Yolu olmayan
ormanlarda mutluluk vardır,
Yalnız yürünen deniz kıyısında sevinç,
Kimsenin bilmediği topluluklar vardır derin denizlerde,
Tınısında da müzik,
İnsanları sevmiyorum diyemem, ama doğayı daha fazla...
[Lord Byron]
Yalnız yürünen deniz kıyısında sevinç,
Kimsenin bilmediği topluluklar vardır derin denizlerde,
Tınısında da müzik,
İnsanları sevmiyorum diyemem, ama doğayı daha fazla...
[Lord Byron]
Onları mezun oldukları okulun önünde görüyordu. Babasının ve
annesinin okulun önünde görüyordu. Mezun olmak ve evlenmek üzereler. Yanlarına
gidip dur demek istiyorum. Çocuklarınıza kötü şeyler yapacaksınız, hatta ölmek
isteyeceksiniz. Onların yanında gidip onlara lütfen yapmayın demek istiyordu.
Ancak bunu yapamazdı, yaşamak istiyordu...
Annesi ve babası onun hayatı için her şeyi düşünüyordu. Eğitimi;
okuyacağı üniversite, alacak yeni araba... Oysa onun istekleri bunlar değildi.
Kitaplarla beraber iç dünyasına yolculuk etmeyi daha çok seviyordu. Tostoy ve Jack London gibi... O aşırı korumacı bir
aileden ve para odaklı bir dünyadan uzaklaşmak istiyordu. Okumak, sistemin
içerinde çalışmak, evlenmek ve mutsuzluklarını çocuklarına yansıtmak ona göre
değildi. Sistem para odaklıydı... Bu hayatın gerilimi eve yansırdı. Evde şiddet
dolu bir tiyatro içerisindeydiler; oyuncular hem yargıç hem de sanıktı... Anne
ve babası ilk milyon dolarını kazandıktan sonra daha açgözlü oldular. Bir ara
boşanmaya bile karar vermişler sonra vazgeçmişlerdi. O sırada inanılmaz bir
soru sormuşlardı: “Biz boşanınca
hangimizde kalmak istiyorsunuz?” Bu
onu ortadan ikiye ayırmıştı. 'Keşke boşansalardı' diye düşünmüştü.
Üniversite parasını hayır kurumlarına bağışlayıp batıya
doğru ilerlemeye başladı. Karşılaştığı insanlar ona ilginç bilgiler verir. Biri
ona avlanmayı öğretir. Biri ona akıl verir, biri ona bilgelik verir. Hatta
evlat edinmek isteyen bir yaşlı adama bile rastlar...
Küçükken anne ve babasının kavgalarını, fiziksel
şiddetlerini hatırlıyordu. Anne babasının arasında problemlerin yükünü kardeşiyle
beraber taşıyordu. Lise çağlarında başka birilerinden aile sırlarını öğrenmişti.
Babası annesi ile tanıştığında evli olduğunu öğrendiğinde dünyası başına
yıkılmıştı. Hem de bir çocukları varmış. Anneleri o zamanlar bir metres
konumundayken onun karısı olup onun suçuna ortak olmuştu. İlk çocuğunu da
reddetmiş olan babasına öfkeliydi. Ailede herkesin ait olma hakkı vardı. Yarım
kardeşinin dışlanması, belki de onun da kendisini dışlamasıyla sonuçlanıyordu.
Tüm seyahatlerin sonunda kuzeye ve daha kuzeye gitti; Alaska’ya.
Orada terk edilmiş bir otobüs buldu. Bu otobüste tek başına ancak yalnızlık
hissetmeden yaşadı. Mutlu olmak için insanlara ihtiyacı yoktu, Tanrı her yerdeydi. Artık kaçtığı medeniyet tarafından zehirlenmeyecekti...Kaderi ne olursa olsun, o yaşamı, yaşayarak ölümü seçmişti.
Doğanın içinde, doğa ile bir...
Eğer insan hayatının
mantık tarafından yönetildiğine inanırsak yaşama ihtimalini yok etmiş oluruz.
İzlediğim film.gercek bir olaydan esinlenilmis.film insanın kendiyle kalmasına,tabiatı keşfetme ve etrafındaki çiçeklere kendi isimlerini koyabilmeye varan bir macerayı anlatıyor.25.000 doları hayır kurumuna bağışlamak ve diplomayı kaldırıp atmak.demek yaşamaya değer anlam bulmak,tüm bunlara vesile oluyor.
YanıtlaSilYorumunuz için teşekkürler.
Sil