Şiddetin ardında sevgisizlik yatar... Sevgisizliğin
kökeninde ise ayrım vardır. Ayrım, “diğeri” kavramını doğurur. Tüm bu kavramları
zihin oluşturur. Zihin, kalpten gelen, gerçek sevgiye olan akışı tıkar. Aslında
zihnimizin kötü bir niyeti yoktur. O, bedeni hayatta tutmak adına vardır; en
temel çalışma prensibi ise karşılaştırmalar
kullanarak tanımlamalar yapmaktır. İnsan ise, kendini zihin ile özdeşleştirdiğinde,
asıl problem baş gösterir... “Sırtım kaşındı, bacağım ağrıdı” deriz, ancak “beynim
düşünüyor, şöyle hissediyor” demeyiz... “Üzgünüm, öfkeliyim, düşüyorum”
deriz... An be an değişen duygu ve düşünceleri kendimizmiş gibi yorumlarız.
Unutmamak gerekir ki, kalpten gelen sevgi dışındaki tüm duygu ve düşünceler,
zihinden kaynaklanır.
Bilgi ve Deneyim
Zihnin ise iki tane kaynağı vardır; öğrendiği bilgi ve yaşadığı deneyimler... Tüm bilgi ve deneyimlerimiz özellikle ailemize,
çevremize ve kültürümüze dayanır. Zihin, kendi tanımlamaları, etiketlemeleri
ile inanç sistemini oluşturur ve her şeyi, herkesi sabitleştirir. Bu sabitleme,
kısıtlamaya yol açar. Zihin için başka düşünceler birer tehdit gibidir. Bunun dışında
kalanları ise zihin ötekileştirir... Bu sebeple haklı olmak bizim için son
derece önemlidir.
Güvenlik İllüzyonu
Tüm bu sabitleştirme, zihnin güvenlik arayışını da
destekler. Zihnin kendini güvende hissetmesi için çevresindeki şeylerin tanımlı
ve değişmeyen – en azından beklenmedik değişikliklerin olmadığı – bir yapıda
olması gerekir. Aynı zamanda, zihin her tanımına bir açıklama, somut bir neden arar.
Bulamasa da kulp takmaya başlar. Kulbu bulduğunda ise sevinir... Her aksiyonun,
dışlamanın, şiddetin bir açıklaması vardır. Genellemeler de en büyük
tehlikedir; “Bu kişi mühendis, o yüzden duygularını ifade edemez”, “Erkekler
böyle zaten...”, “Onlardan bir şey olmaz...” gibi...
Tüm bu sabitleme ise pratikte işimize yaramaz. Evrende her
şey hareket halindedir ve sistemler oluşturur. Küçük sistemler, büyük
sistemleri oluşturur ve böyle devam eder. Kaos teorisi, bu sistemleri en
isabetli bir şekilde açıklayan teorilerden biridir:
·
Sistemler devamlı hareket halindedir ve
değişirler...
·
Sistem içindeki herhangi bir etkinin sonuçlarını
kestirmek mümkün değildir. Küçük bir değişim büyük bir etki yaratabilir.
·
Sistem öncelikle tüm sistemi hayatta tutmaya
çalışır; bireyler ikincil öneme sahiptir.
Sonuç olarak, her şey ve hepimiz devamlı bir değişim
içerisindeyizdir. Hayatı bu kadar muhteşem ve renkli kılan da budur. Bu
değişimi akış olarak
nitelendirebilirsiniz. Bu akış ile uyum sağlanırsa beklenmeyenin heyecanı ile “bilinenden”
kurtuluruz. Zihnin geçmişin acılarına tutunmasından, gelecek hakkında
halüsinasyonlar görmesinden özgürleşiriz...
Aksi halde, bu tanımlamalar devam ederken, bir ilişki mümkün
olabilir mi? Sevgi dolu ilişkiler mümkün olur mu? Ayrımın, şiddetin, kinin,
öfkenin olmadığı ilişkiler mümkün olabilir mi? Bir taraf, zamandan, anılardan, beklentilerden bağımsız bir sevgi
beslerken, öte taraf “sen böylesin, sen şöyle yaptın” derse, bir ilişki kurabilirler mi?
Her iki taraf da kalpten gelen saf sevgi ile hareket ederse, şiddet kalır mı? Öteki kalır mı? Düşman kalır mı?
Bireysel Çalışma
Zihni takip etmeye başladığımızda, onun nasıl çalıştığını
gördüğümüzde, artık onunla özdeşleşmekten kurtulmaya başlarız. Dikkatimiz, onun
düşünce tarzını gözlemeye odaklı olmalıdır. Tam bu aşamada, çok önemli bir
keşif vaki olur. Zihin aynı oyunu, bizim kişilik dediğimiz – egomuz – için de
yapmaktadır. Hatta bu kişiliği, farklı ortamlarda, farklı rollerde değiştirerek
bir bukalemun tarzında değiştirmektedir.
Çocukluktan veya ailemizden/atalarımızdan taşıdığımız tüm
acıları örtüp, hayatta kalmak için farklı parçalar geliştirmiş ve bunları
gerekli yerde kullanmıştır. Biz de kendimizi tanımlamış ve çeşitli rollerde
sabitleştirmişizdir. Egonun keşfi ile bireysel sahteliğimiz ile yüzleşme zamanı
gelir. Bu oldukça sancılı bir süreçtir. Tüm bağımlılıkların da ortaya çıktığı
bir aşamadır bu... Yunus Emre’nin “ölmeden ölmek” dediği kavramdır. Tüm
sırtımıza yüklediğimiz bize ait olmayan tanımlamaları attığımızda özgür oluruz.
Bu noktada ‘kendimiz’ dediğimiz bir sanal imaj olmayacağından dolayı, bu imajı
sevme veya sevmeme derdimiz ortadan kalkar. “Kendini seven başkalarını sever
demek” bile bir hatadır artık. Sevginin kaynağı ortaya çıkmıştır.
Tüm bunları kavramak kolay olmayabilir. Ölüm farkındalığı
bunun için etkili bir yoldur... Diyelim bir şekilde biliyorsunuz, gelecek sene
bugün hayata gözlerinizi yumacaksınız... Yarın ne yapardınız? Veya yarın sabah
uyandınız, her şey çalışıyor bir şekilde... Ancak sizden başka hiç bir insan
yok... Ne yapardınız? Bu iki durumu da iyice hissedin... Ne yapardınız?
Bu iki senaryo üzerinde her sabah ciddi bir şekilde düşünün;
hissedin...
Ne yapardınız?
Ne yapardınız?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder