu stajyerlerin diğer sorunları konu ediliyor.
Tüm bu sorunların yanında, çok daha önemli bir karar ile
karşı karşıya kalır genç doktorumuz... Ölmek üzere olan yaşlı bir hasta büyük
acı içindedir. Tedavisi mümkün olmayan hasta, artık bu dünyaya veda edeceğinin
farkındadır. Bir gece nöbeti sırasında kalbi durur ve bir ekip onu tekrardan
hayata döndürmek için çalışmaya başlar. Hastanın ailesi bile artık onun
acılarının son bulmasını dilerler... Bu durumda, hastanın durumuna müdahale
edip onun bedenini yaşama geri döndürmeye mi çalışmalıdır?
Ezbere cevap vermeden önce, bu durumu iyice hissedersek,
kendimizi hastanın veya ailesinin yerine koyarsak, cevabının o kadar bariz
olmadığı ortaya çıkar. Kimilerinin Tanrı
Sendromu dedikleri bu durum da bazen doktorların karşı karşıya kaldıkları
zorlayıcı durumlardan biridir. Vicdan – ahlaki kurallar – yasa – hastane
kuralları arasında sıkışabilirler... Aslında kendilerinden çok büyük bir güç
devrededir ve siz, o dinamiğin bir parçası oluyorsunuz; bu basit düşünce
kalıpları ile çözülebilecek bir mesele olmaktan çok uzaktır...
Bir yandan, bu çok zor meslek dalında çalışan doktorlara
minnet duyarken, öte yandan daha bütünsel bir yaklaşımın, bir insanın sadece
beden değil; beden ve ruhtan oluştuğunu gören, bireylerin ataları ile ilgili
olduğunu kavrayan bir anlayışın yaygınlaşması gerektiği aşikardır. Bu konuda
bir çok bilimsel araştırma da, başta psikoloji olmak üzere bir sürü veri
sağlamaktadır... Hepimiz en az üç nesilden taşıdıklarımızla hayata gelmekteyiz. Bu
dinamikleri anlayan bir tıp, hayatı kavramamızı ve daha dolu yaşamamızı
sağlayabilir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder