23 Mart 2016 Çarşamba

Korku


Bağımlılıklarımız, aidiyet isteğimiz, onaylanma arzumuz, başkalarına hayran oluşumuz, bir şey olma çabamız, geçmişe bağlılığımız, geleceğe dair beklentilerimiz, görülme ihtiyacımız, kör sevgi ve inançlarımız... Tüm bunlar ve bunlardan ötürü edindiğimiz tüm maskelerin kökeninde korku yatar. Yeteri kadar sorguladığınızda ve içtenlikle cevaplar verdiğinizde, sonunda hep korkuyu bulursunuz.

Neyin korkusudur bu? Bir çok korku çeşidi vardır... En dibinde, derinlerde bir yerde var olmama korkusu yatar. Ölüm korkusuna yakındır bu ama ondan daha güçlüdür. İnsanlık, ölüm korkusunu aşabilmek için ölümden sonraki hayat üzerine kendince varsayımlar üretip o dünya için yine var olmama korkusu temelli yatırımlar yapar. Şöyle yaparsam cennete gideceğim diye bu dünyadan vazgeçenlere de rastlarsınız...
“Bağımlılık ve korku aynı şeydir. Korkarız çünkü bağımlıyızdır. Bağımlıyız çünkü korkuyoruzdur.” [Tanrılar Okulu]
Korku bu kadar etkili bir silah olduğu için binlerce yıldır bir grup insan diğerlerini yönetmek için korkuyu kullanmaktadır. Bu dünyada güvenlik, ekonomi, sağlık gibi konuları kullanır, diğer taraf için de inançlarımızı... Kaos ve şiddet dolu bir ortam yaratarak, bunu kitlesel medya ile destekleyerek korkuyu yayarlar. Korku daha güçlü sandığımız bir otoriteye bağlılığımızı güçlendirir.

Kimdir, nedir korkan? Var olmak isteyen kimdir? Ruhumuz sonsuz bir şekilde yüce bir güç tarafından yaratıldığına göre, korkan ruh olamaz. Hemen hemen her öğreti, her din özümüzün yani ruhumuzun sonsuz olduğunu vurgular. Kutsal kitabımız hepimize ruhumuzun Allah'ın ruhundan üflendiği belirtilir. Bu durumda korkan – öleceğini bilen – zihinden başkası değildir. Zihni, duygu ve düşüncelerimiz olarak tanımlarsak, bunun kaynağı beynimizdir. Tüm duygu ve düşüncelerimiz beynimizdeki trilyonlarca elektrik akımından öte bir şey değildir.


Korkuyu Yaratan Zihin
Peki neden zihin korku yaratır? Beynin temel görevi bedeni hayatta tutmaktır. Beynimiz yaklaşık bir milyon yıldır fiziksel olarak aynı yapıdadır. Bu sebeple eski çağdaki atalarımızla aynı beyni paylaşmaktayız. Bedenen doğada zayıf olan insan çevredeki tehlikeli canlılar ve az bulunan yiyecekten dolayı kendini güvende tutmak ve ne bulduysa onu yemek veya saklamak eğilimindeydi. Bugün de durum çok farklı değil. Beynimizin patronu olan sürüngen beynimiz bizi güvende tutmaya çalışırken, genel olarak daha fazlasını istemek ve sahip olmak eğiliminde.

Güven ne demek? Hiç bir şeyin değişmemesi, belirsizliğin olmaması... Belirsizliği asgari düzeye indirmek için kontrol mekanizmaları oluştururuz. Her olasılığı hesap edip ona göre karar veririz. Ancak bu imkansızdır; gelecek her zaman belirsizdir. Anda yaşamadığınız, yaşamın akışı ile uyumlu olmadığınız her an, zihin gelecek için genellikle olumsuz senaryolar çizip bizi endişe içine sokmaya çalışacaktır. Endişe hali ise bizi sanki bir kaplanın karşısındaymışız gibi alarma geçirir ve beden tüm enerjisini dövüşmek veya kaçmak için gereken kaslara yönlendirir. Bu durum kronik bir hal alırsa, bedenin bağışıklık sistemi zayıflar ve hızla yaşlanmaya veya hastalanmaya başlarız.

Sosyal Aidiyet
Bireysel olarak hayatta kalmaya çalışan zihin bilir ki ancak beraberce hayatta kalabiliyor; kabileler halinde... Bu da bencil olan zihne paradoksal bir sosyal aidiyet arzusu aşılıyor. Bir kabileye, bir sosyal topluluğa, bir inanç sistemine, arkadaş topluluğuna ait olmak için onlar gibi yapıp, onların vicdan sistemine ayak uyduruyoruz. Bu tipte bir vicdan sevgi kaynaklı olmayıp yıkıcı etkileri olan bir sonuç yaratıyor. O topluluğun dışında kalanları yargılamaya, dışlamaya ve ötekileştirmeye başlıyoruz. Bu, sonunda inançlarımız için bir başkasını öldürmeye kadar gidiyor...
İşte kısır döngü burada başlıyor; korkan zihin bir gruba tutunuyor, diğer gruplar ile çatışma yaşayınca şiddet ortaya çıkıyor. Korkan zihin yine kendine güvenecek bir dal arıyor, böylece ayrım, ikilem besleniyor.

Korkunun Karşıtı
Mevlana'ya baktığımızda tam bir teslimiyet ve kabul görürüz. “Kim olursan ol gel!” der Mevlana... Kör sevgi, bağımlılıktan oluşan vicdan bulamazsınız onda... Bu sadece sevgidir, bir olmanın bütünlüğüdür. Yunus Emre ise ‘Bir ben var benden içeri...” derken egonun – zihnin – ötesini keşfediyor; bir olanı, tam, eksiksiz, amaçsız, olduğu gibi tarifsiz olanı vurguluyor.
Öte yandan bilim ise tüm maddenin bir illüzyon olduğunu ispat etti. Her maddenin derinine inildiğinde katılık ve zaman yok oluyor; sadece enerji ve ilişkiler kalıyor geriye. İlişkiler, yani bağlar; yani sevgi... Saf ve katıksız sevgi... Korku bu sevginin olduğu yerde barınamıyor.

Geçmiş ve Gelecek
Zihni yakalamak hem çok kolay hem çok zor. Bir adım geriden kendimizi izliyormuş gibi yaptığımızda artık otomatik hale gelmiş duygu ve düşüncelerimizi izleyebiliriz. Gurur ve inatçılığın bile ardında korku yatar. Tüm bunların ardında yatanı cesaretle sorgulayın; neden korkuyorsunuz? Bu korku size mi ait, bağlı olduğunuz sosyal topluluğa mı? Yoksa atalarınızdan size miras mı kalmış?

Zihin her zaman geçmişte veya gelecektedir. Ya geçmişe dair bir deneyimine dayanır ya da gelecekle ilgili varsayımlar üretir... Anda zihin yoktur, korku yoktur. Anda kalmak için bedeninize dönün, bedeninizi algılayın, hissedin. Bedeniniz kadar komplike ve muhteşem bir organizmaya zor rastlarsınız. Tüm bu bedeni ve evreni yaratan derin sisteme güvendiğinizde akışta yaşamaya başlarsınız. Başınıza gelen her şey bir sebepten ötürü meydana gelir, sanki derin güç size bir mesaj vermektedir. 
Kontrolü ele geçirmek için kontrolü bırakmak durumundasınız.

Aile Sistemimiz
Bilinçsiz bir şekilde yaşamaktayız. Bu dürtülerin çoğu ise bizim atalarımızdan miras kalmıştır. Aile sistemimizdeki en önemli ve en yakın insanlar ise anne ve babamızdır. Geçmişimizle barışmak bizi bu dürtülerden kurtarır ve şifalanırız. Korku burada da devreye girer! Geçmişe bakmak, yüzeyde görünenin arkasına bakmak büyük cesaret ister. Zihnin yarattığı hayal dünyası tamamen yok olma tehlikesindedir. Hele bir de hep kaderi, başkalarını suçlayan bir yapı varsa bu daha da zordur.

Ancak acılı bir süreç de olsa geçmişimize derin bir minnet duygusu ile bakabilirsek, olan olayları olduğu gibi kabul edip, kendi sorumluluklarımızı alır ve başkalarının sorumluluklarını da onlara bırakabiliriz. Unutmayın inkar etmenin ardında korku yatar.

Donma
Tüm acılara, korkulara dayanamayan zihin, yine bedeni hayatta tutmak adına bizi duygularımızdan koparır ve başkalarına kendimizi açamaz bir hale geliriz. Oluşturduğumuz çelik gibi zırh derindeki şeyleri saklar. Utanç, terk edilmişlik, dışlanma, suç gibi bir saklanan bir olay veya duygunun da yine gardiyanlığını korku üstlenir...


Psikolojide travma olarak adlandırılan bu durumun iki müjdesi vardır; birincisi, olay yaşanmıştır ve olaydan sağ çıkmışızdır. Yoksa bu yazıyı okumuyor olurdunuz. İkincisi ise, bu travmayı dönüştürürseniz size hediyesi olacaktır. Tarihteki bir çok sıra dışı liderin hayatını incelerseniz hepsinin geçmişinde travmatik olayların olduğunu fark edersiniz.
İki seçenek vardır; ya kurban olmayı seçersiniz ve zihniniz size hükmeder, ya da cesaretle yüzleşir, kabul ve teslimiyet içerisinde hayatın size sunduğu o belirsizliğin içerisinde hediyelerinizle beraber yol alırsınız...

2 yorum: